Mehmet Özay 21.02.2018
Sömürgecilik
ve tarih ilişkisi hem neden hem sonuç olmaklığıyla dikkat çeken iki olguya
işaret eder. Bildik ve yaygın anlamıyla sömürgecilik dönemi, 15. yüzyılda
Portekiz kralı Denizci Henry’le başlatılır. Mahlasının da ortaya koyduğu üzere
Henry, bir yandan Akdeniz öte yandan kıtadaki hanedanlıklar ve imparatorluklar
çekişmeleri arasına sıkışmışlıktan çıkmanın ancak denizler sayesinde olduğunu
gören ve dönemine göre rasyonel bir düşünceyi hayata geçirebilen bir hükümdar
olarak anılır.
Tabii
burada uzun uzadıya sömürgecilik evrelerine konu olan milletleri sıralamak ve
onların hikayelerini dizmek amacında değilim. Aksine, daha geniş bir
perspektifle sömürgeciliğin tarih yazımı, ötekiyle karşılaşmayı beraberinde
getirir. Bu karşılaşma tesadüfi olabildiği gibi, kasıtlı ve bilinci bir hedef
seçimiyle de gerçekleşmiş olabilir. Ancak bu karşılaşmayı ‘tanışma’ olarak
adlandırmanın, Avrupa sömürge tarihi için söz konusu olabileceği epeyce kuşku
götürdüğünü de ifade etmeliyiz.
Öteki,
yani bildik anlamıyla bir insan toplumuna atıf yerine, öteki coğrafya, kültür,
dil, gibi unsurlarıyla da karşımıza çıkar. Her ne kadar, bir insan toplumu
bunlara içkin olsa da, bu olguları tek tek ele almak mümkün. Çünkü sömürge
güçleri, ‘öteki coğrafya’ya ulaşmalarına neden olan bazı kayıtlı bilgiler veya
bunlara eklemlenen bazı tesadüflerle hareket etseler de, ulaşıldığında ad
verilmesi gereken bir kara parçası vardır önlerinde. Ad verme işi öylesine
kapsamlıdır ki, neredeyse hiçbir doğal ve tabii nesne bundan kaçamaz. Bu
adlandırmaya nesnelerinin bir nehir, bir dağ, bir orman, bir ada, bir adalar
grubuyla çevrili boğaz/lar, bir küçük kabile, bir dini inanç olmaması için bir
neden yok.
Aslında
bu tastamam, karşılaşılan her ne ise, onu bilinçaltı bir düşünce örgüsüyle veya
gayet donanımlı bir bilinçli eylemle ‘öteki’ olarak temellendirmenin adıdır. Bu
süreç, yani ‘ad verme’ edimi, aynı zamanda ‘ötekinin’ tarihini yazmanın
başlangıç safhasını oluşturur. Bununla birlikte, batılı sömürgecinin ‘öteki’
ile konuşma ediminden başlayarak sosyal bir ilişki örgüsü oluşturmadığını
söylenemez.
Aksine,
bazı şartlar dışında, bu ilişkiyi kurmakta istekli davranır ve buna uygun
zemini açmayı da ihmal etmez. Ancak bu süreci yönlendirme hakkını da kendini
bularak bunu pratiğe geçirir. Bu anlamda, kendisine ad biçilen bir topluluğun
kendini ifade etmesi gayet doğal bir sürece tekabül eder. Lakin, sömürgeci, bu
gruba şu veya bu şekilde şu veya bu nedenle bir kere adını vermiştir.
Sömürgeci
ile ‘öteki’ denilen arasındaki karşılaşma anı, aynı zamanda ‘tarihin’ yazılması
anının başlangıcı anlamına gelmektedir. Bu tarih yazımında, ‘adı’ verilen
toplulukla girilen sosyal etkileşimin yeterli olmayacağı aşikârdır. Bu noktada
başvuru kaynağı, yine ‘öteki’ olacaktır. Ancak ötekinin buradaki işlevi
araçsallaştırılmaktan öte bir duruma işaret etmemektedir. Sömürgeci kaşif’in
yanında eşlik etmekte olan ‘öteki’ bildiği, tanışık olduğu dağ parçasını,
adayı, denizi ona yani sömürgeciye aktarırken, bilmediği yeni bir tarih yazım
sürecine aracılık ettiğinin farkında değildir.
Burada
oldukça kritik bir nokta olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Sömürgecinin anlama
uğraşı da, benzer bir araçsallaştırılmaya eşlik ediyor. Şayet amaç salt bir
‘anlama’ uğraşıyla sınırlı olsaydı, o halde ötekinin tarihini yazmaya gerek
kalmaz(dı). ‘Öteki’nin ad verdiği dağ, nehir, ada, suyolu, vadi ve bunlara
eklemlenebilecek her ne var ise, hepsinin sömürgeci tarafından yeniden
adlandırılması gerekiyor.
Buraya
kadar yazılanlardan, ‘öteki’nin hiçliğe tekabül edecek bir nesne olmadığı
herhalde görülmektedir. Ancak buradaki tuzak, ‘öteki’, kendi zaman ve uzamı
içerisinde anlamlı ve donanımlı bir yerde konumlanmış olmasına rağmen,
sömürgecinin onu bulmasıyla -‘keşfetmesiyle’, bir anda dönüştürülmesi, manipüle
edilmesi gereken bir nesne konumuna indirgenmesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder