Mehmet Özay 05.05.2019
foto:japantimes.co.jp |
Japonya’da
Nisan ayı sonu ve Mayıs ayı başında yapılan törenlerle imparator değişimi
popüler göstergelerinin ötesinde, siyasal ve dini bağlamları ile dikkat çekiyor.
İmparatorluk
tahtında değişiklik konusu ilk defa, 2016 yılı Ağustos ayında imparator
Akihito’nun televizyondaki konuşmasıyla gündeme geldi. 1989 yılında bu yana
tahtta oturan Akihito, ilerlemiş yaşını ileri sürerek yerini oğluna bırakmak
istediğini Japon kamuoyuyla paylaştı. Ve aradan geçen süre zarfında yapılan
önemli hazırlıklar sonunda 85 yaşındaki İmparator Akihito yerini oğlu
Nahurito’ya bıraktı.
Anayasal değişiklik
Akihito’nun,
1989 yılından bu yana, yani 30 yıldır sürdürdüğü geleneksel görevini
bırakabilmesi için Japon hükümetinin anayasada bir kereye mahsus değişikliği
gündeme geldi. Bu sayede oğlu Naruhito tahtta çıkma hakkı elde etti. Bu
değişiklik 1817 yılından bu yana ilk defa, bir imparatorun hayattayken tahttaki
meşru hakkından ilk defa vazgeçmesiyle, uzun imparatorluk geleneğinin de
bozulması anlamı taşıyor.
Akihito’nun
yaşlılığını ileri sürmesiyle hanedanlık ailesinde meşru yönetimin kasıtlı ve
bilinçli devrinin gerçekleşmesi, imparatorluk kurumunun sağlıklı işlemesi
bakımından olumlu bir gelişme kabul edilebilir. Ancak bu değişiklik
imparatorluk gelenekleri, 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası ile günümüz Japon
toplumu ve dini bağlamları gibi çeşitli açılardan değerlendirilmeyi hak ediyor.
“Ahenk” vurgusu
59
yaşındaki oğlu Naruhito’nun, ilk imparatorun belirlendiği Milad’dan önce 660
yılından bu yana tahtta çıkan 126. imparator olmasından da anlaşıldığı üzere,
Japonya dünyada mevcut monarşiler arasında en eski hanedanlığı sahip ülke
olarak dikkat çekiyor. Monarşinin zirvesinde yaşanan bu değişim, Naruhito’nun
imparatorluğu boyunca sürecek ve geleneksel takvimde yeri olan “güzel ahenk” (rei wa) adı verilen döneminin de
başlangıcı anlamı taşıyor.
Doğu
Asya’nın diğer bölgelerinde de yaygın olan atalar dininin ritüellerine uygun
olarak Akihito, tahttan çekilmesinin bir anlamda kutsal iznini almak amacıyla
“atalarının mezarlarını” ziyaret etti. Benzer ziyareti kutsal kabul edilen bazı
mekânlara yaparak da gerçekleştirmesi, imparatorun varlığının ve de makamının
madde ötesi varlıklarla bağını ortaya koyuyor.
Taht
devir tesliminde Naruhito’nun yeni imparator olarak meşruiyet kazanımında
sadece babasından aldığı izin değil, aynı zamanda sembolik ve kutsal değerlerle
yüklü ‘kadim kılıç’ ve ‘kutsal mücevheri’ edinmesi de yer alıyor.
Bu
önemli değişim, televizyon ekranlarına yansırken, temelde post-modern veya
yüksek-modernlik çağında dini-geleneksel yapıların şu veya bu şekilde görünürlüğünün
bir ifadesi olarak karşılık buldu.
Bu
gelişme, vahiyle tanımlanan dinlerin dışında, adına dünyevi denilen dinlerin
veya dinimsi yapıların çağdaş teknolojinin ve rasyonalitenin hakimiyetine
teslim olan bir yaşam düzeni içindeki varlığına işaret ediyor. Kutsallık
olgusunu içeren bu yapı, ilgili toplumların ve toplum kesimlerinin hayatı yani,
insan-insan ve insan-madde ilişkilerini anlamlandırmalarının bir yolu olması
oldukça dikkat çekici.
Pasifik’te Japonya
üzerinden değişim
Bölgedeki
adıyla Pasifik Savaşı’nın başlangıcından bu yana geçen süre görece kısa bir sürece
tekabül etse de, önemli kırılmaların ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olarak
sadece Japon toplumunu değil, bölgesel ve küresel göstergeleri de içinde
barındıran bir özellik taşıyor.
Bu
anlamda, bugün artık imparatorluk hakkından feragat eden Akihito, savaş
dönemini yaşamış son imparator olarak tarihe geçti. Akihito, babası yani savaş
dönemi imparatoru Hirohito’nun kutsallıktan arındırılmış taht görevini 1989
yılında devr alırken, yeni bir Japonya ile karşı karşıyaydı. Bugün tahtta geçen
oğlu yeni imparator Naruhito ise, Pasifik Savaşı sonrasında doğan bir varis
olma özelliği taşıyor.
1926
yılında tahtta çıkan Hirohito, yaşadığı dönemin ilişkileri ve uluslararası
gelişmeleri bağlamında Japon ulusunun onur ve gücünü kutsal varlığı ile koruma
ve geliştirme hedefi ile hareket etti. Bunun yanı sıra, Asya-Pasifik bölgesini
Avrupalı sömürgecilerden kurtarma ve Asyalılara özgürlüklerini bahşetme gibi
idealler uğruna da politikalar geliştirirken, adına Pasifik Savaşı denilen
sürecin de bir anlamda tetikleyicisi oldu. Bu süreçteki rolü bir yandan
kutsallık atfedilen imparatorluk makamı, öte yandan orduyu yöneten ve savaş
emri veren bir kumandan olarak ortaya çıkıyordu.
Japonya,
Asya-Pasifik bölgesini batı Avrupalı sömürgecilerden kurtarmak ve bölge
halklarına egemenliklerini vermek amacıyla başlattığı Asya Asyalılarındır veya Büyük
Doğu Asyacılık girişiminde arzu ettiği sonucu almasa da, bölgede en azından
bazı ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmesinde kayda değer rolü oldu. O dönem,
imparatorun emri doğrultusunda hareket eden Japon ordusunu durdurmak için
ABD’nin savaşın en dramatik süreci olarak atom bombasını kullanma kararı,
sadece Japonya’da değil dünya düzeninde değişim anlamı taşıyordu.
Dönemin
ABD yönetimi, Japon Adaları’nda gerçekleştirilecek konvansiyonel savaş
stratejilerinin taşıdığı büyük risk karşısında yeni bir yöntemle yani, atom
bombası ile sadece Japonları durdurup, savaşı sonlandırmadı, aynı zamanda yeni
bir küresel güç, yapılanma ve düzenin de oluşmasının yolunu açtı.
ABD,
Asya-Pasifik bölgesinde savaş sonrası dönemde aynı özellikleri taşıyan bir
Japonya’nın daha ortaya çıkmaması adına, “Yeni Japonya”nın inşasını bilfiil
üstlendi. Bu süreçte, anayasa yazımından imparatorun görev ve sorumluluklarını
belirlemeye kadar, ki yüzyıllar içinde yapılandırılmış bu kurumun içkin olduğu anlamını
değiştirecek ölçüde ortaya konmuştur, siyasal rejimi yeniden tesis etmesinde
baş rolü oynadı.
Akihito,
savaşı sona erdiren atom bombalarına teslim olmuş ve sadece savaşın maddi
hezimetine değil onurları kırılmış Japon ulusu için artık sembolik bir öneme
sahip imparator olarak yer aldı. Bu durum, hiç kuşku yok ki, Japon ulusunun
ekonomik kalkınma ile kendini küresel kamuoyuna kabul ettirme uğraşında olduğu
bir döneme tekabül eder.
Bu
bağlamda Hirohito’dan Akihito’ya yaşanan değişimler, bir anlamda kutsallıkla eş
tutulan imparatorun varlığının, savaşın egemen gücü kabul edilen Amerikalıların
baskı ve yaptırımlarıyla giderek sekülerleştirildiği ve sembolik anlama
büründürüldü.
Japon toplumu ve
imparatorluk kurumu
Japonya’da
yaşanan önemli değişimlere rağmen, imparatorun varlığı her şeye rağmen geniş
kamuoyu için önem taşıyor. Maddi kalkınmanın her türüne ulaşmış bir toplum
olmasıyla dikkat çeken Japonların, anlam dünyalarında geleneksel değerleri
içkin ve batılı sömürgeci bir ülkenin yaptırımlarıyla kaybettirilmeye
çalışılmış olsa da, kutsallığı içinde barındırmaya devam ediyor.
Bununla
birlikte, dışardan gözlemciler için geleneklere bağlılığı ileri sürülen, ancak
yakın gözlem ve araştırmalarla ele alındığında, herhangi bir modern ülkede
yaşanan değişimlerin tamamının etkisinin ortaya çıktığı bir ülke Japonya.
Örneğin, girişte dikkat çekildiği üzere, imparatorun taht meşruiyetinden
vazgeçmesi için seküler bir yapı olan hükümet ve anayasal değişikliğe ihtiyaç
duyulması bile bununla ilgili bir durum.
Bir
tür ikilem olarak okunmaya müsait bu gelişmeye rağmen, imparatorun aslında salt
bir kendinde makam değil, halka karşı sorumluluğu olan bir kurum olduğunun da
göstergesi. Bu bağlamda, her yanıyla sekülerliğine rağmen hükümet ve anayasa
kararı, imparatora halktan gelen bir mesaj olarak değerlendiriliyor.
Hiroşima
ve Nagazaki’ye atılan bombalar, sadece savaşı sona erdirmedi. Savaşta komutan
vazifesi de gören ‘kutsal’ imparatorun konumu ve önemi 1947 yılında, savaş
sonrası anayasasını teşkil eden Amerikalılar tarafından önemli değişimlere konu
oldu. Japon ordusu, bir anlamda kutsallık atfettikleri imparator için
savaşmaları, Amerikalıların atom bombalarıyla cezalandırmakla kalmayıp,
gelecekte benzer bir durumun oluşmaması için imparatorun ‘kutsallık’ vasfını
yazdıkları anayasadan çıkarttılar.
Anayasanın
modern-rasyonel bir ulus devletteki önemine kuşku olmamakla birlikte, Japon
halkının bu değişikliği nasıl algıladığı meselesi de önemli. Amerikalıların
istemesiyle geleneksel-dini kurumsal yapıda bir değişim olduğuna kuşku olmasa
da, Japon halkının monarşi ile ilişkisinin şu veya bu şekilde sürdüğü de bir
gerçek.
Geçen
hafta yapılan törenler de bunun bir göstergesi niteliğinde. Örneğin, ülkeye ve
ulusa refah getireceği vurgusuyla ortaya konulan Reiwa sıradan bir dönemlendirmeden öte, yeni umut ve açılımları
içinde barındırdığına inanılmasıyla monarşi ile ilintilendirilen bir tür
açık/gizli kutsallık olgusuyla örtüşüyor.
Atom
bombası faciası nedeniyle savaşın hatıralarını her daim üzerinde hisseden Japon
halkının ve de imparator ailesinin, hanedanın yeni ismi Naruhito ile geçmiş ve
gelecek bağını nasıl oluşturacağını hiç kuşku yok ki, zaman ortaya koyacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder