Mehmet
Özay 06.01.2019
Sömürgecilik ve
sömürgecilik sonrası adı verilen olgular arasındaki ilişki sosyal bilimcilerin
ilgisini çekmeye devam etmektedir. Bu olgular üzerindeki farklı görüş ve
izahlar bir yana, bunları doğuş süreçlerinin birbirinden neredeyse beş yüz
yıllık bir farkla gerçekleşmiş olması bile başlı başına bir tartışma konusu
olmayı hak ediyor. Bu farka rağmen, sömürgecilik olgusunu modern döneme tekabül
eden tarihsel ve coğrafi boyutunun ötesine taşımak suretiyle, neredeyse bilinen
tüm insanlık tarihine şamil olacak yaklaşımlara da rastlanmaktadır.
Bununla, herhalde
insan toplumlarında var olan iyilik-kötülük olgusunun bir yansıması ortaya
konulmak istenmektedir. Aksi takdirde, her bir sömürgecilik evresinin ardından,
onu aşan bir ‘post’ durumun, yani ‘sonralık’ın ortaya konulmuş olması
gerekirdi. Ancak bunun böyle olmadığını ve bu post’luk durumunun geçtiğimiz
yüzyılın ortalarından itibaren belirlemeye başlayan siyasal ve toplumsal
değişmeler bağlamına tekabül etmesiyle farkına varıyoruz.
Modernleşmeyi veya
modern durumu neredeyse yegâne gerçeklik payı olarak alan düşünce yapılarının,
sömürgecilik söz konusu olduğunda bu kavram üzerinden bütün bir insanlık
tarihini inceleme gereği duymaları oldukça ilginç. Bunun ardında, acaba modern
sömürgecilik süreçlerinin başlatıcısı ve devam ettiricisi olan ve adına Batı
Avrupa denilen coğrafyaya tekabül eden bölgeden zuhur eden milletlerin
kabullenmek istemedikleri bir durumun olup olmadığı incelenmeye matuftur.
İşin kayda değer
bir diğer yanı ise, sömürgecilik’in bitip yerine bir tür özgürleşmecilik
intibaı veren sömürgecilik sonrasının başladığına hükmeden aklın neredeyse aynı
akıl olmasıdır. Bu durum, şayet iyi bir şey ise, pek düşünmeden kabule şayan da
olabilir. Ancak bunun, sağlıklı insan aklını kışkırtan bir yönün olduğuna da
belki dikkat çekmek gerekiyor. O da, yarım milenyum boyunca sömürgeciliğe tabi
tutulmuş halkların, kitlelerin kendi adlarına temsilci sıfatıyla ortaya
koyabilecekleri veya koydukları düşünce adamlarının ve/ya çevrelerinin
seslerinin duyulabilmesi şansının pek de mümkün olmadığıdır. İşte tuhaf olan da
bu değil mi gerçekten!
Haddı zatında,
işin sömürgecilik döneminde bu yöndeki yapılaşmalara bakılması bile bize bir
ipucu vermeye kafidir. Sömürgecilerin yarım milenyumun ardından fark
edegeldikleri özgürleştirmeci tutumu yine kendilerinin ağzından nümayişkârane
bir şekilde gündeme getirirlerken, aslında bu özgürleştirmeciliği bizatihi
eylem ve düşünce bazında ortaya koyanlar sömürgeye tabi tutulmuş toplumlar
arasından çıkmış birey ve zümreler ve hatta bütün bir toplumdur.
Kulakları çınlatan
bu sese kulak kesilmek yerine, sömürgeleştirme araçlarının tümünü elinde
bulunduranlar birdenbire kendi varlıklarının bir yerlerde tıkandığı yönünde güçlü
bir hissiyata sahip olup bunu siyasi, kültürel özgürleştirmeci bir alana
taşıyarak, sömürgeleştirdikleri halklar karşısında, yine onları nesneleştirme
tehlikesini ve tehdidini aleni bir şekilde ortaya koymak suretiyle, özgürlük
takdimcisi kesilenleri dikkatle izlemek gerekmektedir.
Havsalanın almakta
zorlandığı husus o ki, sömürge sonracılığı sürecini yöneten ve alanın
kahramanları kesilenlerin ya da kahraman kılınanların sömürgeleştirilmiş
toplumların yabancılaşmış bireyleri olmalarıdır. Bir an için durup sorulması
gereken, ancak ve ancak Batı’nın normları ile hemhal olduktan sonra yine o
Batı’nın kampüslerine davet edilenlerin sömürgecilik hakkında söyleyecekleri
bir şey kalıp kalmadığıdır.
Açık Medeniyet, Yıl 2, Sayı 10, Ocak 2019, Ibn Haldun
University.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder