Mehmet Özay 10.04.2017
ABD devlet başkanı Donald Trump
ile Çin devlet başkanı Şi Cinping’in buluşması, sadece iki ülke ilişkileri
noktasında değil, dünyanın dört bir yanında etkileri merakla beklenen bir
gelişmeydi ve de öyle de oldu. Bu bağlamda, görüşme öncesi ve sırasındaki
‘askeri alandaki’ gelişmelerin söz konusu görüşmenin seyrinde belirleyici
olduğu anlaşılıyor.
Bununla birlikte, bu görüşme,
başkan Trump’ın 20 Kasım seçimleri öncesindeki kampanya sürecinde Çin’i de
hedef alan ve özellikle de, iki ülke arasındaki ticari açığa gönderme yapan
söyleminin yol açacağı yeni politikaların uygulama alanı bulup bulmamasıyla
veya nükleer füze denemeleriyle gündemi belirlemeye çalışan Kuzey Kore’nin
‘pasifize’ edilip edilmesiyle sınırlı ve alâkalı değildi. Aksine, adına
‘küresel düzen’ denilen yapıda meydana gelen belirsizliklerin aşılabilmesi veya
bir başka döneme geçişin izlerini, en azından potansiyel olarak taşıyor
olmasıyla dikkat çekidir. Bu anlamda, olası yeni bir dönemin başlangıcı da, ABD
ve Çin arasında ‘güven’ tesisine bağlı olduğuna kuşku yok.
Bu geçiş, ya ABD ve Çin
arasında muhtemel bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülecek veya anlaşmanın hasıl
olmaması halinde doğacak kaos ortamında çok işlevselli yapılarla süreç ‘idare
edilmeye’ çalışılacak. İşte bu nedenledir ki, Trump geçen hafta söz konusu bu
görüşmeye dair, “Gerçekten çok zor bir görüşme.” olacak yorumunu yapmıştı.
Ardından New York Times da, “En önemli görüşme.” diyerek söz konusu buluşmaya
atıfta bulunmuştu. Trump yönetimi, bu zor görüşme sırasında, “güce başvurarak” Çin’e
sembolik bir mesaj verirken, ABD ticaret açığının kapatılması ve Kuzey Kore’nin
nükleer tehdidine son verilmesi için de Çin’e süre vermekten geri durmadı.
Suriye üzerinden Kuzey Kore mesajı
Trump - Cinping görüşmesi
öncesinde iki olay dikkat çekiciydi. İlki, Çin hava kuvvetlerine ait bir uçağın
Güney Çin Denizi’ndeki yapay adalardan birinde varlığının tespit edilmesi;
ikincisi de, Kuzey Kore’nin yeni bir füze denemesi gerçekleştirmesiydi. Çin’in Paracel
Adaları çevresinde inşa ettiği yapay adacıklar üzerindeki askeri ve sivil
yapılanmasının varlığı zaten biliniyor. Ancak son bir yılda ilk kez bir askeri
savaş uçağının varlığı tespit edilmemişti. Kuzey Kore ise, bu yıl içerisinde
özellikle önemli görüşmeler arefesinde uygulamaya başladığı tehditvari füze
denemelerine bir yenisini daha ekledi. Hem de ABD’li yetkililerin “artık
sabrımız taştı” açıklamalarına rağmen...
Bu nedenle, söz konusu bu iki husus, hiç kuşku yok ki ABD tarafından
ciddiye alınacak gelişmelerdi.
Öte yandan, görüşme sürecinde
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasını fırsat bilen Trump, ani bir kararla bir
hava üssüne saldırı emri verdi. Bu gelişmenin iki lider arasındaki görüşmeleri
gölgelediği gibi bir yaklaşım sergilense de, açıkçası mesajın doğrudan
hedefinde Kuzey Kore bulunuyor. Bu noktada, Trump’un Suriye rejimine yönelik
füze saldırısı emri, Kuzey Kore rejiminin belki de bugüne kadar ayakta
kalmasında yegâne sebep olan Çin’e bir tür hatırlatma olduğu da ortada. Öyle
ki, Trump’ın geçen hafta Financial Times’a verdiği mülakâtta, “Çin’in harekete
geçmemesi halinde, ABD’nin tek başına Kuzey Kore sorununu çözecek.” cümlesini,
herhalde taraflar Suriye rejimine yönelik süpriz saldırı sonrasında biraz daha
ciddiye alacaklardır. Bu bahsi geçen tüm askeri teşebbüsler, tarafların askeri
kararlılıklarıyla gündeme damga vurmak istediklerinin bir göstergesi.
