24 Nisan 2017 Pazartesi

ABD Asya-Pasifik’te güven arayışında / The US looking for trust in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         24.04.2017

ABD başkan yardımcısı Mike Pence on gün boyunca Asya-Pasifik bölgesindeydi. Pence’in Güney Kore, Japonya, Endonezya ve Avustralya’yı kapsayan resmi ziyaretler zinciri, ABD yönetimin bölge ile irtibanının kopmadığını, kopmayacağının bir kez daha göstergesiydi. Bu ziyaretin de pekiştirdiği üzere, ABD yönetiminin Asya-Pasifik bölgesine ilgisi ve eğilimi gün geçtikçe daha da önem kazanıyor.

Pence’in yukarıda zikredilen dört ülkeye ziyareti Amerika ile ilgili ülkeler arasındaki ikili ilişkilerin yanı sıra, hiç kuşku yok ki, Kuzey Kore sorununa dair önemli bir diplomasi girişimiydi. Başkan yardımcısı Pence’ın, tıpkı Savunma Bakanı James Mattis’in Ocak ve Rex Tillerson’ın ise Mart ayında bölgeye yaptıkları ziyaretleri gibi, ilk ziyaretini Asya-Pasifik bölgesindeki ülkelere yapması, ABD’de yeni yönetimin içe kapanmacı politikaları nedeniyle bu bölgeyle bağların zayıflayacağı yönündeki düşüncelerin giderek anlamını yitirmekte olduğunu ortaya koyuyor.

ABD’den kararlılık mesajı
Pence’in ziyaretlerinin ana çerçevesini ABD’nin Asya-Pasifik bölgesiyle var olan bağının teyidi kadar, yaklaşmakta olduğu izlenimi verilen Kuzey Kore’ye yönelik bir saldırı için, ilgili ülkelerle belki de son destek ve görüş alış verişlerini gerçekleştirmekti. Bu ziyaret, ABD yönetiminin Kuzey Kore tehdidine karşısında, ‘Kuzey Kore’ye askeri müdahalenin masada” olduğu yönündeki açıklamalarının giderek güç kazanmakta olduğunu kanıtlıyor. Öyle ki, bugünlerde Foreign Affairs başta olmak üzere bazı önemli yayın organları bir yandan ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine verdiği tarihsel önemi hatırlatan, öte yandan ABD ve bölgedeki müttefiklerinin Kuzey Kore’ye sıcak bir girişimde bulunmalarının nedenlerini izah eden yayınlar konunun hiç de hafife alınır bir yanının olmadığını gösteriyor.

Bu bağlamda, söz konusu ziyaretlerin, Trump’ın ‘önce Amerika’ vizyonunun bölge ülkelerinde neden olduğu, “ABD bölgeden çekiliyor mu?” yönündeki kafa karışıklıklarını ve kaygıları ortadan kaldırmayı hedeflediği çok açık. Bu noktada, Trump’ın çizmeye çalıştığı vizyon ile, ABD’de ilgili bakanlıklar ve kurumlar nezdinde bölgeye bakış arasında bir ayrışma olduğu söylenebilirse de, gelinen noktada Trump’ın da kaçınılmaz olarak Asya-Pasifik bölgesinde var olmanın önemine ikna edilmiş olduğunu ileri sürebiliriz. Bu nedenle, öncekiler gibi Pence’in ziyareti de, Asya-Pasifik bölgesinden başlayarak küresel kamuoyuna ABD’nin belirsizlikleri aşma ve güven tazeleme amaçlarını içeriyor.

Washington bölgedeki müttefiklerine muhtaç
Pence’in bu siyasi atağı, ABD başkanı Donald Trump ile Çin devlet başkan Şi Cinping arasındaki 6-7 Nisan günlerindeki Kuzey Kore temalı ‘zirve’nin akabinde gerçekleşmesiyle de önem taşıyor. Liderler zirvesinin akıllarda kalan en önemli açıklaması, Başkan Trump, Şi Cinping’den Kuzey Kore üzerinde yaptırım gücünü ortaya koyması, aksi halde ABD’nin tek başına Kuzey Kore sorununu çözeceği yönlü yaklaşımıydı. Her ne kadar, Trump ‘tek başına’ dese de bölgedeki birincil derecede ittifak halindeki ülkelerle ve diğer ülkelerin desteğini almaksızın böylesi bir hamleye kalkış/a/mayacağı ortada. Zaten Pence de, Avustralya ziyaretinde, Çin yönetimine atıfta bulunarak Kuzey Kore’yle baş edemiyorsa, ABD’nin bu işi müttefikleriyle yapacağını açıkladı.

Her ne kadar, Trump, önceliği Kuzey Kore tehdidine karşılık olarak verse de, aslında bu durum, daha önceki ABD yönetimlerinin Asya-Pasifik bölgesinde kalıcı olma yönündeki iddialarından bağımsız bir duruma tekabül etmiyor. Bugün Kuzey Kore’nin öne çıkmasında, bu ülkenin nükleer füze denemelerinde ABD’yi hedef alabilecek bir kapasiteye erişmiş olması yatıyor. Öyle ki, Kuzey Kore’nin bugün yarın yapması beklenen kıtalararası balistik füze denemesi bunun en açık göstergesi. Kaldı ki, Kuzey Kore’nin askeri kabiliyetinin ABD’nin bölgedeki iki güçlü müttefiki konumundaki Japonya ve Güney Kore’deki üslerini ve açık denizdeki ABD donanmasını da hedef alabilecek olması, ABD’nin ‘ulusal güvenlik’ olgusuyla doğrudan ilintili bir durum ortaya koyuyor.

Güney Kore’nin tereddütleri
Pence’in Güney Kore ve Japonya ziyaretleri, bu iki ülkenin Kuzey Kore’nin doğrudan hedefi olmaları dolayısıyla birincil önem taşıyor. Güney Kore’de devlet başkanı Park Geun-hye’nin yolsuzluk iddiaları sonrasında görevine son verilerek hapis cezası almasının ardından 9 Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimleri, Kuzey Kore ile ‘mücadelede’ nasıl bir politika izleneceğinin de belirlenmesinde bir rol oynayacak. Sanıldığının aksine Güney Kore’de tüm siyasi partiler veya liderler Kuzey Kore’ye yönelik savaş yanlısı bir yaklaşım içerisinde değiller.

Başkanlık için yarışacağı belirtilen kimi adayların Kuzey Kore’yle ‘sıcak bir temas’ yerine siyasi yollarla Kim Jong-un rejiminin iknaya devam edilmesi ve hatta Güney Kore’ye yerleştirilmesi plânlanan füze savunma sistemlerine (THAAD) dahi karşı çıkıldığı biliniyor. Bu noktada, akıllara ABD’nin bu süreçte Kuzey Kore seçimlerinde “bir rol oynayabileceği de” gelmiyor değil. Kuzey Kore’ye sıcak bir gelişmeye karşı olanlar hiç kuşku yok ki, Yarımada’da olası bir savaşın başta başkent Seul olmak üzere Güney Kore’ye vereceği her türden kayıpların da hesap edildiğini düşünmek gerekir.

Güney Kore’deki seçim süreci ve akabinde füze savunma sistemlerinin yerleştirilmesi tamamlanmadıkça, ABD’nin Kuzey Kore’ye yönelik olarak bir saldırısından bahsetmek hiç de akılcı değil. Kaldı ki, ABD ve Kuzey Kore yönetiminlerinden gelen açıklamalarda, “yapılacak ilk saldırı” denilerek, karşı tarafın ilk hamlesinin beklendiği ve buna göre konum belirleneceği yönünde bir yaklaşım da gözlemleniyor.

Tehdit tüm bölgeyi kapsıyor
Pence’in Avustralya gezisi, Kore Yarımadası temelli yaklaşık kadar, özellikle Trump-Turnbull arasında yaşanan telefon skandalını gidermeye matuf bir yönü içeriyordu. Asya-Pasifik’de böylesine önemli bir aşamaya gelmiş olan ABD’nin, Obama döneminde Avustralya ile yapılan Manus ve Nauru Adaları’ndaki sayısı bini aşkın göçmenin ABD’ye gönderilmesi konusu herhalde ilişkilerin dondurulması gibi bir sonuca yol açması beklenemez.

Pence’in bu ziyaretinde belki de en dikkat çeken ülke Endonezya oldu. 2014 yılından bu yana, devlet başkanı Joko Widodo yönetiminin ABD ile arasına mesafe koyma yönelimli bir dış politika izlemesi ve daha çok Çin’e yakınlaşma çabalarına rağmen, Pence bu ülkeyi gündeme aldı. ABD yönetiminin dış ticaret açığına yol açan on altı ülke arasında adı geçen Endonezya ile ticari ilişkilerin geleceği kadar, Papua Eyaleti’nde faaliyet gösteren ABD kökenli Freeport madencilik şirketinin Endonezya hükümetiyle yaşadığı sorunlar konuşuldu. Bununla birlikte, Kore Yarımadası’nda BM kararları olmasızın bir girişime sıcak bakmadığının işaretini Suriye’ye yapılan füze saldırısında ortaya koyan Endonezya yönetimini bu sorunun ‘ciddiyeti’ konusunda ikna çabası da gündemdeydi.

Tabii, Pence bu görüşmelerde havayı yumuşatma adına Endonezya makamlarının her daim memnun oldukları şekilde ülkenin “ılımlı İslam anlayışını” öven sözleri öne çıktı. Bununla birlikte, bu ülkenin sahip olduğu bir entellektüel birikim ve bu yönde günümüzde kayda değer bir çaba olup olmadığı gündeme taşınmıyor. Bu noktada, ülkenin kahir ekseriyetinin ‘Müslüman’ olmasından neşet eden bir niceliksel duruma atıf ise, suni bir gündem oluşturmaya matuf bir yönü bulunuyor.

Kuzey Kore sorunu, ABD dış politikasında öncelikli bir yer almış durumda. Suriye ve Afganistan güzergâhından Kore Yarımadası’na doğru bir rota çizen başkan Trump’ın çıkışını bölge ülkeleri ciddiye alıyor. Bu ciddiyet, bir yandan bölgede sadece Japonya ve Güney Kore değil, dünkü açıklamalarda da görüldüğü üzere Avustralya’ya kadar olan bölge ve şimdilik potansiyel olarak ABD’yi hedef alan Kuzey Kore tehdidi yakından hissedilmesi bölgede bir güvenlik tesisi ihtiyacını ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, Kore Yarımadası’ndaki sıcak bir gelişmenin, ekonomik krizlerden çıkma uğraşındaki bölge ülkelerini de yakından ilgilendiyor. Bu noktada, Yarımada’daki gelişmenin Güney Kore’yi de doğrudan etkileyecek olması, Tayland, Singapur, Malezya, Endonezya gibi ülkelerde önemli yatırımları olan Güney Kore’yi doğrudan etkileyecek olması söz konusu bu ülkelerdeki ekonomik üretim süreçlerine darbesi kaçınılmaz olacaktır.


22 Nisan 2017 Cumartesi

Türkiye Endonezya ilişkilerinde 60. Yıl / 60th Anniversary of Turkish – Indonesian Relations

Mehmet Özay                                                                                                                         22.04.2017

İçinde bulunduğumuz Nisan ayı, Türkiye ile Endonezya arasında siyasi ilişkilerin başlamasının altmışıncı yılına tekabül ediyor. Türkiye’nin 10 Nisan 1957 tarihinde göreve başlayan ilk büyükelçisinden bu yana 22 büyükelçi görev yaptı. Şu anda 23. büyükelçi görev başında. Bu çerçevede birbiriyle ilintili olduğuna kuşku olmayan bazı hususları dile getirerek altmış yıla dair kısa bir değerlendirme yapmakta fayda var.

Öncelikle, iki ülkenin modern dönemde ‘cumhuriyet’ niteliklerine haiz yönetimleri, nüfuslarının kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturması ilk akla gelen unsurlar. Suharto döneminin saygın bir ekonomiden sorumlu koordinasyon bakanı Ali Wardhana’nın, “iki ülkenin pek çok benzer tecrübeleri” var sözünün de, bizim saydığımı bir iki özelliği ‘pekiştirici’ bir yanı olacaktır. İki ulusun birbirine muhabbetini de bunlara eklemek mümkün.

Bununla birlikte, söz konusu ilişkilerin altmışıncı yılı bağlamında bazı hususları ele almakta fayda var. Bu çerçevede, günceli de ilgilendiren yönüyle şu hususa dikkat çekmekte fayda var. İslam İşbirliği Teşkilatı, G-20, atıl da olsa D-8 gibi birliklerdeki yerimiz ve öte yandan, dirsek teması mahiyetinde olmakla birlikte gelecek vaad ettiği düşünülebilecek akredite olduğumuz ASEAN’daki yakınlığımızın iki ülkeyi yan yana getirebilecek kurumsal vasıtalar olduğuna kuşku bulunmamaktadır. Bu araçlar sayesindedir ki, aşağıda değineceğim bazı hususlara dayanarak oluşan ‘dostluğun’, ‘ortaklığa’ evrilmesinin mümkün olacağı ümidini taşıyoruz.

Bununla birlikte, iki ülke ilişkilerini yukarıda zikredilen tarihle, yani ilk büyükelçinin göreve getiriliş tarihiyle başlatmak ise mümkün değil denilebilir. Örneğin daha büyükelçi atamaları gerçekleşmeden önce, 1955 yılının 18-24 Nisan günlerinde Bandung şehrinde yapılan ve bu nedenle ‘Bandung Konferansı’ adıyla anılan etkinliğe katılan ülkeler arasında Türkiye de yer alıyordu. Her ne kadar bağlantısızlar, üçüncü dünya ya da görece yeni bir tabirle, ‘güneyliler’ adıyla anılan ülkeleri bir araya getiren bu konferansta Türkiye’nin o dönem yani, Soğuk Savaş yıllarının başlarında hangi “bloğu” temsilen katıldığı, konferanstaki tartışmalar ve sonrasındaki gelişmelere verdiği “tepkiler”, elbette ki tartışmaya açıktır. Bu noktada, söz konusu konferans tartışmalarını ele alan Cakarta’daki Milli Kütüphane arşivindeki “Berita Konferensi Asia Afrika” adlı dergiden başlayarak kayda değer araştırmalar yapmak mümkün.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki ilişkilerin bağımsızlık öncesi yıllara kadar geri götürülmesine de zaman zaman tanık olunmaktadır. Örneğin, 29 Ekim 2016 tarihinde Cumhuriyet repersiyonunda da tekrar edildiği üzere, iki ülke ilişkilerinin Osmanlı-Açe bağlamına kadar uzatılması, hatta bu noktada bazı referanslar dikkate alınarak 12. yüzyıla atıf yapıldığı görülür. Ancak bu yaklaşımın iki tarafı rahatlatıcı, her iki ülke başkentine ‘sıcak’ mesajlar vermesi açısından gayet tabii, protokolcülüğün gözetilmesi noktasında uygun bir yanı olduğunu söylemek mümkün. Ancak yadsınamaz tarihi gerçeklerin göz ardı edilemezliği, dün kadar, çokça ihtiyacımız olduğuna kuş olmayan bugüne ve bugünkü ilişkilere olan yaklaşımımızda belirleyiciliği bulunmaktadır. Bu noktada örneğin ‘Endonezya’ adı örneğinden hareketle bazı hususlara değinmekte yarar var.

Endonezya Cumhuriyeti’nin 17 Ağustos 1945 tarihinde bağımsızlığını ilân etti. Bu tarihden önce ise, Hollanda Krallığı’nın bir sömürgesi olarak ‘Hollanda Doğu Hint’ Adaları adıyla anılan bir siyasi yapının içinde yer alıyordu. “Hollanda”yı bir kenara bırakacak olursak, ‘Doğu Hint’ kullanımının muğlaklığı aşikâr olduğu görülür. Bu anlamda, nötr bir kullanım olarak, en azından o dönemi coğrafi olarak tanımlamak için ‘Takımadalar’ ve ‘Malay Takımadalar’ı kullanımının uygun olduğunu söyleyebilirim. Sömürgeci Hollanda krallığı, bu Takımadalar’da, en azından belli başlılarını hesaba katarak ifade edecek olursak, onlarca ‘millet’in varlığını ve aralarında siyasi, kültürel ve medeniyet bağlamlarında öne çıkarılabilecek bazı bölgeleri ve bu bölgelerdeki halkları göz ardı eden bir yaklaşım sergilemiştir.

Ve bunu da “sömürge ahlâkı” olarak adlandırdığım ve kaynaklarını “Avrupa merkezcilik” denilen bakış açısından alan yaklaşımı ‘dayatarak’ ortaya koymuştur. Öyle ki, basın yayın faaliyetlerinin giderek ivme kazandığı 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın ilk kırk yılındaki gazetelerde bölgenin adlandırılmasında Hindistan vatanı (Tanah Hindia), Hollanda Hindistanı (Hindia Belanda-Hindia Nederland-Hindia Olanda), Hindia, Hindi, Doğu Hindistan (Hindia Timoer), Indies kullanımların da bile bunun izlerini görmek mümkün. Bu noktada, ‘Endonezya’ kelimesinin ilk kullanımının 19. yüzyıl son çeyreğinde gündeme geldiğini söylemek gerekir. Bu kullanımın bağımsızlık öncesindeki yayın organlarının bir bölümünde de kullanıldığına tanık olunur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’de kurulması, kuruluş sürecinde verilen mücadeleler, o dönem ‘Doğu Hint’te hem geniş kitleler anlamında Müslümanlar ile siyasi hareket olarak İslamcılar ve hem milliyetçi siyasi hareketler ve bu hareketlerin yayın organlarınca dikkatle takip ediliyordu. Daha ilk gençlik yıllarından itibaren siyasetin odağında yer almış, dönemin İslamcı hareketlerinden biri kabul edilen ‘Sarekat Islam’ın kurucusu Ömer Cokroaminoto’nun ‘damadı’ ve önde gelen entellektüel ve milliyetçisi Sukarno da, bu kişiler arasında yer alıyordu. Cokroaminoto’nun, Sukarno’nun aynı zamanda ilk siyasi ‘guru’sunu olduğunu da hatırlatalım. Bağımsızlık hareketi lideri olmaya hazırlanan Sukarno Doğu Asya, Hint Alt Kıtasındaki bağımsızlık hareketleri gibi Anadolu’daki gelişmeleri de araştırmış ve dönemin önemli isimlerin eserlerini veya haklarında yazılanları hapiste bulunduğu dönemde elden geçirmiştir. Bu ‘okuma’ sürecinin bağımsızlık hareketine manevi güç kazandırmasının ötesinde, bağımsızlığın ardından “Beş İlke” (Pancasila) ideolojisinde göründüğü üzere, ‘nasıl bir devlet yapısının teşkil ettirileceği’ sorusuna gayet önemli cevapların verilmesine de yol açmıştır.

Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra ‘büyükelçiliklerin’ açılmasıyla gündeme gelen ilişkilere dair “Acaba Endonezya Milli Kütüphanesi’nde neler var?” diye soruştururken, daha çok bazı resmi ziyaretler ile büyükelçilerin çeşitli ‘protokoller’de çekilmiş fotoğraflarına rastladım. Bunlar arasında, 24 Kasım 1976 tarihinde Çaldıran depremi sonrasında 10 Aralık’da Endonezya hükümetinin on bin dolarlık deprem yardım çekini Türkiye büyükelçisine takdimi; 18 Aralık 1982 tarihli Kenan Evren’in dönemin devlet başkanı Suharto ile görüşmesi gibi görseller bulunuyor. Ayrıca, Endonezya din işleri bakanlığı da yapmış olan Abdul Mukti Ali’nin de aralarında bulunduğu entellektüellerce Türkiye gibi modern bir devlette İslam ve sekülerlik (tabii bunu ‘laiklik’ olarak anlamak gerekiyor) konusunu ele alan çalışmalar; Türkiye’den bazı kitaplar arasında, kendisini Açe’de misafir etmek de nasip olan, merhum Korkut Özal’ın ‘Türkiye’de Sulama Alanında Kalkınma İncelemesi’ (1962) adlı bir eser dikkat çekiyor.

Altmış yıllık ilişkilerde anılması gereken elbette başka hususlar da yok değil. Ancak son olarak merhum Metin İnegöllüoğlu’nu zikretmek gerekir. 1986-1989 yılları arasında büyükelçilik yapan İnegöllüoğlu’nun “Asya-Pasifik’te Türk İzleri” (1998) adlı kitap çalışması iki ülke ilişkilerinin dünün bugünü kadar geleceğine dair de ipuçları barındırıyor.


11 Nisan 2017 Salı

Trump-Şi zirvesi ve küresel düzende yeni arayışlar / Trump - Xi Summit: New Quests for Global Order

Mehmet Özay                                                                                                                         10.04.2017

ABD devlet başkanı Donald Trump ile Çin devlet başkanı Şi Cinping’in buluşması, sadece iki ülke ilişkileri noktasında değil, dünyanın dört bir yanında etkileri merakla beklenen bir gelişmeydi ve de öyle de oldu. Bu bağlamda, görüşme öncesi ve sırasındaki ‘askeri alandaki’ gelişmelerin söz konusu görüşmenin seyrinde belirleyici olduğu anlaşılıyor.

Bununla birlikte, bu görüşme, başkan Trump’ın 20 Kasım seçimleri öncesindeki kampanya sürecinde Çin’i de hedef alan ve özellikle de, iki ülke arasındaki ticari açığa gönderme yapan söyleminin yol açacağı yeni politikaların uygulama alanı bulup bulmamasıyla veya nükleer füze denemeleriyle gündemi belirlemeye çalışan Kuzey Kore’nin ‘pasifize’ edilip edilmesiyle sınırlı ve alâkalı değildi. Aksine, adına ‘küresel düzen’ denilen yapıda meydana gelen belirsizliklerin aşılabilmesi veya bir başka döneme geçişin izlerini, en azından potansiyel olarak taşıyor olmasıyla dikkat çekidir. Bu anlamda, olası yeni bir dönemin başlangıcı da, ABD ve Çin arasında ‘güven’ tesisine bağlı olduğuna kuşku yok.

Bu geçiş, ya ABD ve Çin arasında muhtemel bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülecek veya anlaşmanın hasıl olmaması halinde doğacak kaos ortamında çok işlevselli yapılarla süreç ‘idare edilmeye’ çalışılacak. İşte bu nedenledir ki, Trump geçen hafta söz konusu bu görüşmeye dair, “Gerçekten çok zor bir görüşme.” olacak yorumunu yapmıştı. Ardından New York Times da, “En önemli görüşme.” diyerek söz konusu buluşmaya atıfta bulunmuştu. Trump yönetimi, bu zor görüşme sırasında, “güce başvurarak” Çin’e sembolik bir mesaj verirken, ABD ticaret açığının kapatılması ve Kuzey Kore’nin nükleer tehdidine son verilmesi için de Çin’e süre vermekten geri durmadı.

Suriye üzerinden Kuzey Kore mesajı
Trump - Cinping görüşmesi öncesinde iki olay dikkat çekiciydi. İlki, Çin hava kuvvetlerine ait bir uçağın Güney Çin Denizi’ndeki yapay adalardan birinde varlığının tespit edilmesi; ikincisi de, Kuzey Kore’nin yeni bir füze denemesi gerçekleştirmesiydi. Çin’in Paracel Adaları çevresinde inşa ettiği yapay adacıklar üzerindeki askeri ve sivil yapılanmasının varlığı zaten biliniyor. Ancak son bir yılda ilk kez bir askeri savaş uçağının varlığı tespit edilmemişti. Kuzey Kore ise, bu yıl içerisinde özellikle önemli görüşmeler arefesinde uygulamaya başladığı tehditvari füze denemelerine bir yenisini daha ekledi. Hem de ABD’li yetkililerin “artık sabrımız taştı” açıklamalarına rağmen...  Bu nedenle, söz konusu bu iki husus, hiç kuşku yok ki ABD tarafından ciddiye alınacak gelişmelerdi.

Öte yandan, görüşme sürecinde Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasını fırsat bilen Trump, ani bir kararla bir hava üssüne saldırı emri verdi. Bu gelişmenin iki lider arasındaki görüşmeleri gölgelediği gibi bir yaklaşım sergilense de, açıkçası mesajın doğrudan hedefinde Kuzey Kore bulunuyor. Bu noktada, Trump’un Suriye rejimine yönelik füze saldırısı emri, Kuzey Kore rejiminin belki de bugüne kadar ayakta kalmasında yegâne sebep olan Çin’e bir tür hatırlatma olduğu da ortada. Öyle ki, Trump’ın geçen hafta Financial Times’a verdiği mülakâtta, “Çin’in harekete geçmemesi halinde, ABD’nin tek başına Kuzey Kore sorununu çözecek.” cümlesini, herhalde taraflar Suriye rejimine yönelik süpriz saldırı sonrasında biraz daha ciddiye alacaklardır. Bu bahsi geçen tüm askeri teşebbüsler, tarafların askeri kararlılıklarıyla gündeme damga vurmak istediklerinin bir göstergesi.
Bu noktada, Trump’ın Cinping ile görüşmesi sırasında aldığı saldırı kararının görüşmelerin seyrini belirlemeye matuf bir yanı var. Burada Trump, ABD’nin her an bir ‘girişimde’ bulunabileceğinin sinyalini açık seçik ortaya koymuş oldu. Tabii ki bu mesaj, geçen Ocak ve Mart aylarında savunma bakanı James Mattis ve dışişleri bakanı Rex Tillerson’un bölgeyi ziyaretleri sırasında  Kuzey Kore’nin füze ve nükleer denemelerinde sınır tanımamaya devam etmesi halinde sıcak bir gelişmeye kapı aralanacağı yolundaki görüşlerini de destekliyor.

ABD’nin ulusal güvenlik algısı
Yakın geçmişte yaşananlardan hareketle bakıldığında, Kuzey Kore’nin giderek ciddi bir tehdit halini alması karşısında ABD yönetiminin sessiz kalması beklemek mümkün değil. Bu durum sadece Trump yönetiminin savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda atıfta bulunulan ziyaretleri sırasında sergiledikleri ‘artık sabrımız taştı’ ve ‘Kuzey Kore’ye güç kullanımı masada” minvalindeki söylemleri değil. Soğuk Savaş sürecinde ve sonrasında bütün bir yirminci yüzyıl boyunca ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuma anlamı taşıyacak dünyanın çeşitli bölgelerindeki gelişmelere doğrudan müdahalesi, ABD’nin Kuzey Kore tehdidine karşı artık ‘barışçıl’ yöntemleri gündemde tutmakla yetinmeyeceğinin kanıtıdır. Eisenhower’la başlayan Vietnam serüveni, George Bush’un (baba Bush) Irak saldırısı, George W. Bush’un (oğul Bush) ulusal güvenliğe adını yazdırdığı ‘önleyici saldırı’ ile Irak’a ikinci saldırısı akıllarda hala tazeliğini koruyor.

Açıkçası, Kuzey Kore’nin son füze denemesinin, ABD yönetiminin kararında tetikleyici bir etki yaptığı son derece açık. Bu yılın başından itibaren önemli görüşmeler öncesinde Kuzey Kore yönetimi ‘süper güçlere’ nazire yaparcasına füze denemeleri yapmayı sürdürmesi kadar bundan geri durmayacağının da habercisiydi. Öte yandan, daha geniş bir perspektiften bakıldığında ABD yönetiminin, bir yandan Ortadoğu’daki, öte yandan Doğu Asya’daki gelişmeler karşısında ‘kullanışlığı’ olacağı anlaşılan acil saldırı kararını yürürlüğe koyduğunu söylemek de mümkün. Trump’ın bu son dakika füze saldırısı kararı Asya-Pasifik bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde, Çin yönetimine ABD’nin tek güç olduğunu hatırlatma kadar, benzer bir gelişmeyi dünyanın farklı bir yerinde, örneğin Kore Yarımadası’nda da yapabileceğini gösteriyor. Ve bu noktada, Cinping’le görüşmenin akabinde Singapur’daki ABD donanmasının Kore Yarımadası’na doğru yola çıkmış olması da, Trump yönetiminin ne kadar hızlı hareket edebildiğini gösteriyor. Üstüne üstlük, koltuğa oturduğu gündem bu yana, hem ulusal hem de uluslararası arenada tepkilere maruz kalan Trump’un bu son hamlesinin epeyce ‘takdir’ toplaması da kazanım hanesine eklenecek bir gelişme.

Asya-Pasifik’te kararlılık
Tabii  şunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var. ABD savunma ve dışişleri bakanlarının yukarıda dikkat çekilen ziyaretleri sırasında, Kuzey Kore’nin agresif yaklaşımları ve Çin yönetiminin Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacı politikasına karşı ortaya koydukları söylem ve duruş, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yönelik hassasiyetinin bitmesi bir yana, kararlılık ve eylem noktasında giderek daha da netleşmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada, 20 Kasım seçimleri sonrasında ABD’nin içe kapanıp, Asya-Pasifik’den çekileceği algısının bir yanılsama olduğu böylece giderek belirginlik kazanıyor. Kaldı ki, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın yıllar öncesinde dile getirdiği, “Asya-Pasifik bölgesi ABD için öylesine önemli ki, buranın kaybedilmesi küresel hakimiyetin kaybedilmesi anlamına gelir.” görüşü bir kez daha doğrulanmış oluyor.

Çin yönetiminin, özellikle 2010 yılından itibaren bölgede Japonya, Vietnam ve Filipinler başta olmak üzere bölge ülkelerini şu veya bu şekilde doğrudan karşısına almak suretiyle, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde yayılmacılığına, askeri ve sivil olarak egemenliğini pekiştirecek teşebbüslerine daha ne kadar devam edip etmeyeceği tartışmalı hale gelmeye başladı. Öyle ki, Mark Landler’in Obama dönemini konu alan eserinde konuyla ilgili olarak yer verdiği dönemin dışişleri bakanı Hillary Clinton’un bir açıklaması bugün somut bir hâl almış durumda. Clinton’un, 2010 yılında Hanoi’deki Asya zirvesinde yaptığı konuşmada, “Amerika Birleşik Devletleri denizlerde serbest dolaşım hakkını, Asya deniz ticareti ulaşım özgürlüğünü ve Güney Çin Denizi’nde uluslararası yasalara saygıyı ulusal bir mesele olarak görmektedir.” yaklaşımı, bugün Trump yönetiminin göstermeye başladığı kararlılıkla pekişirken, bir anlamda ABD yönetiminde devamlılık olgusu ortaya çıkıyor.

Çin nasıl karşılık verecek?
Bu gelişmeler karşısında Çin’in ABD’ye doğrudan meydan okuması beklenmiyor. Aksine, Çin, ABD’yi doğrudan karşısına alamayacak kadar kaybedecek çok şeyi bulunuyor. Bu anlamda, Şi Cinping’in Trump’la “Kuzey Kore’nin nükleer denemelerde çok ciddi bir safhaya” geldiği konusunda hem fikir olması önemliydi. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde Çin’in, özellikle Kuzey Kore konusunda nasıl bir politika izleyeceği konusu belirsizliğini korusa da, ABD’nin görüşmeden sadece bir gün sonra bir başka hamle ile, Singapur’daki deniz kuvvetlerine bağlı bir donanmasını Kore Yarımadası’na yöneltmesi Çin yönetiminin karar sürecini hızlandırma talebini de içeriyor.

Öte yandan, Amerikan dış ticaret açığının önemli bir bölümünün Çin’le olan ticaretinden kaynaklanması bu ülkeyle ticari ilişkilerin yeniden ele alınmayı gerektirdiğine kuşku yok. Öyle ki, Trump’ın, Amerikan şirketlerinin ülke içi yatırımlara yönelmeleri şeklinde açıklanan içe kapanma politikasında ısrarcı olması, ABD-Çin ticaretinde yeni arayışları gündeme getiriyor. Bu noktada, Çin yönetiminin, iki ülke arasında ticaret savaşlarını başlatma sinyali yerine, ABD’nin talebi üzerine ticareti yeniden düzenleyecek bazı kararlar almaya adım atmaya niyetli olduğu anlaşılıyor. Kimsenin ağzına dahi almak istemediği ‘ticaret savaşları’ yerine, örneğin Cuma günkü görüşmede Şi Cinping ABD’ye daha çok yatırım yapma ve daha çok Amerikan mali ithal etme vaadinde bulunması bir çözüm arayışı olarak değerlendirmek mümkün.

Bu noktada, Çin yönetimi hiç kuşku yok ki bir karar aşamasında. Çin’in, füze ve nükleer denemelerine devam eden Kuzey Kore yönetimine sahip çıkmaya devam etmesi, hem bölge hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Çin’e yönelik tepkileri artıracaktır. Kore Yarımadası’nda meydana gelecek sıcak çatışma aynı zamanda Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğine de beraberinde getirecektir. Çin yönetimi, bir yandan Güney Kore’ye yerleştirilmesine karar verilen füze savunma sistemlerine (THAAD) karşı gelirken, böylesi bir sıcak gelişmede ulusal güvenliğinde önemli bir yeri bulunan Kuzey Kore’nin tampon bölge olması özelliğini yitirmesine nasıl bir stratejik karşılık vereceği de önemli.


3 Nisan 2017 Pazartesi

Asya-Pasifik’de Din-Devlet İlişkileri / Religion-State Relations in Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                        03.04.2017

Batı’nın kahir ekseriyetiyle seküler bir anlayışla yönetiltiği ve bunu dünyanın değişik coğrafyalarına çeşitli araçlarla ihraç ettiği iddialarına rağmen, Asya-Pasifik bölgesinde sadece toplum ve din değil siyaset ve din ilişkileri de gündemde yer işgal etmeye devam ediyor. Bu çerçevede, 23 Mart 2015’de vefat eden ve agnostic görüşleriyle tanınan Singapur’un kurucu başbakanı ve ulusal ‘akıl babası’ Lee Kuan Yew’dan Nobel ödüllü Su Çi’nin Burma milliyetçiliği ile budizmi birbirine eklemlemiş memleketi Myanmar’a, Tayland’ın yarı tanrı krallarından Malezya’nın ‘sembolik’ sultanlarına değin bölge ülkelerinde din-devlet ilişkisi capcanlı bir tezahür arz ediyor. Herbiri kendi başına bir araştırma konusu olmaya aday bölge ülkelerinde arasından bazılarını ele almak suretiyle, din-devlet ilişkisine dair bir fikir vermesi açısından şu hususları gündeme getirmekte fayda var.

Budist Burma Azınlıklara karşı
Son dönemde karşımıza Budist Burma etnik çoğunluk ve bunun uzantısı olan Myanmar devletinin Arakanlı Müslümanlara yönelik politikaları ile çatışmacı boyutuyla gündeme gelse de, bölgedeki diğer ülkeler de de siyaset-din ilişkisi önem arz ediyor. Myanmar’la başlamışken, tabii Myanmar hükümetinin hem kaynağı hem destekçisi olduğu budist Burma toplumuna bir ‘sorumluluğu’ olarak kabul ettiği anlaşılan Arakanlı Müslümanlara yaşam hakkı tanımama meselesinin ötesinde, bizatihi budizmin kendisinden ilham alan bir siyaset ve toplum anlayışını hakim kılmayı öncellendiği anlaşılıyor. Uzun yıllar Batıda eğitim görmüş, yaşamış ve bu anlamda seküler siyaset ve toplum eğilimlerine aşina olduğu ileri sürülebilecek Nobel Ödüllü Suu Kyi dahi ülkesinde uzun dönem ev hapsinden sonra kazandığı özgürlüğünü siyasi mecraya taşıyarak demokrasi konusunda adımlar atsa da yerleşik Budism-siyaset ilişkisinden ne kendini soyutlayabilmiş ne de bu alanda toplumsal esnekliği toplumsal düzeyde bir siyasi proje olarak hayata geçirebilmiştir.

Geçen yıl sonbahardan itibaren Güney Kore’de siyasi istikrara kök söktüren gelişmenin odağında da bir tür dini inanç-yaşam ilişkisinin yer alıyor. Devlet Başkanı Park Geun-hyu’ın daha ilk gençlik yıllarına kadar uzanan ve o dönem ‘hamisi’ konumundaki yeni yüzyıl Hıristiyan tarikatlarından birinin lideri konumundaki Choi Tae-min’le ilişkisi, aradan yıllarda ‘ailevi’ bir boyuta büründü. Park ile neredeyse aynı yaşlarda olduğu anlaşılan Choi Soon-sil’in herhangi bir siyasi yetkisi ve konumu bulunmamakla birlikte, devlet başkanı makamına nüfuz edebilmesi ve bu nüfuzunun bir etkisi olarak ülkenin önde gelen iş dünyasından ‘fon’ devşirmesi, gene bir dini boyutun siyasetle ilişkisi olarak karşılık buluyor.

Güney Kore’de devlet başkanı Park Geun-hye’nin yakın arkadaşı ve gayri resmi danışmanı Choi Soon-sil’in devlet belgelerine erişimi ve ülkenin önde gelen uluslararası firmalarının fonlarını kişisel çıkarları için kullanmasının ortaya çıkarılmasıyla ülkede siyasi istikrar ve toplumsal huzur darbe aldı. Ekim ayı sonlarından itibaren giderek artan kitlesel gösteriler, 1987 yılında dönemin askeri rejimine karşı sergilenen tepkilerden sonraki en geniş katılımlı eylemler olmasıyla dikkati çekti. Başkan Park, gösterilerin başlangıcında ‘yapılan yanlışları’ kabul ederken kendisi istifa etmek yerine, oluşan siyasi krizi atlatmak adına en yakın danışmanlarının ve adalet bakanının istifasını kabul etmekle yetindi. Ancak bu istifalar toplumsal tepkinin durulması bir yana, daha da alevlenmesine sebep oldu. Bu gelişmenin salt bir arkadaşlık ilişkisinin ötesinde ait olunan dini yapının/inancın veya bağlılığın güncel politik uygulamalara etkisi olarak okumak gerekir.

Liberal ekonomi Çin’de dini özgürlüklere kapı aralamıyor
Sadece bölgenin değil, dünyanın gündeminde her gün yer işgal eden Çin’in siyasi rejim olarak kendini ‘komünist’ idejoloi ile tanımlamasına rağmen, ekonomide alabildiğine liberal bir seyir takip eden süreçler sonrasında din ve dini kurumlarla ilişkisinde kayda değer bir gelişmenin yaşandığını söylemek güç. Bu siyasi/ideolojik etikete rağmen, Çin halkının tümünü ‘ateist’ kabul etmek mümkün değil. Bu anlamda, 1949 yılında siyasi rejim olarak komünizmle 1949 yılında resmen tanışan Çin’de halkın kahir ekseriyetinin atalar dini, budizm, konfüçyanizm gibi doğu dinlerinin bir cümlesinin yaygınlığı yanında, Müslüman Uygurların dışında Çin kökenli müslümanların, katolik ve protestan mezheplerine mensup Hıristiyanların varlığı da söz konusu.

Ancak Pekin hükümetinin dini grupları ‘sivil toplum’ yapıları şeklinde algıladığının bir göstergesi olarak veya dini grupların bu siyasi rejimde alan açma adına kendilerini ‘sivil toplumcu’ olarak sergileme çabalarına karşılık olarak, Çin yönetimi yakın geçmişte çıkardığı yasalarla dini grupların faaliyetlerine sınırlama getirmekte bir beis görmemişti. Örneğin, geçen yıl Nisan ayında sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili yeni bir düzenlemeye gidilerek ülkede faaliyet gösteren yedi bini aşkın kurumun yeniden kaydı gündeme gelmişti. Aralarında dini cemaatlerin de bulunduğu sivil toplum oluşumları, bu çerçevede daha sıkı bir denetime tabii tutulması ve Çin toplumu üzerinde nüfuz savaşlarına mani olunmasını hedefliyor. Liberal ekonominin gelişmesine paralel olarak, liberal bir siyasi rejim ve toplum yapısı üreteceğini ve bu anlamda, tıpkı Batı ülkelerinde olduğu haliyle dini cemaat ve gruplara özgürlükler bahşedileceği algısı, teorisi ve pratiğine Çin’de henüz rastlanmıyor. Kaldı ki, Müslüman Uygurlar, Budist Tibetliler örneğinde olduğu üzere, Pekin yönetiminin iki farklı dini yapı sergileyen iki özerk bölge üzerindeki siyasi ve askeri baskısını sonuna kadar hissettirmekten de geri durmuyor.

Kutsal Kral Adulyadef
Bölgenin darbelerle anılan ülkesi Tayland Krallığı’nda neredeyse üç nesil dünya kamuoyunun adını zaman zaman duyduğu, son dönemde ise hastalığı ile gündeme gelmiş olan ve 13 Ekim 2016 tarihinde vefat eden Bhumibol Adulyadef sadece bir ‘kral’ değildi. Aksine kendisine yarı tanrı hüviyeti atfedilen ‘kutsal’ bir şahsiyetti. Budist Tayland halkının bir ‘ibadet’ şevkiyle önünde yere kapandığı kralın bir sözünün iki edilmemesi, sadece toplumsal değil ülke politikalarıyla da bağlantılı bir yöne sahipti. Kral Adulyadef, başkanlık ettiği ‘Kraliyet Danışma Konseyi’ sembolik olmanın ötesinde ülke siyasal ve toplumsal vechesini belirleyen kararlara imza atan ve bu anlamda meclisin üzerinde işlev gören önemli bir organdı. Öyle ki, on altı kişiden oluşan Danışma Meclisi’nin eski asker ve bürokratlardan oluşması ve bu grubun ülke sivil yönetimi ve de ordu üzerindeki başat konumları siyasal gündemi ve gelecek projelerini belirlemede birincil konuma getiriyordu. Bu anlamda, 2. Dünya Savaşı sonrası bağımsızlığından bu yana ülkenin darbelere maruz kalması ve 2014 darbesinden bu güne kadar geçen sürede de yakinen tanık olunduğu üzere darbe sonralarında darbeci generallerin üniformalarını çıkartıp sivil giysilerle yukardan aşağıya hiyerarşik atamalarla hükümetleri ve bürokrasiyi şekillendirmelerinin kuşkusuz ki Danışma Konseyi’nden bağımsız olduğu düşünülemez.

Bu anlamıyla Tayland’da 1932 yılında ‘monarşi’ kurumuna yönelik darbeye rağmen, monarşi bu anlamda Kral Adulyadef zamanla monarşi kurumunun maruz kaldığı ‘yaraları sararak’ yeniden siyasal ve toplumsal yaşamda etkinliğini ortaya koymaya başladı. Tabii yaşanan darbenin dönemin getirdiği özellikle dış faktörlerin etkisine tabi bir yönü olduğunu söylemek mümkün. Bu anlamda, Kral Adulyadef’in yaraları sararken, halkın kahir ekseriyetince de makbul sayılması yukarıda ifade edilen ve en azından 234 yıllık geçmişi olan Çakri Hanedanlığı bağlamında ifade etmek gerekirse, Tay Budist inancı ile kral arasındaki kutsal ilişkiye tekabül eder.

Tabii, Tayland bağlamında ülkenin güneyinde Patani Malaylarının ahvalinin de yukarıda kısaca dikkat çekilen gelişmelerden bağımsız bir yanı bulunmuyor. Tıpk Myanmar’da olduğu üzere ‘budizme’ eklemlenen milliyetçiliklerin ülke siyasetini belirlemesi kadar, ilgili ülkelerdeki azınlık konumundaki Müslümanlar dahil diğer dini grupları/cemaatleri de doğrudan etkiliyor. Aslında bu noktada doğu ve güneydoğu Asya’nın geleneksel toplumlarının modernleşme süreçlerinde karşılaştıkları farklılaşmalar, ayrışmalar, çatışmaların da oldukça karmaşık ilişkiler ağının oluşmasındaki rolünü gözden uzak tutmamak gerekir.

Sultan ‘Sembolik’, Parlamento ‘İslami’
Son örneği Malezya olarak belirlemek mümkün. Geleneksel sultanlıklar ile parlamenter sistemin varlığını birbirine eklemlendiği Malezya’da hakim dini unsur, yukarıdakilerden farklı olarak İslamiyet’tir. Her ne kadar çok etnikli, çok dinli klasik tanımlaması içerisinde yer alsa da, bağımsızlık öncesinde, İngilizlerin dayatmasından ziyade belki de öncülüğünde demek gerekir, oluşan ‘toplumsal/siyasal sözleşme’nin “Malay”lara verdiği siyasal hak kendini zaman içerisinde toplumsal ve dini alanda da hissettirmiştir. Bir anlamda Müslümanlara tekabül eden siyasal terminoloji olarak Malay yönetimi tek başına tezahür etmiyor. Aksine, aralarında hıristiyan mezhepleri ile budist, taoist gibi doğu dinlerini de barındıran geniş sayılabilecek toplum kesimlerini temsil eden “etnik azınlık” partilerinin de yer aldığı “iktidar koalisyonu” bulunuyor.

Bağımsızlıktan bu yana, aynı çok partili koalisyon ülkeyi yönetmeye çalışsa da, bu durum ‘din’ eksenli politikaların, çatışmaların, adaptasyonların olmadığı anlamı taşımıyor. İktidar koalisyonunun büyük ortağı Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO), aynı zamanda ‘Müslümanların’ yani, Malayların haklarını koruma ve kollama vazifesini de üstlendiğinden ulusal politikaların temelinde böylesi bir belirleyicilik bulunuyor. Bununla birlikte, anayasada belirtildiği üzere, ‘Ancak azınlıklar da dini özgürlüklerini kullanmakta serbesttirler.’ anlamına gelen ifade de ortada duruyor. Buradan çelişkilerle dolu bir alana bakmak gerekir. O da, 1946 yılında kurulan UMNO’nun kurucu unsurları arasında yer alan ve ‘alimler’ grubu olarak tanımlanabilecek yapının 1950’lerin başında partiden ayrılarak kendi siyasi hareketlerini yani ‘Malezya İslam Partisi’ni (PAS) oluşturmalarının bugüne kadar gelen ve ‘İslami’ denilen bir geleneği oluşturması. UMNO’nun Malay Müslümanların haklarını koruma vazifesi ile PAS’ın geleneksel kabul edilen dokuz eyaletteki dokuz sultanın ‘gözlemci’ konumunda bulunduğu siyasal süreçlerde, ülke müslümanları yani, ‘Malayların’ yukarıda zikredilen iki ‘ana siyasi damar’ını birbiriyle işbirliği-çatışma süreçlerine sahne olmaktadır. Bu aralıkta, dokuz sultan ve beş yılda bir ‘seçilen’ federal sultanın işlevleri ise, ‘iktidar aygıtında’ belirleyici olan UMNO’nun Müslümanların toplumsal yaşamlarını konu alan yasaları ‘onaylamasıyla’ sınırlı sembolik bir değer taşıyor.

Mitolojilerle yüklü inanç yapıları, kitaplı dinlerin uzun dönemli varlığı Asya-Pasifik bölgesinde dini devlet ve hükümet politikalarından azede kılmak yerine, tam da siyaset ve toplum ilişkilerinde başat bir yere taşıyor. Modernleşme ve kalkınma süreçlerinde batının liberalism ve komünizm ideolojileri kendine yer bulsa da, ‘yerli aklın’ hükmettiği siyasi rejimler inanç unsurları çeşitli vesilerle kendi politikalarında gündemin tam ortasında yer vermeye devam ediyorlar.