28 Şubat 2019 Perşembe

Endonezya’da seçim öncesi temiz siyaset tartışmaları / Discissuon of clean politics before the elections in Indonesia


Mehmet Özay                                                                                                                        28.02.2019

foto: en.tempo.co
Endonezya’da seçimlere bir aydan biraz fazla bir süre kala başkan adayları arasındaki yarış televizyonda yapılan tartışmalarla devam ediyor.

Tartışmalardan ilkinde taraflara önceden verilen sorularla yapılandırılan ve bu anlamda sönük geçen tartışmanın ardından, bu gelişmenin kamuoyunu tatmin etmediği yönünde görüşler vardı. İkinci tartışma ise, gündemi hareketlendirmeye yetecek iddialara konu oldu.

Böylece, geçen yıldan bu yana tartışmaların seyri din üzerinden yürütülürken, son dönemde gündem birdenbire sosyal adalet, eşitlik kavramları üzerinde seyir takip etmeye başladı. Bunda da başkan adaylarından Prabowo Subianto’nun Açe ve Doğu Kalimantan’da, toplam üç yüz elli bin hektarlık arazi üzerinde otuz beş yıllık kullanım hakkı elde etmesi geliyor. Bu rakamın doksan bini biraz aşkın bölümünü Orta Açe’deki topraklar oluşturuyor.

Prabowo’nun sahibi olduğu şirketler üzerinde gözüken ‘geçici’ toprak sahipliği normal kabul edilebilir. Ancak eski bir generalin, yani devlette çalışan üst düzey kabul edilen bir memurun nasıl olup da ‘devasa’ şirketlere sahip olduğu ve yukarıda ifade edildiği üzere azımsanmayacak bir devlet bahşına eriştiği hususu, siyasette şeffaflık ve dürüstlük ile kamu vicdanını tatmin bağlamında üzerinde tartışılması gereken bir konu.

Bir dönem adı, insan hakları ihlalleriyle anılan eski general Prabowo’nun ne tür hizmetler yapmak suretiyle devlet arazileri üzerinde hak sahibi olduğu konusunun ülkede zaten var olan bir geleneği yansıtıp yansıtmadığı da herhalde ilginç bir araştırma konusu olsa gerek.

Mevcut devlet başkanı Jokowi (Joko Widodo), bir kampanya sırasında bu konuyu gündeme getirmesi üzerine, Prabowo’nun gerekirse bu toprakları devlete vermeye hazır olduğunu söylemesi herhalde kamuoyunda tebessümle karşılanmış olsa gerek. Öyle ki, geçen yıl başkan adaylığı belirleme sürecinde aynı Prabowo, “Benden daha iyi aday varsa başkanlık adaylığından çekilmeye hazırım” cümlesini sarf etmişti.

Bu bağlamda, Prabowo toprak sahipliğinin sadece ekonomik değil, bundan da öte, devlet başkanlığı gibi bir kamu görevine aday siyasetçinin varsıllığının ülkenin kahir ekseriyetinin gelir düzeyi dikkate alındığında hak ve adalet duygularına karşılık gelecek bir yorum dizgesine oturduğu anlaşılıyor.

Konunun sadece kamu vicdanın da bir karşılık bulması ile sınırlı olmadığı, işin içine Yolsuzlukla Mücadele Kurumu’nun adayların yıllık vergi ödemelerini en kısa sürede beyan etmeleri çağrısı ile temiz siyaset yönelimli bir toplumsal zemin teşkiline ön ayak olacak bir yönelime yol açtığı gözleniyor.

Temelde, yukarıda zikredilen kurumdan önce seçim komisyonu tarafından, başkan adayları ve bölge yöneticiliği için seçimlere katılan adaylar için vergi bildirimlerini açıklamaları yönünde son beş yıldır uygulanmakta olduğu belirtiliyor. Aslında tam da bu konu, Endonezya siyaseti özelinde sürekli dikkat çekmeye çalıştığımız bir konuyu yeniden açığa çıkarmasıyla önem taşıyor.

Ülkeyi yönetme iddiasındaki kurumların sahip oldukları mevcut yürütme görevleri çerçevesinde teori ve pratik arasındaki uçurum ve yukarıdan aşağıya-aşağıdan yukarıya ülke yönetiminde sürdürülebilirlik konusunda yaşayan sıkıntılar ve tüm bunların kamu vicdanında açtığı yara politikacılara ve politika kurumlarına yönelik güvenin yeterince zedelenmesine neden oluyor.

Başkan adayları ikinci tartışma programında hasbel kader gündeme gelen bu konunun ardından seçim kurulunun Nisan ayında yapılacak seçimlere aday olarak katılacak yaklaşık üç yüz bin civarındaki adaydan vergi bildirimlerini beyan etmeleri konusunda bir talep olmadığı yönündeki iddia ise, ülke siyasal yaşamının ne ölçüde sağlıklı yasal uygulamalar ve siyaset etiği üzerine temellendirildiğine dair bir fikir veriyor.

Başkan adayları tartışmalarında gündeme gelen mülkiyet konusu, ülkede bir kez daha yolsuzlukların ele alınmasına neden oluyor.

Bu çerçevede, ülkede vergilerin sadece yarısının toplanabilmesi; vergilerini ödeyen vatandaşların görece az bir bölümünün toplumsal statüsü görece yüksek iş sektörleri ve iş çevrelerinden olması; öte yandan, sayıları binlerle ifade edilen iş çevrelerinin, örneğin Panama gibi ülkeler üzerinden vergi, kara para aklama vb. finans uygulamalarına konu olduğu ifade edilen şirketlere yönelmeleri gibi toplumsal gerçekler bir kez daha gün yüzüne çıkartılıyor.
Bireysel gelir vergisi ödemelerinde yaşanan bu hiç de iç açıcı olmayan durum, genel vergi gelirleri içerisinde bu birimin karşılığının yüzde 10’lar civarında olmasıyla ASEAN içerisinde ülkeyi en sırada olduğunu ortaya koyuyor.

Oysa, yukarıda düne kadar ulusla siyaset gündeminde ilk sırada yer alan din eksenli tartışmalara taraf olanların böylesine aşikâr bir ahlâki konuda sivil yetkili ele alıp siyasetçiler ve kurumlar üzerinde kamusal baskı ile temiz bir toplum ve siyaset için gündeme getirmeleri beklenirdi.

Yine düne kadar, dini yönelimli tartışmalarda ucu açık tartışmalarda ülke gündemini belirleme görevi üstlenmiş veya üstlendirilmiş olanların, diyelim ki, mensubu bulundukları dinin en temel gereklerinden biri olarak adaleti ve ahlaki duruş ve pratiği gündemlerine alıp bunu aidiyet hissettikleri siyasal kurumlardan geniş kamuoyuna doğru yapılandıracak söylemler, politikalar ile gündemde yer almaları çok daha anlamlı ve de hayırlı olurdu.

Bu konu, ülkedeki bankacılık kanunu, kişisel bilgilerin/gelirlerin gizliliği vb. hususlar gündeme getirilerek geçiştirilmek yerine, yolsuzluk gibi başat bir toplumsal sorunun var olduğu bir yapıda bunu ortadan kaldırmaya yönelik yasa ve uygulamaların hayata geçirilmesi makul bir sosyolojik duruş olacaktır.

Seçim arefesinde ulusal düzeyde seyreden tartışmaların, siyasette şeffalık ve etik ilkeler üzerine oturmuş olması önemli. Ancak bunun ne denli seçim sonuçlarına ve ardından yeni oluşacak hem eyalet hem merkezi hükümette çözüm odaklı politikalara ve yapılaşmalara yol açıp açmayacağı ise belirsiz.  

Şu anki başkan ve Nisan ayındaki seçimlerde adaylardan biri olan Jokovi, seçim kampanyası vizyonunu ‘Kalkınmış Endonezya’ (Indonesia Maju) kavramı oluşturuyor.

Bir ülkenin kalkınmışlığının göstergesi adına modernleşme denilen materyalist açılımlar üzerinden gerçekleştirilen süreçlerden ibaret olmadığı, hele hele kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturduğu Endonezya gibi bir ülkede konunu en azından salt bu bağlamıyla ele alınamayacağının birileri tarafından ortaya konulması gerekiyor.



Mindanao’da görev devir teslimi / Mission handover in Mindanao


Mehmet Özay                                                                                                                         28.02.2019

foto: mindanews
Filipinler’in güneyi özerk yönetim süreci 26 Şubat günü Cotabato şehrinde yapılan devir teslimle resmen başladı. Bu değişiklik, 1996 yılı barış anlaşması sonrasında uygulamaya konulan Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi (ARMM) başında bulunan bölge valisi Mujiv Hataman’ın görevini, yeni kurulan ‘Bangsamoro Müslüman Mindanao Özerk Bölgesi’ (BARMM) geçiş dönemi valisi Murad İbrahim’e bırakmasıyla gerçekleşti.

Moro halkının demografik olarak çoğunlukta bulunduğu Mindanao Adası’nda belli bölgeler ile Sulu Takımadaları’na özerk yönetim kararı, Moro İslami Kurtuluş Örgütü (MILF) ile merkezi hükümet arasında 2014 yılında varılan anlaşmanın ardından senato onayı ile süreci 21 Ocak ve 6 Şubat’ta yapılan referandumlarla bölgede Müslümanlara yönetimde söz hakkı tanıyan özerk yapının hayata geçirilmesi süreci başlamıştı.

Yeni özerk yönetim, 2014 yılında Moro İslami Kurtuluş Örgütü (MILF) ile Filipinler merkezi hükümeti arasında varılan Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması adıyla anılan barış anlaşması sonrasında oluşturulan Bangsamoro Temel Yasası’na dayalı olarak bölgenin siyasi sorumlusu anlamı taşıyor.

Murad İbrahim, 2022 yılına kadar devam edecek geçiş döneminde bölge valiliği görevini üstlenirken, bölge 80 kişiden oluşan bölge meclisi tarafından yönetilecek. 30 Haziran 2022 yılına kadar görev yapması beklenen geçiş dönemi meclisi için MILF 41, merkezi hükümet ise 39 aday göstermesine karar verilmişti. 22 Şubat’ta yapılan atama töreninde 76 üyenin bulunduğu, dört ismin ise daha sonra açıklanacağı belirtilmişti. Söz konusu bu geçiş döneminin, 2022 yılında yapılacak valilik ve meclis yerel seçimleriyle doğal bir sürece geçmesi bekleniyor.

1970’li yıllarda başlayan ve 1990’ların ortalarında o dönemki barış anlaşmasının ardından hayata geçirilen ARMM bölgede barışı istikrarlı kılmakta başarılı olamadı. Bu anlamda, bugün hayata geçirilen özerk yönetimin Moro halkı için yeni bir gelişme olmadığını ifade etmek gerekiyor.

Bu nedenle yeni özerk bölge yönetiminin belki önceki tecrübeler ve olası yeni tehditler karşısında daha aktif bir yönetim biçimi taşıması kaçınılmaz. Bu noktada, bölgede toplumsal barışın tesisi noktasında normalleşme sürecinin sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesi, sadece vali ve meclisten müteşekkil yapının değil, sivil toplum, dini azınlıklar, merkezi hükümet ve uluslararası çevreler gibi farklı boyutlarda işbirliğini gerektirdiğine şüphe yok.

Adına ‘geçici’ de dense, göreve başlayan yeni ve özerk yönetimin bölgede siyasal ve toplumsal düzeni sağlamak gibi çok önemli bir görevi bulunuyor. Bu görevi, güvenlik ve sosyo-ekonomik kalkınma şeklinde iki kategoride ele almak mümkün.

Bölgede çeşitli silahlı grupların, ulusal hükümetle barış anlaşmasına ve özerk yönetime muhalif olan çevrelerin yanı sıra, adına uluslararası denilen ‘terör’ yapılaşmalarının bölgede kendilerine alan açma çabaları bölgesel güvenliği tehdit eden unsurlar olarak ortaya çıkıyor.

21 Ocak’ta yapılan referandumdan sadece bir hafta sonra 27 Ocak’ta Sulu Adaları’nın başkenti Jolo’da Katolik kilisesine yapılan bombalı saldırı ve birkaç gün sonra Zamboanga’da bir camideki patlama söz konusu yapıların varlığını açıkça ortaya koyuyor. Bu ve benzeri güvenlik sorunlarının özerk yönetimi meşgul edecek en önemli konu olduğuna şüphe yok.

Bir diğer husus, geniş halk kitlelerini içine alacak sosyo-ekonomik kalkınma süreci. MILF hareketi içinden çıkan isimler ve hükümetin atadığı öne çıkan siyasilerin temsilci olarak bulunacağı meclisin bu konudaki çalışmaları merakla bekleniyor.

Merkezi hükümetin eyalete yapacağı yardımların ötesinde, bölge halkını üretim süreçlerine dahil edecek ve bölge kaynaklarının ulusal ve uluslararası alana taşınarak ekonomik bir döngünün oluşturulabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna kuşku yok. Bu nedenledir ki, uzun dönemli çatışma bölgelerinde rastlanan zorlukların burada da ortaya çıkacağı öngörülebilir.

Bununla birlikte, benzeri anlaşma bölgelerinde rastlandığı üzere, merkezi hükümetin ekonomik yardımlarının bir rehavet ortamı oluşturacağını ve/ya çeşitli etnik ve güç merkezleri arasında orantısız dağılımın neden olacağı yeni bir çatışma sürecinin potansiyel olarak ortada durduğuna dikkat çekilmelidir.

Bu bağlamda, bölgedeki istikrarsızlığın yeni ve basit bir nedene dayanmadığı, aksine sömürge döneminden başlayan siyasi ve toplumsal sorunlar nedeniyle bugünlere kadar geldiğini hatırlatmakta  fayda var. Bu noktada, sürecin en son gelişme gösterdiği dönem olarak 20. yüzyıl son çeyreğinden 2014 yılındaki barış anlaşmasına kadar geçen süreç bugün barış için bir neden kabul edilse de, önceki süreçlerin de unutulmaması gerekiyor.

Öyle ki, her ne kadar tarihte Sulu Takımadaları’nın yanı sıra, Mindanao Adası’nın tamamının da demografik ve siyasi olarak Müslümanların egemenliğinden bahsedilse de, sömürgeci yapıların ve ardından Filipinler ulus devletinin çeşitli sosyal ve ekonomi politikaları nedeniyle bugün özerk yönetime konu olan coğrafyanın gerçek sınırları yansıtmadığı hatırlanmalıdır.

Teritoryal gerileme olarak adlandırılabilecek olan bu gelişmede, bölgenin verimli topraklarının, yer altı ve üstü kaynaklarının dışardan gelen ve başka dine mensup göçmen gruplarının yerleştirilmesiyle Müslümanların ekonomik ve siyasal yönetim bağlamlarında gerilemelerine neden olduğu görülür.

Bu durum, hiç kuşku yok ki, yeni özerk yönetim ekonomi politikalarında, toprak sahipliği, yerel akrabalık ilişkilerinin oluşturduğu derin çıkar grupları yapılar başta olmak üzere çeşitli yapısal ve üretim süreçlerinde oluşturulan tekellerin aşılması gibi bazı temel sorunlarla karşı karşıya.

Özellikle çatışma döneminin ‘doğal’ bir korunma ve güvenlik havzası oluşturma gereği olarak toplumun belli kesimlerinin etnik ve ailevi bağlarla küçük gruplar şeklinde oluşturdukları yapıların ve bunların bir tür mafyatik denilebilecek tutum ve eylemlerini yeniden yapılandırılması gerekiyor. Referamdum sürecinde, ‘evet’ oyu çıkması beklenen en azından bazı bölgelerde ‘hayır’ oyunun çıkmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkün.

Kendisinin, yeni özerk yönetim yapısı içerisinde temsil edilmediğini kanaat getirecek yapıların salt bir ekonomik problem olarak ortaya çıkmayacakları, aksine bundan da öte kamusal güvenliği tehdit edici bir boyut kazanabileceğini akılda tutmak gerekiyor. Bu bağlamda, hukuki süreçler ve bunların yapılandırılması zamana ihtiyaç duyduğundan sıradan vatandaşların ekonomik kalkınma adına ne ile karşı karşıya kalabilecekleri önem taşıyor.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2019/02/28/mindanaoda-gorev-devir-teslimi-mission-handover-in-mindanao/

25 Şubat 2019 Pazartesi

Malezya’da Dr. Mahathir-UMNO hesaplaşması iktidara yarayacak mı?


Mehmet Özay                                                                                                                        25.02.2019
malaysia-today.net
Malezya’da iktidar değişikliğinin ardından siyaset dünyasında beklenen yeniden yapılanma kendisini göstermeye başladı.

9 Mayıs 2018 seçimlerinin ardından, Umut Koalisyonu (Pakatan Harapan-PH) adı verilen muhalefet bloğu, 61 yıllık Ulusal İttifak iktidarına son verdiğinde, bunun sıradan bir hükümet değişikliği olmadığına dikkat çekmiştik.

Dr. Mahathir’in partisi güç devşiriyor
Bir süredir gözler, 8 Ekim 2018 Port Dickson’da yapılan seçimin ardından federal meclise milletvekili olarak girmeyi hak kazanan Enver İbrahim’in ne zaman başbakanlık koltuğuna oturacağına konuşlanmışken, iktidarın küçük ortağı konumundaki Dr. Mahathir’in başında bulunduğu Yerli Birlik Partisi’nin (PPBM) federal ve bazı eyalet meclislerinde temsil gücünü artırmasına tanık olunuyor.

Bu gelişme, iktidar içerisinde güç dağılımını doğrudan etkilemeye matuf bir yönü olduğu kadar, PPBM’ye transfer olan milletvekillerinin hangi partiden geldikleri noktasında da ulusal siyasetin yakın ve orta vadede geleceği için de önem taşıyor.

PPBM aradan geçen süre zarfında, federal meclisteki milletvekili sayısını 22’ye çıkarırken, bu gelişmenin, salt bir sayısal değişimden ibaret olmadığına dikkat çekmek gerekiyor.

PPBM, UMNO’ya alternatif
Gözlemciler UMNO’dan kopmaların devam edeceğine dikkat çekerken, bu gelişme hiç kuşku yok ki, hem iktidardaki Umut Koalisyonu hem de gelecek seçimler için kayda değer bir gelişme olmaya şimdiden aday gözüküyor.

Öyle ki, bu gelişme PPBM’nin, sadece Dr. Mahathir’in varlığına bağlı olmayan, aksine giderek ulusal çapta ağırlığı hissedilecek yeni bir siyasal parti olmaya doğru evrildiğinin de habercisidir.

9 Mayıs seçimlerinde Halkın Adaleti Partisi (PKR), Demokratik Eylem Partisi (DAP) ve Emanet Partisi ile birlikte umut koalisyonunun dördüncü ortağı olan PPBM’nin, bugün ulaştığı ve hatta yeni transferlerle koalisyon aritmetiğinde edineceği ağırlıkla iktidarın politika yapma süreçlerinde görece daha fazla rol alacağı anlamı taşıyor.

Bu noktada, PPBM lehine gelişmekte olan bu değişim, yani başta federal meclis olmak üzere, bazı eyalet meclislerinde milletvekili sayısında görülen artış, ülkenin kurucu partisi hükmündeki Ulusal Malay Birleşik Organizasyonu’nda (UMNO) yaşanan kopmalardan kaynaklanıyor.

Kayıpların başlangıcı 2013
Bu gelişme, milletvekillerinin parti değiştirmelerinin neredeyse geleneksel bir nitelik taşıdığı söylenebilecek Malezya siyaseti için normal olduğu düşünülebilir. Ancak, UMNO milletvekillerinin bu süreçte kendi ‘pür’ iradeleriyle parti değiştirdiklerini söylemek safça bir yaklaşım olacaktır.

9 Mayıs seçimlerinin umut koalisyonu lehine dönmesinde azımsanamayacak bir katkıda bulunan Dr. Mahathir faktörünün, milletvekili transferlerinde de öne çıktığına kuşku yok.

Bu süreci tetikleyen en önemli gelişme ise, 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) ile bağlantılı yargılama süreçlerinin giderek genişleyerek devam etmesi ve bunun UMNO üzerinde oluşturduğu siyasal ve toplumsal baskıdır.

Öyle ki, bugün olan bitenlerin, özellikle seçimden sonra sabık başbakan Necib bin Rezzak başta olmak üzere eşi, partinin bazı önemli isimlerin de içinde bulunduğu kişilere yönelik yolsuzluk iddiaları nedeniyle açılan mahkemelerin bir etkisi olduğu aşikâr.

Dr. Mahathir bu gelişmeyi en iyi şekilde değerlendirebilecek siyasi zekâya ve tecrübeye sahip bir lider ve bugüne kadar ki yaklaşımı da bunu ortaya koyuyor.

Bu bağlamda, Dr. Mahathir 2015 yılından itibaren UMNO içerisinde siyasi eliti değiştirmeye matuf girişimlerinde alamadığı desteği şimdi kurduğu parti ve iktidar ortağı olarak rahatlıkla devşirmekte olduğuna tanık olunuyor.

Parti değiştiren milletvekilleri nezdinde de siyaset ahlâkı olgusunun tartışılması başlı başına bir mesele olduğundan burada ele almamız mümkün değil.

Dün ne olduğuna kısaca bakalım…

Dr. Mahathir, 2013 seçimlerinin hemen ardından sabık başbakan Necib bin Rezzak’a ve hükümete yönelik eleştirilerini, Necib bin Rezzak’la yaptığı birkaç doğrudan görüşmede ortaya koymasına rağmen, olumlu bir yönde değişiklik olmadığını gözlemlemiştik.

Bunun ardından, 1MDB bağlamında, biraraya gelmesi pek de muhtemel gözükmeyen çeşitli aktörlerin birlikteliğiyle ortaya konulan uluslararası boyuttaki para aklama süreci, Necib bin Rezzak ve hükümetin yaşadığı en büyük handikap olarak ortaya çıkmıştı.

İktidar olmanın, hem de yarım yüzyılı aşkın bir süre iktidar olmanın verdiği güvenle bireysel ve hükümet politikalarına yöneltilen eleştirilere kulak asmayan iktidar ve özellikle de sabık başbakan, 9 Mayıs’ta bunun bedelini oldukça ağır bir şekilde ödemişlerdi.

Tüm bu süreçler bize iktidarın devamı ve bu devamda PPBM’nin rolünün giderek artmakta olduğunu ortaya koyuyor. Bir başka önemli husus ise, UMNO’nun siyasi varlığının devamıyla bağlantılı gözüküyor. Aslında bu iki olgunun birbiriyle doğrudan bağlantılı olduğunu anlamak zor değil.

Mahathir’siz hükümet formülü işlemedi
Öyle ki, daha 9 Mayıs akşamı, seçim sonuçlarının gecikmesine de etkisi olan gelişmelerden biri UMNO ve federal sultan vasıtasıyla başbakanlığın Dr. Mahathir’e değil de, PKR’ın o dönemki başkanı konumundaki ve Enver İbrahim’in eşi olan Dr. Wan Azizah Wan İsmail’e verilmesi yönündeki girişimdi.

Bu girişimi, siyasi kurt Dr. Mahathir’in yeni iktidar koalisyonunda oluşturacağı siyasi egemenlik ve bunun UMNO üzerinde tesis edeceği agresif çıkışları engellemeye yönelik ilk girişim olarak anmakta bir mahsur bulunmuyor.  

Bugün ortaya çıkan tabloya bakıldığında, UMNO elit kadrosunun seçim akşamı ellerindeki tüm imkânlarla süreci değiştirme çabaları çok daha anlamlı hale geliyor.

Akamete uğrayan bu süreç, siyasi bir lider olarak Dr. Mahathir’i modern Malezya siyasetinde ulaşabileceği en uç noktaya taşıdığına tanık olunuyor. Bir Batılı ülkede olsaydı, Dr. Mahathir gibi 93 yaşındaki bir siyasi zekânın göklere çıkartılabileceğine ve yeni bir siyaset teorisine neden olabileceğini kestirmek kabildi.

Enver İbrahim süreci izliyor
Tüm bunlar olup biterken, yazının girişinde atıfta bulunduğumuz Enver İbrahim’in başbakanlığı ne oldu sorusu da bu süreçle bağlantılı. Enver İbrahim, daha seçimler öncesinde koalisyon ortaklarınca varılan anlaşma gereğince Dr. Mahathir’in iki yıllık başbakanlık yapması konusunda tavrını sürdürüyor.

Kimi çevrelerin iki lider arasında ihtilaf çıkarma gayretlerini sürekli geri çeviren ve anlaşma şartlarına uyacağını dile getiren Enver İbrahim gelişmeleri yakinen izlediğine kuşku yok. Kendi partisi PKR içinden de yükselen PPBM’ye UMNO milletvekillerinin alınmaması konusundaki çıkışları da bu noktada frenleyebiliyor diyebiliriz.

Bununla birlikte, özellikle genç politikacıların dile getirdiği üzere, UMNO’dan transfer edilen ve iktidar gücü içinde yer alan milletvekillerinin varlığından duyulan rahatsızlığın hangi boyutlara varabileceğini şimdiden kestirmek güç. Bu biraz da Dr. Mahathir, Enver İbrahim ikilisinin yaklaşımlarına bağlı olarak gelişecektir.


19 Şubat 2019 Salı

“Basiret ve Direniş” 150 yıl önce: Bir gazete devlet politikasına ne kadar etki edebilir?


İletişimin çeşitlendiği, araçlara ulaşımın kolaylaştığı ve hemen her şeyin yeniden tanımlandığı bir dönemdeyiz. Kitle iletişim araçlarına bakış da bu minvalde güncelleniyor. Matbu gazetelerin tarihe karışacağı öngörüsünün sıkça dillendirildiği bu dönemde, yakın tarihte çok etkili olmuş bir gazeteye dair kıymetli bir akademik çalışma yayımlandı. 

İbn Haldun Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan çalışmada Dr. Mehmet Özay, Doç. Dr. Adem Efe ve Dr. Ekrem Saltık’ın imzaları bulunuyor. 

Biz de Dr. Mehmet Özay ile bu akademik çalışmayı ve Açe’yi konuştuk . 

Mücerret okumalar dileriz…

 -     Basiret gazetesini önemli kılan şey neydi?

Bu soruya birkaç açıdan cevap vermek mümkün. İlki, Basiret gazetesi, sivil bir inisiyatifle ortaya çıkan bir yayın organı olmasıyla önem taşıyor. Sahibi ve yayıncısı Ali Efendi nezaretinde, görece uzun bir dönem diyebileceğimiz, yani 1870-1879 yılları arasında yayın yapıyor. Buna ilâve olarak, özellikle Ali Efendi’nin atlattığı bazı badireler sonrasında, 1908 yılında sadece 19 sayı olmak üzere, kısa bir süre de olsa ikinci yayın dönemi bulunuyor.

Ali Efendi’nin ve yayın kadrosundaki isimlerin Osmanlı topraklarında olan biten gelişmelerin yanı sıra, Avrupa kıtası ve özellikle Sumatra Adası gibi görece uzak bir İslam coğrafyasındaki gelişmeleri ele alabilecek entelektüel birikim ve kaygı ile İslami hassasiyet taşıdıklarını ifade edebiliriz.

Bunun bir ifadesi olarak, Basiret önemli bir rol oynayarak, döneminin diğer yayın organlarından farklı olarak, Açe topraklarındaki Hollanda Savaşı’nın özellikle ilk iki, iki buçuk yıl boyunca yer veriyor. Gazete, savaşla ilgili gelişmeleri vermesinin yanı sıra, Açe topraklarında İslamlaşma süreci, örneğin 13. yüzyıl gibi erken dönem site devletleri bağlamında Sumatra Adası’ndaki gelişmeler ve o topluma dair bilgilendirici yayınlarıyla da önemli bir işlev görüyor.

Bu haberlerin üç temel kaynağa dayandırıldığını görüyoruz:
a)yabancı-basında çıkan haberler
b)Açe’den gelen elçi ve bölgeden gönderildiği ifade edilen mektuplar
c)gazetenin yayın politikasını da yansıtan editoryal yorumlar.

İkincisi, sadece Osmanlı devleti sınırları ile kalmayıp, Avrupa’da ve kısmen doğu’daki önemli yayın organlarını takip ederek bu coğrafyalardaki gelişmeleri izleyebilmesi. Üçüncüsü, bu çerçevede Osmanlı yönetimine birtakım yeni politikalar önerebilmesi ve bu yönde ısrarcı olabilmesidir.

Bu son hususla ilgili olarak, ‘Basiret ve Direniş’ kitabına konu olan, Açe topraklarında gerçekleşen Hollanda Savaşı karşısında, dönemin Osmanlı yönetimini aktif tavır alma ve Açe devletinin ve halkının haklarını koruma konusunda yönlendirici oluyor. Bu bağlamda, Basiret’in İslam Birliği (İttihad-ı İslam) çizgisi takip ettiğini söylemek abartı olmayacaktır.

Tabii, bu süreçte, Basiret gazetesi sahibi ve yayın heyetince 1873 yılı başlarında Açe devletini temsilen Osmanlı başkentini ziyaret eden ve yaklaşık sekiz, dokuz ay gibi uzunca bir süre burada kalan, başlarında Abdurrahman ez-Zahir’in bulunduğu elçi heyetinin varlığından haberdar olunduğu, görüşmelerinin izlendiği, taleplerinin dinlendiği anlaşılıyor.

Bu dönemde, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki çeşitli devletlerle olan ilişkileri ve bu ilişkilerin Osmanlı’nın özellikle ekonomik ve askeri anlamda gerileme süreci yaşamasıyla gelişen bağlamı dikkate alındığında, Basiret’in İstanbul’daki Avrupa elçiliklerinden gelecek siyasi eleştirilerle ilgili kaygılar beslemeden yayını sürdürebilmesi kayda değer bir durum diye düşünüyorum.


-     Tematik bir husus olarak Açe’deki savaşı ve yansımalarını irdeliyorsunuz. Neden böyle bir konu seçtiniz?

Bunun iki nedeni var. Birincisi, 2006 yılından itibaren yaklaşık on yıl boyunca süreklilik arz edecek şekilde Açe’de bulunmamla alâkalı. Bu dönem zarfında, akademik çalışmalar gerçekleştirirken, bunun bir bölümünü de sömürge dönemiyle ilgili alan oluşturuyordu. Sömürge savaşı konusunu biraz daha iyi anlayabilmek için müsaadenizle bölgeyle ilgili kısa da olsa birşeyler paylaşmakta fayda var.

1945 yılında bağımsızlığını ilân eden ve adına Endonezya Cumhuriyeti dediğimiz ve geniş bir coğrafyayı içine alan Takımadalar bölgesi, geçmişte farklı sultanlıklar, site devletleri şeklinde bir siyasi varlık gösteriyordu. Açe Darüsselam Sultanlığı da 16. yüzyıl başlarında kurulması ve 20. yüzyıl başlarına kadar siyasi varlığını devam ettirmesiyle hem geniş Malay dünyasında hem de İslam tarihi açısından önem taşımaktadır.

Bu yüzyıllar arasında bölgenin çeşitli sömürgecilik süreçlerine konu oldu. Bu bağlamda, Hollanda Krallığı’nı da, 1641 yılında Cava Adası’nda Hollanda Doğu Hint sömürge yönetimini hayata geçirirken görüyoruz. Bu sömürge yönetiminin özellikle, 19. yüzyılda genişleme sürecinde zamanla Sumatra Adası’nın güneyinden yani, Palembang’dan başlayarak kuzeye doğru yayılmasıyla yüzyılın ortalarından itibaren Açe topraklarına dayanması Açe devleti için bir varoluş mücadelesi anlamına geliyordu.

26 Mart 1873 tarihinde sömürge donanma güçleri vasıtasıyla Açe topraklarına nüfuz eden Hollanda sömürge ordusunun başlattığı istila, tüm maddi olumsuzluklara ve hatta iç siyasi bölünmüşlüğe rağmen, dönem dönem öne çıkan liderler etrafında birleşen Açeliler tarafından uzun bir döneme yayılan mücadeleye konu oldu.

Söz konusu bu mücadele, değişik evrelerde gerçekleşirken, bölge tarihçileri bu süreci otuz, kırk ve/ya yaklaşık yetmiş yıl sürdüğüne dikkat çekerler. Hollanda Krallığı ise, dönemin sultanı Muhammed Davud Şah’ın 1903 yılı başlarında teslim olmasını dikkate alarak, savaşı otuz yıl ile sınırlandırır.

Söz konusu bu uzun erimli mücadele, aynı zamanda bize sömürgecilik dönemine ve sonrasına dair önemli veriler ortaya koymaktadır. Öyle ki, bu uzun savaş dönemi, Osmanlı-Açe (Malay dünyası ilişkileri) ilişkileri; İslam toplumları ve Batı; sömürgecilik ve modernleşme; bağımsızlık ve ulus devlet gibi çeşitli bağlamlarda incelenmeyi hak etmektedir.

Bu noktada, Açe’deki mücadelenin, Takımadalar’ın çeşitli bölgelerinde sömürge karşıtı hareketler ve mücadelelere dayanak teşkil etmesi ve hatta 1945 yılında bağımsızlığın Açe merkezli olarak neşet edecek bir mahiyet kazanmasına değin bir siyasi etki silsilesinden bahsedilebilir.

Tüm bunların ardından, Açe topraklarında sömürge savaşının her boyutuyla ele alınmasında fayda olduğuna kuşku yok. Bununla, söz konusu bu gelişmenin ele alınmadığını söylemek istemiyorum. Ancak sömürgecilik (kolonyalizm), sömürge sonrası (post-kolonyalizm), yeni sömürgecilik (neo-kolonyalizm) vb. kavramların üretildiği ve bu teoriler geliştirildiği bir ortamda, İslam toplumlarının yaşadıklarının örneğin, Batılılar gibi veya Batılılaşmış çevreler gibi üçüncü ağızdan değil, bizzat bu toplumların kendi anlatıları ve söylemleri üzerinden ele almak gerekmektedir. Bu çalışmanın da böylesi bir gayeye matuf olarak ortaya konulduğu söylenebilir.


-     Projenin devamı gelecek mi?

Bu soruya prensip olarak evet demek mümkün. Öyle ki, Hollanda Savaşı’nın Basiret gazetesinde ele alınması konusu öncelikle akademik bir makale yayını düşünülerek gündeme gelmişti. Kıymetli bir yayıncının bunu kitap yayınına dönüştürülmesi önerisi sonrasında, içerik biraz genişletilmek suretiyle İbn Haldun Üniversitesi yayınlarından çıkmış oldu.

Temelde bu çalışma ile amacımız, söz konusu sömürge savaşının Basiret gazetesinde nasıl ele alındığını ortaya koymaktı. İçindekiler bölümündeki başlıklardan da görüleceği üzere, daha çok mücadelenin farklı boyutları öne çıkartıldı. Bu bağlamda, söz konusu bu alt başlıkların bile temelde geliştirilmeye matuf önemli hususlar diye düşünüyorum. Ayrıca, Basiret gazetesinde konuyla ilgili ulaşamadığımız nüshalar bulunuyor. Şayet nüshalara ulaşmamız ve bunlarda konuyla ilgili verilerin olması çalışmanın genişletilmesi anlamı taşıyacaktır.

19. yüzyıl son çeyreği boyunca yüksek yoğunluklu, ardından 20. yüzyıl ortalarına doğru Japon İmparatorluğu ordusunun Sumatra Adası’na çıkışı ve böylece Hollanda sömürge yönetiminin sona ermesine kadar devam eden mücadelenin Türkiye’de bilindiğini söylemek mümkün değil. Dolayısıyla Açe topraklarındaki mücadelenin her yönüyle ele alınmasında Basiret’in yanı sıra, savaşın ilerleyen safhalarını da ele alan dönemin önde gelen uluslararası yayın organları üzerinden değerlendirmek mümkün. Tabii, Açe kaynaklarının bu konuda neler söylediği de başlı başına bir araştırma konusu olduğuna işaret etmeliyim.

Bu vesileyle, Basiret Gazetesi’nin genel anlamda ele alındığı bir doktora tezi var. RTÜK Başkanı Sayın Prof. Dr. İlhan Yerlikaya’nın gerçekleştirdiği bu çalışmanın, 1994 yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi tarafından yayınlanan XIX. Yüzyıl Osmanlı Siyasi Hayatında Basiret Gazetesi ve (Pencermenizm, Panislamizm, Panslavim ve Osmanlıcılık Fikirleri) başlığıyla yayınlandığını hatırlatmakta fayda var. 

-     Bugün ile kıyaslama yaparsak; hem bir medya aracı, hem de İslam toplumlarını diri tutan bir imkan olarak Basiret gazetesinin etkisini yorumlar mısınız?

Açıkçası bu etki son derece bariz… Basiret’in ilk yayının 1870’de olduğu ve aradan 140 yıla varan bir sürenin geçtiğini düşünürsek, biz bugün Basiret üzerinden hem Osmanlı basınını hem de görece uzak bir diyar olan Sumatra Adası’nda bir İslam devleti ve toplumunun sömürgecilik karşısındaki mücadelesini öğreniyoruz.

Hatta ve hatta, 19. yüzyılın son birkaç on yılına damgasını vurmuş ve Osmanlı Devleti’nin bir anlamda varlık mücadelesinde öne çıkan ‘İttihad-ı İslam’ politikasını tercih etmesi ve şekillenmesinde bu yayın organının hakkının verilmesi gerekir diye düşünüyorum.

-     Artık herkesin her şeyi anında öğrendiği bir dönemdeyiz. Basiret gazetesinin Müslümanlar üzerindeki etkisini düşününce, iletişim daha kolay ama Müslümanlar arasındaki bağ daha mı zayıf?

Öğrenme mi yoksa enformasyon akışkanlığında boğulmak mı diyelim bilemiyorum, ancak içinde bulunduğumuz dönemdeki gelişmeleri farklı şekilde yorumlamak mümkün. Burada ayrıca, ‘enformasyon’ ile ‘bilgi’, göz atma ile öğrenme arasındaki fark/lar hususunda konuşmak mümkün olsa da, şu anki konumuz buna elvermiyor.

Yukarıda Açeli elçilerin Osmanlı başkentindeki varlığına ve bunun Basiret gazetesinin yayınlarına etkisi konusuna değinme fırsatı bulmuştum.

Benzer bir husus günümüz için de geçerli. Mevcut iletişimin imkânlarının sağladığı maddi kolaylık bir anlam taşımakla beraber, yerinde olmak, karşılaşmak, konuşmak, doğrudan yüzleşmek gibi eylemlerin önemini yitirmediği, aksine belki de daha da anlamlı hale geldiğini söyleyebiliriz.
Bu anlamda, Müslüman toplumlarının birbirlerini anlamada ve bağlarını kuvvetlendirmede dün olduğu gibi bugün de Kutsal Topraklar’ın işlevinin yanı sıra, İslam coğrafyalarına yönelik ilginin fiziki olarak da artmasında fayda mülâhaza ediyorum.



16 Şubat 2019 Cumartesi

“Basiret ve Direniş” kitabının tanıtımı ve bazı görüşler / Book launching of “Basiret ve Direniş” and some opinions


Mehmet Özay                                                                                                                      16.02.2019

“Basiret ve Direniş” adlı kitap çalışmasının tanıtımı 13 Şubat, Çarşamba günü İbn Haldun Üniversitesi Süleymaniye kampüsünde gerçekleştirildi. Çalışmanın konusunu daha belirgin kılan husus alt başlıkta görmek mümkün: “Basiret Gazetesinde Açe’deki ‘Hollanda Savaşı’nın (1873-1904) İlk İki Yılını Ele Alan Metinlere Dair”.

Basiret ve Hollanda Savaşı

‘Hollanda Savaşı’ (Dutch War) olarak literatüre geçen ve Sumatra Adası’nda hakim bir devlet olan Açe Darüsselam Sultanlığı topraklarında gerçekleşen savaşın, dönemin Osmanlı başkentinde yayın organlarından biri olan Basiret gazetesinde ele alınışı üzerinde duruluyor.

Yayınına 22 Ocak 1870 tarihinde başlayan Basiret gazetesinin, o dönem Avrupa’daki siyasi gelişmeler kadar, Güneydoğu Asya topraklarında Hollanda Savaşı gibi önemli bir hadiseyi de sayfalarına taşıması oldukça önemli. Bu önem, salt gazetecilik bağlamındaki çalışmalar noktasında değil, dönemin Osmanlı yönetiminin ilgi ve dikkatini bu bölgeye ve Müslüman toplumlarla ilişkilere çekme gibi siyasi bir vechesinin olmasından da kaynaklanıyor.

Basiret gazetesi, Sumatra Adası’nda Açe topraklarındaki Hollanda Savaşı’yla ilgili haberlerin üç temel kaynaktan hareketle yayınlamıştır. Bunlar,
a)yabancı-basında çıkan haberler
b)Açe’den gelen elçi ve gönderilen bazı mektupların tamamı veya içeriği
c)editoryal yorumlar gazetenin yayın politikasını yansıtmasıyla öne çıkmaktadır.

Bununla birlikte, yayınlar ağırlıklı olarak, belki de döneminin küresel basını denilebilecek Batı’da -ve de kısmen Doğu’da- yayınlanan İngilizce, Fransızca ve Almanca gazetelere dayandırılmaktadır.

Gazetenin yayın kadrosunun zenginliğine ve ününe rağmen, dönemin uluslararası koşulları, giderek gelişme gösteren ulaşım imkân ve araçlarına rağmen, gazetenin söz konusu gelişmeyi Sumatra Adası’nda veya en yakın mevki olan Penang veya Singapur Adaları’ndan izlememiş olması dikkat çekicidir.

Bu durum, dönemin basınının belli coğrafyalardaki gelişmelere ilgi gösterirken, buralara doğrudan ulaşamamış olması gibi bir durumu da ortaya koyuyor. Bunun, aynı zamanda yine o dönem koşullarında, Osmanlı devletinin İslam toplumları ve genelde dünya algısı ve coğrafi etkileşimleriyle ne türden bir bağlantısı ve alâkası olduğunu düşündürtecek boyutlar da içermektedir.

Gazetenin 1870-1879 yılları arasında yayınlandığı ve 1908 yılında sadece 19 sayı çıkarak yayınını sürdürdüğü görülürken, Hollanda Savaşı’nın yaklaşık ilk iki buçuk yılına yer veriliyor. Gazetenin tüm nüshalarına ulaşılamamış olması gibi teknik bir sorun kadar, Basiret’in Sumatra Adası’ndaki gelişmeyi neden devam ettirmediği konusu gündeme getirilebilir. Bunun, Osmanlı başkentinde İslam coğrafyasına yönelik giderek artan ilgiye rağmen, söz konusu savaşla ilgili gelişmelere yer verilmemiş olması önemli bir sorudur.

Öte yandan, savaşın Açeliler ve Hollandalılar veçhesinden bakıldığında, bakıldığında aşağıda dikkat çekilecek olan Açeli elçilerden Abdurrahman ez-Zahir’in, 1878 yılında Hollanda sömürge yönetimiyle anlaşıp Cidde’ye yerleşmesi sonrasında Açe’de savaşın liderliğini Açeli hocaların ve siyasi elitin aldığı 1880’lerden itibaren giderek yeniden önem kazandığını hatırlamak gerekiyor.

Açeli elçiler

Bununla birlikte, Basiret’in daha yayın hayatına başlamadan önce, 1868 yılında Abdurrahman ez-Zahir adlı Açe elçisinin İstanbul’a ziyaretinin gazetenin sahibi Ali Efendi ve/ya yayın kadrosunda bulunan yazar-çizerler tarafından bilinmemesi pek mümkün gözükmemektedir. Öyle ki, söz konusu ziyaret, İstanbul’da sadece Osmanlı yönetimi nezdinde değil, çeşitli Avrupa ülkeleri elçiliklerince de yakından takip edilirken, dönemin yazarları ve gazetecilerince fark edilmemesi ve izlenmemesi pek de rasyonel bir durum değildir.

Bunun yanı sıra, Sumatra Adası’ndaki gelişmelerin Açe devleti aleyhine gelişme göstermesine paralel olarak 1872 yılı sonunda İstanbul’a gitmek üzere yola çıktığı, 1873 yılı başlarında İstanbul’a ulaşıp yaklaşık 8/9 ay kadar kalması gazete tarafından yakından takip edildiği ilgili haberlerden anlaşılmaktadır.

Bu iki gelişmenin, Ali Efendi’nin Sumatra Adası’ndaki gelişmeyi gazetesinde yer vermesinde başat bir rol oynadığına kuşku bulunmamaktadır. Her ne kadar, yukarıda savaşla ilgili önemli gelişmelerin Avrupa ve ilintili bölgelerde çıkan basın yayın organları üzerinden takip edilmesi söz konusu olsa da, gazeteye gönderilen bazı mektupların Açe ile ilgili birincil elden bilgi veren önemli kaynaklar olarak değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Tabii burada şu soru da sorulabilir. Acaba bu tür metinler gazeteye hakikaten gönderildi mi? Gönderildiyse hangi kanallar üzerinden ulaştırıldı? Ya da mektup gönderilmesi, gazete editörlerince göstermelik bir husus olup, aslında bu bilgilerin zaten İstanbul’da bulunan ez-Zahir ve yayında heyette bulunan diğer kişiler tarafından bizzat aktarılıp aktarılmadığını akla getirmektedir.

İttihad-ı İslam mı, Pan-İslamizm mi?

Ali Efendi’yi İttihad-ı İslam konusunda önemli yaklaşımları olan dönemin bir aydını kabul edilebilir. Bununla birlikte, en azından söz konusu yayınlardan hareketle bu hususta hassasiyetleri olan bir yazar ve yayıncı olduğu ortadadır. Tabii burada İttihad-ı İslam ile Pan-İslam kelimelerinden aynı şeyin anlaşılıp anlaşılmayacağı tartışılabilir.

Ancak tarihsel olarak ittihad-ı İslam olgusunun daha köklü bir geçmişi olduğu ve aynı zamanda bir ‘yerlilik’ unsuru taşıdığı, öte yandan Pan-İslam kavramının ise Avrupa’da örneğin Pan-Slav, Pan-Cermen gibi kullanımlardan hareketle siyasi ve basın dünyasında kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Bu siyasi düşünceler ve eylemler içerisinde Pan-İslamcılık olgusunun 1870’lerin başındaki yayınlar bağlamında kullanılıp kullanılmayacağı hususunda farklı düşünülebilir.

Bu bağlamda, 20. yüzyılın özellikle son çeyreğinden itibaren çeşitli akademik araştırmalar konu olan Pan-İslam konusunun Osmanlı yönetiminde II. Abdülhamit’le ilişkilendirilmesi, ister istemez akıllara Basiret gazetesinin yayınlarını getirtmektedir. Bu bağlamda, II. Abdülhamit öncesinde benzer bir siyasi perspektifin sergilenmemiş olması, Basiret gazetesinde Sumatra Adası’ndaki gelişmeden hareketle sergilenen yaklaşımın bir ittihad-ı İslam konusu olarak ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

Bu ve belki de diğer benzer yayınların 1876’da payitahtta yaşanan değişimle II. Abdülhamit’in tahta çıkışı sonrasında, örneğin 1880’lerde bilfiil uygulamaya konulan ‘Pan-İslamcı’ politikalara etkisi de araştırılmaya matuf bir konudur.

Bu noktada, bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, burada anakronik bir duruma düşülmemelidir. Öyle ki, 1876’da tahta geçen II. Abdülhamit’in özellikle 1880’lerden itibaren gündeme geldiği anlaşılan politikalarına atıfla popülerleşen Avrupa merkezli bir kavram olan Pan-İslam’ı, 1870’lerin başında özellikle Açe ve de farklı coğrafyalardan gelen elçiler üzerinden yapılan yayınlar ve bunun doğurduğu hassasiyete binaen kullanmak yerine İttihat-ı İslam’ı yeğlemek yerinde olacaktır.

Osmanlı başkentine yansıyan Sumatra’daki gelişmeler

İttihad-ı İslam ve daha sonraki gelişmeler adlandırmalar bağlamında Pan-İslam düşüncesinin ortaya çıkmasında Osmanlı başkenti dışındaki gelişmelerin, tetiklemelerin ve hatta zorlamaların önemli bir etkisi olduğu ileri sürülebilir.

Bunun en bariz göstergelerinden biri, diğer bölgelerin yanı sıra, coğrafi olarak belki de en uzak bölge addedilebilecek ve döneminin önemli bir siyasi yapısı olarak kabul edilen Açe Darüsselam Sultanlığı’ndan elçilerin -diğer bazı olası etkileşimler bir yana, 16. yüzyıl ikinci yarısında, ardından 19. yüzyıl ortaları ve akabinde Hollanda Savaşı öncesinde, yüzyılın son çeyreğine doğru Osmanlı başkentinde görülmeleridir.

Bu ziyaretler bir tesadüf eseri olmayıp, birbiriyle bağlantılı ve aynı siyasi kasıtla ortaya konulmuş bilinçli edimlerdir. Tabii, bu bağlamda, konunun salt siyasi yönü değil, belki de bundan önce Hicri 2. yüzyıldan itibaren İslamiyetle tanışmaya başlayan bölge halklarının Osmanlılara geçen halifelik müessesine yönelik samimi bağlılıkları çerçevesinde de değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Bu sürecin önemli bir yerinde ve de dönemin küresel ilişkilerini etkileyebilecek boyuttaki bir savaş bağlamında Basiret gazetesi, resmi politikaların ötesinde sivil bir unsur olarak İslam birliğini, farklı coğrafyalardaki Müslümanların sorunlarını ve özelde de Açe’de yaşananları gündeme getirmesiyle önemli bir tarihi işlev görmüştür.