Bu noktada, Trump’ın Cinping
ile görüşmesi sırasında aldığı saldırı kararının görüşmelerin seyrini
belirlemeye matuf bir yanı var. Burada Trump, ABD’nin her an bir ‘girişimde’
bulunabileceğinin sinyalini açık seçik ortaya koymuş oldu. Tabii ki bu mesaj, geçen
Ocak ve Mart aylarında savunma bakanı James Mattis ve dışişleri bakanı Rex
Tillerson’un bölgeyi ziyaretleri sırasında
Kuzey Kore’nin füze ve nükleer denemelerinde sınır tanımamaya devam
etmesi halinde sıcak bir gelişmeye kapı aralanacağı yolundaki görüşlerini de
destekliyor.
ABD’nin ulusal güvenlik algısı
Yakın geçmişte yaşananlardan
hareketle bakıldığında, Kuzey Kore’nin giderek ciddi bir tehdit halini alması
karşısında ABD yönetiminin sessiz kalması beklemek mümkün değil. Bu durum
sadece Trump yönetiminin savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda atıfta
bulunulan ziyaretleri sırasında sergiledikleri ‘artık sabrımız taştı’ ve ‘Kuzey
Kore’ye güç kullanımı masada” minvalindeki söylemleri değil. Soğuk Savaş
sürecinde ve sonrasında bütün bir yirminci yüzyıl boyunca ABD’nin küresel
hegemonyasına meydan okuma anlamı taşıyacak dünyanın çeşitli bölgelerindeki
gelişmelere doğrudan müdahalesi, ABD’nin Kuzey Kore tehdidine karşı artık
‘barışçıl’ yöntemleri gündemde tutmakla yetinmeyeceğinin kanıtıdır. Eisenhower’la
başlayan Vietnam serüveni, George Bush’un (baba Bush) Irak saldırısı, George W.
Bush’un (oğul Bush) ulusal güvenliğe adını yazdırdığı ‘önleyici saldırı’ ile
Irak’a ikinci saldırısı akıllarda hala tazeliğini koruyor.
Açıkçası, Kuzey Kore’nin son
füze denemesinin, ABD yönetiminin kararında tetikleyici bir etki yaptığı son
derece açık. Bu yılın başından itibaren önemli görüşmeler öncesinde Kuzey Kore
yönetimi ‘süper güçlere’ nazire yaparcasına füze denemeleri yapmayı sürdürmesi
kadar bundan geri durmayacağının da habercisiydi. Öte yandan, daha geniş bir
perspektiften bakıldığında ABD yönetiminin, bir yandan Ortadoğu’daki, öte
yandan Doğu Asya’daki gelişmeler karşısında ‘kullanışlığı’ olacağı anlaşılan
acil saldırı kararını yürürlüğe koyduğunu söylemek de mümkün. Trump’ın bu son
dakika füze saldırısı kararı Asya-Pasifik bağlamı içerisinde
değerlendirildiğinde, Çin yönetimine ABD’nin tek güç olduğunu hatırlatma kadar,
benzer bir gelişmeyi dünyanın farklı bir yerinde, örneğin Kore Yarımadası’nda
da yapabileceğini gösteriyor. Ve bu noktada, Cinping’le görüşmenin akabinde
Singapur’daki ABD donanmasının Kore Yarımadası’na doğru yola çıkmış olması da,
Trump yönetiminin ne kadar hızlı hareket edebildiğini gösteriyor. Üstüne
üstlük, koltuğa oturduğu gündem bu yana, hem ulusal hem de uluslararası arenada
tepkilere maruz kalan Trump’un bu son hamlesinin epeyce ‘takdir’ toplaması da
kazanım hanesine eklenecek bir gelişme.
Asya-Pasifik’te kararlılık
Tabii şunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. ABD
savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda dikkat çekilen ziyaretleri sırasında,
Kuzey Kore’nin agresif yaklaşımları ve Çin yönetiminin Güney Çin Denizi’ndeki
yayılmacı politikasına karşı ortaya koydukları söylem ve duruş, ABD’nin
Asya-Pasifik bölgesine yönelik hassasiyetinin bitmesi bir yana, kararlılık ve
eylem noktasında giderek daha da netleşmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu
noktada, 20 Kasım seçimleri sonrasında ABD’nin içe kapanıp, Asya-Pasifik’den
çekileceği algısının bir yanılsama olduğu böylece giderek belirginlik kazanıyor.
Kaldı ki, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın yıllar öncesinde dile
getirdiği, “Asya-Pasifik bölgesi ABD için öylesine önemli ki, buranın
kaybedilmesi küresel hakimiyetin kaybedilmesi anlamına gelir.” görüşü bir kez
daha doğrulanmış oluyor.
Çin yönetiminin, özellikle 2010
yılından itibaren bölgede Japonya, Vietnam ve Filipinler başta olmak üzere
bölge ülkelerini şu veya bu şekilde doğrudan karşısına almak suretiyle, Doğu ve
Güney Çin Denizi’nde yayılmacılığına, askeri ve sivil olarak egemenliğini
pekiştirecek teşebbüslerine daha ne kadar devam edip etmeyeceği tartışmalı hale
gelmeye başladı. Öyle ki, Mark Landler’in Obama dönemini konu alan eserinde konuyla
ilgili olarak yer verdiği dönemin dışişleri bakanı Hillary Clinton’un bir
açıklaması bugün somut bir hâl almış durumda. Clinton’un, 2010 yılında Hanoi’deki
Asya zirvesinde yaptığı konuşmada, “Amerika Birleşik Devletleri denizlerde
serbest dolaşım hakkını, Asya deniz ticareti ulaşım özgürlüğünü ve Güney Çin
Denizi’nde uluslararası yasalara saygıyı ulusal bir mesele olarak görmektedir.”
yaklaşımı, bugün Trump yönetiminin göstermeye başladığı kararlılıkla
pekişirken, bir anlamda ABD yönetiminde devamlılık olgusu ortaya çıkıyor.
Çin nasıl karşılık verecek?
Bu gelişmeler karşısında Çin’in
ABD’ye doğrudan meydan okuması beklenmiyor. Aksine, Çin, ABD’yi doğrudan karşısına
alamayacak kadar kaybedecek çok şeyi bulunuyor. Bu anlamda, Şi Cinping’in
Trump’la “Kuzey Kore’nin nükleer denemelerde çok ciddi bir safhaya” geldiği
konusunda hem fikir olması önemliydi. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde
Çin’in, özellikle Kuzey Kore konusunda nasıl bir politika izleyeceği konusu
belirsizliğini korusa da, ABD’nin görüşmeden sadece bir gün sonra bir başka hamle
ile, Singapur’daki deniz kuvvetlerine bağlı bir donanmasını Kore Yarımadası’na
yöneltmesi Çin yönetiminin karar sürecini hızlandırma talebini de içeriyor.
Öte yandan, Amerikan dış
ticaret açığının önemli bir bölümünün Çin’le olan ticaretinden kaynaklanması bu
ülkeyle ticari ilişkilerin yeniden ele alınmayı gerektirdiğine kuşku yok. Öyle
ki, Trump’ın, Amerikan şirketlerinin ülke içi yatırımlara yönelmeleri şeklinde
açıklanan içe kapanma politikasında ısrarcı olması, ABD-Çin ticaretinde yeni
arayışları gündeme getiriyor. Bu noktada, Çin yönetiminin, iki ülke arasında
ticaret savaşlarını başlatma sinyali yerine, ABD’nin talebi üzerine ticareti
yeniden düzenleyecek bazı kararlar almaya adım atmaya niyetli olduğu
anlaşılıyor. Kimsenin ağzına dahi almak istemediği ‘ticaret savaşları’ yerine,
örneğin Cuma günkü görüşmede Şi Cinping ABD’ye daha çok yatırım yapma ve daha
çok Amerikan mali ithal etme vaadinde bulunması bir çözüm arayışı olarak
değerlendirmek mümkün.
Bu noktada, Çin yönetimi hiç
kuşku yok ki bir karar aşamasında. Çin’in, füze ve nükleer denemelerine devam
eden Kuzey Kore yönetimine sahip çıkmaya devam etmesi, hem bölge hem de
uluslararası kamuoyu nezdinde Çin’e yönelik tepkileri artıracaktır. Kore
Yarımadası’nda meydana gelecek sıcak çatışma aynı zamanda Kuzey Kore’de bir
rejim değişikliğine de beraberinde getirecektir. Çin yönetimi, bir yandan Güney
Kore’ye yerleştirilmesine karar verilen füze savunma sistemlerine (THAAD) karşı
gelirken, böylesi bir sıcak gelişmede ulusal güvenliğinde önemli bir yeri
bulunan Kuzey Kore’nin tampon bölge olması özelliğini yitirmesine nasıl bir
stratejik karşılık vereceği de önemli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder