Mehmet
Özay 03.04.2017
Batı’nın kahir ekseriyetiyle
seküler bir anlayışla yönetiltiği ve bunu dünyanın değişik coğrafyalarına
çeşitli araçlarla ihraç ettiği iddialarına rağmen, Asya-Pasifik bölgesinde
sadece toplum ve din değil siyaset ve din ilişkileri de gündemde yer işgal
etmeye devam ediyor. Bu çerçevede, 23 Mart 2015’de vefat eden ve agnostic
görüşleriyle tanınan Singapur’un kurucu başbakanı ve ulusal ‘akıl babası’ Lee
Kuan Yew’dan Nobel ödüllü Su Çi’nin Burma milliyetçiliği ile budizmi birbirine eklemlemiş
memleketi Myanmar’a, Tayland’ın yarı tanrı krallarından Malezya’nın ‘sembolik’
sultanlarına değin bölge ülkelerinde din-devlet ilişkisi capcanlı bir tezahür
arz ediyor. Herbiri kendi başına bir araştırma konusu olmaya aday bölge
ülkelerinde arasından bazılarını ele almak suretiyle, din-devlet ilişkisine
dair bir fikir vermesi açısından şu hususları gündeme getirmekte fayda var.
Budist
Burma Azınlıklara karşı
Son dönemde karşımıza Budist Burma
etnik çoğunluk ve bunun uzantısı olan Myanmar devletinin Arakanlı Müslümanlara
yönelik politikaları ile çatışmacı boyutuyla gündeme gelse de, bölgedeki diğer
ülkeler de de siyaset-din ilişkisi önem arz ediyor. Myanmar’la başlamışken,
tabii Myanmar hükümetinin hem kaynağı hem destekçisi olduğu budist Burma
toplumuna bir ‘sorumluluğu’ olarak kabul ettiği anlaşılan Arakanlı Müslümanlara
yaşam hakkı tanımama meselesinin ötesinde, bizatihi budizmin kendisinden ilham
alan bir siyaset ve toplum anlayışını hakim kılmayı öncellendiği anlaşılıyor.
Uzun yıllar Batıda eğitim görmüş, yaşamış ve bu anlamda seküler siyaset ve
toplum eğilimlerine aşina olduğu ileri sürülebilecek Nobel Ödüllü Suu Kyi dahi
ülkesinde uzun dönem ev hapsinden sonra kazandığı özgürlüğünü siyasi mecraya
taşıyarak demokrasi konusunda adımlar atsa da yerleşik Budism-siyaset
ilişkisinden ne kendini soyutlayabilmiş ne de bu alanda toplumsal esnekliği
toplumsal düzeyde bir siyasi proje olarak hayata geçirebilmiştir.
Geçen yıl sonbahardan itibaren
Güney Kore’de siyasi istikrara kök söktüren gelişmenin odağında da bir tür dini
inanç-yaşam ilişkisinin yer alıyor. Devlet Başkanı Park Geun-hyu’ın daha ilk gençlik
yıllarına kadar uzanan ve o dönem ‘hamisi’ konumundaki yeni yüzyıl Hıristiyan
tarikatlarından birinin lideri konumundaki Choi Tae-min’le ilişkisi, aradan
yıllarda ‘ailevi’ bir boyuta büründü. Park ile neredeyse aynı yaşlarda olduğu
anlaşılan Choi Soon-sil’in herhangi bir siyasi yetkisi ve konumu bulunmamakla birlikte,
devlet başkanı makamına nüfuz edebilmesi ve bu nüfuzunun bir etkisi olarak
ülkenin önde gelen iş dünyasından ‘fon’ devşirmesi, gene bir dini boyutun
siyasetle ilişkisi olarak karşılık buluyor.
Güney Kore’de devlet başkanı Park
Geun-hye’nin yakın arkadaşı ve gayri resmi danışmanı Choi Soon-sil’in devlet belgelerine
erişimi ve ülkenin önde gelen uluslararası firmalarının fonlarını kişisel
çıkarları için kullanmasının ortaya çıkarılmasıyla ülkede siyasi istikrar ve
toplumsal huzur darbe aldı. Ekim ayı sonlarından itibaren giderek artan
kitlesel gösteriler, 1987 yılında dönemin askeri rejimine karşı sergilenen
tepkilerden sonraki en geniş katılımlı eylemler olmasıyla dikkati çekti. Başkan
Park, gösterilerin başlangıcında ‘yapılan yanlışları’ kabul ederken kendisi
istifa etmek yerine, oluşan siyasi krizi atlatmak adına en yakın
danışmanlarının ve adalet bakanının istifasını kabul etmekle yetindi. Ancak bu
istifalar toplumsal tepkinin durulması bir yana, daha da alevlenmesine sebep
oldu. Bu gelişmenin salt bir arkadaşlık ilişkisinin ötesinde ait olunan dini
yapının/inancın veya bağlılığın güncel politik uygulamalara etkisi olarak
okumak gerekir.
Liberal
ekonomi Çin’de dini özgürlüklere kapı aralamıyor
Sadece bölgenin değil, dünyanın
gündeminde her gün yer işgal eden Çin’in siyasi rejim olarak kendini ‘komünist’
idejoloi ile tanımlamasına rağmen, ekonomide alabildiğine liberal bir seyir
takip eden süreçler sonrasında din ve dini kurumlarla ilişkisinde kayda değer
bir gelişmenin yaşandığını söylemek güç. Bu siyasi/ideolojik etikete rağmen, Çin
halkının tümünü ‘ateist’ kabul etmek mümkün değil. Bu anlamda, 1949 yılında
siyasi rejim olarak komünizmle 1949 yılında resmen tanışan Çin’de halkın kahir
ekseriyetinin atalar dini, budizm, konfüçyanizm gibi doğu dinlerinin bir
cümlesinin yaygınlığı yanında, Müslüman Uygurların dışında Çin kökenli
müslümanların, katolik ve protestan mezheplerine mensup Hıristiyanların varlığı
da söz konusu.
Ancak Pekin hükümetinin dini
grupları ‘sivil toplum’ yapıları şeklinde algıladığının bir göstergesi olarak
veya dini grupların bu siyasi rejimde alan açma adına kendilerini ‘sivil
toplumcu’ olarak sergileme çabalarına karşılık olarak, Çin yönetimi yakın
geçmişte çıkardığı yasalarla dini grupların faaliyetlerine sınırlama getirmekte
bir beis görmemişti. Örneğin, geçen yıl Nisan ayında sivil toplum
kuruluşlarıyla ilgili yeni bir düzenlemeye gidilerek ülkede faaliyet gösteren
yedi bini aşkın kurumun yeniden kaydı gündeme gelmişti. Aralarında dini
cemaatlerin de bulunduğu sivil toplum oluşumları, bu çerçevede daha sıkı bir
denetime tabii tutulması ve Çin toplumu üzerinde nüfuz savaşlarına mani
olunmasını hedefliyor. Liberal ekonominin gelişmesine paralel olarak, liberal
bir siyasi rejim ve toplum yapısı üreteceğini ve bu anlamda, tıpkı Batı
ülkelerinde olduğu haliyle dini cemaat ve gruplara özgürlükler bahşedileceği
algısı, teorisi ve pratiğine Çin’de henüz rastlanmıyor. Kaldı ki, Müslüman
Uygurlar, Budist Tibetliler örneğinde olduğu üzere, Pekin yönetiminin iki farklı
dini yapı sergileyen iki özerk bölge üzerindeki siyasi ve askeri baskısını
sonuna kadar hissettirmekten de geri durmuyor.
Kutsal
Kral Adulyadef
Bölgenin darbelerle anılan ülkesi
Tayland Krallığı’nda neredeyse üç nesil dünya kamuoyunun adını zaman zaman
duyduğu, son dönemde ise hastalığı ile gündeme gelmiş olan ve 13 Ekim 2016
tarihinde vefat eden Bhumibol Adulyadef sadece bir ‘kral’ değildi. Aksine
kendisine yarı tanrı hüviyeti atfedilen ‘kutsal’ bir şahsiyetti. Budist Tayland
halkının bir ‘ibadet’ şevkiyle önünde yere kapandığı kralın bir sözünün iki
edilmemesi, sadece toplumsal değil ülke politikalarıyla da bağlantılı bir yöne
sahipti. Kral Adulyadef, başkanlık ettiği ‘Kraliyet Danışma Konseyi’ sembolik
olmanın ötesinde ülke siyasal ve toplumsal vechesini belirleyen kararlara imza
atan ve bu anlamda meclisin üzerinde işlev gören önemli bir organdı. Öyle ki,
on altı kişiden oluşan Danışma Meclisi’nin eski asker ve bürokratlardan
oluşması ve bu grubun ülke sivil yönetimi ve de ordu üzerindeki başat konumları
siyasal gündemi ve gelecek projelerini belirlemede birincil konuma getiriyordu.
Bu anlamda, 2. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığından bu yana ülkenin darbelere
maruz kalması ve 2014 darbesinden bu güne kadar geçen sürede de yakinen tanık
olunduğu üzere darbe sonralarında darbeci generallerin üniformalarını çıkartıp
sivil giysilerle yukardan aşağıya hiyerarşik atamalarla hükümetleri ve
bürokrasiyi şekillendirmelerinin kuşkusuz ki Danışma Konseyi’nden bağımsız
olduğu düşünülemez.
Bu anlamıyla Tayland’da 1932
yılında ‘monarşi’ kurumuna yönelik darbeye rağmen, monarşi bu anlamda Kral
Adulyadef zamanla monarşi kurumunun maruz kaldığı ‘yaraları sararak’ yeniden
siyasal ve toplumsal yaşamda etkinliğini ortaya koymaya başladı. Tabii yaşanan
darbenin dönemin getirdiği özellikle dış faktörlerin etkisine tabi bir yönü
olduğunu söylemek mümkün. Bu anlamda, Kral Adulyadef’in yaraları sararken,
halkın kahir ekseriyetince de makbul sayılması yukarıda ifade edilen ve en
azından 234 yıllık geçmişi olan Çakri Hanedanlığı bağlamında ifade etmek
gerekirse, Tay Budist inancı ile kral arasındaki kutsal ilişkiye tekabül eder.
Tabii, Tayland bağlamında ülkenin
güneyinde Patani Malaylarının ahvalinin de yukarıda kısaca dikkat çekilen
gelişmelerden bağımsız bir yanı bulunmuyor. Tıpk Myanmar’da olduğu üzere
‘budizme’ eklemlenen milliyetçiliklerin ülke siyasetini belirlemesi kadar,
ilgili ülkelerdeki azınlık konumundaki Müslümanlar dahil diğer dini
grupları/cemaatleri de doğrudan etkiliyor. Aslında bu noktada doğu ve güneydoğu
Asya’nın geleneksel toplumlarının modernleşme süreçlerinde karşılaştıkları
farklılaşmalar, ayrışmalar, çatışmaların da oldukça karmaşık ilişkiler ağının
oluşmasındaki rolünü gözden uzak tutmamak gerekir.
Sultan
‘Sembolik’, Parlamento ‘İslami’
Son örneği Malezya olarak
belirlemek mümkün. Geleneksel sultanlıklar ile parlamenter sistemin varlığını
birbirine eklemlendiği Malezya’da hakim dini unsur, yukarıdakilerden farklı
olarak İslamiyet’tir. Her ne kadar çok etnikli, çok dinli klasik tanımlaması
içerisinde yer alsa da, bağımsızlık öncesinde, İngilizlerin dayatmasından
ziyade belki de öncülüğünde demek gerekir, oluşan ‘toplumsal/siyasal
sözleşme’nin “Malay”lara verdiği siyasal hak kendini zaman içerisinde toplumsal
ve dini alanda da hissettirmiştir. Bir anlamda Müslümanlara tekabül eden
siyasal terminoloji olarak Malay yönetimi tek başına tezahür etmiyor. Aksine,
aralarında hıristiyan mezhepleri ile budist, taoist gibi doğu dinlerini de
barındıran geniş sayılabilecek toplum kesimlerini temsil eden “etnik azınlık”
partilerinin de yer aldığı “iktidar koalisyonu” bulunuyor.
Bağımsızlıktan bu yana, aynı çok
partili koalisyon ülkeyi yönetmeye çalışsa da, bu durum ‘din’ eksenli
politikaların, çatışmaların, adaptasyonların olmadığı anlamı taşımıyor. İktidar
koalisyonunun büyük ortağı Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO), aynı
zamanda ‘Müslümanların’ yani, Malayların haklarını koruma ve kollama vazifesini
de üstlendiğinden ulusal politikaların temelinde böylesi bir belirleyicilik
bulunuyor. Bununla birlikte, anayasada belirtildiği üzere, ‘Ancak azınlıklar da
dini özgürlüklerini kullanmakta serbesttirler.’ anlamına gelen ifade de ortada
duruyor. Buradan çelişkilerle dolu bir alana bakmak gerekir. O da, 1946 yılında
kurulan UMNO’nun kurucu unsurları arasında yer alan ve ‘alimler’ grubu olarak
tanımlanabilecek yapının 1950’lerin başında partiden ayrılarak kendi siyasi
hareketlerini yani ‘Malezya İslam Partisi’ni (PAS) oluşturmalarının bugüne
kadar gelen ve ‘İslami’ denilen bir geleneği oluşturması. UMNO’nun Malay
Müslümanların haklarını koruma vazifesi ile PAS’ın geleneksel kabul edilen
dokuz eyaletteki dokuz sultanın ‘gözlemci’ konumunda bulunduğu siyasal
süreçlerde, ülke müslümanları yani, ‘Malayların’ yukarıda zikredilen iki ‘ana
siyasi damar’ını birbiriyle işbirliği-çatışma süreçlerine sahne olmaktadır. Bu
aralıkta, dokuz sultan ve beş yılda bir ‘seçilen’ federal sultanın işlevleri
ise, ‘iktidar aygıtında’ belirleyici olan UMNO’nun Müslümanların toplumsal
yaşamlarını konu alan yasaları ‘onaylamasıyla’ sınırlı sembolik bir değer
taşıyor.
Mitolojilerle yüklü
inanç yapıları, kitaplı dinlerin uzun dönemli varlığı Asya-Pasifik bölgesinde
dini devlet ve hükümet politikalarından azede kılmak yerine, tam da siyaset ve
toplum ilişkilerinde başat bir yere taşıyor. Modernleşme ve kalkınma
süreçlerinde batının liberalism ve komünizm ideolojileri kendine yer bulsa da,
‘yerli aklın’ hükmettiği siyasi rejimler inanç unsurları çeşitli vesilerle
kendi politikalarında gündemin tam ortasında yer vermeye devam ediyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder