Mehmet Özay – Kuala Lumpur 27 Mayıs 2016
ABD Başkanı Barack Obama, hafta başından bu yana Asya-Pasifik bölgesine
ziyarette bulunuyor. Görev süresi, Kasım ayında yapılacak başkanlık
seçimleriyle sona erecek olan Obama’nın, iki ülke ilişkilerini geliştirmek
amacıyla önce Vietnam, ardından da G-7 devlet başkanları zirvesine katılmak
için Japonya’ya yaptığı ziyaret, kuvvetle muhtemelen bölgeye yaptığı son gezi
olarak hatırlanacak. Ancak bu gezinin, Obama’nın 2008 yılında başkanlık
koltuğuna oturduğu ilk günlerinden itibaren ABD dış politikasına yeni bir yön
verme çabasının son merhalesini teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Vietnam
ziyaretinde, 1995 yılında başlayan iki ülke ilişkilerinde ‘normalleşme’
sürecinin tamamlandığını ortaya koyan silah ambargosunun kaldırılması ve
akabinde 1945’de yılında atom bombasının atıldığı Hiroşima şehrini ziyareti,
hem reelde hem de sembolik olarak Obama’nın Asya-Pasifik bölgesine yönelik yeni
politikasının ‘final’ havası niteliğindeydi. Bu çerçevede, ilk günden bu yana
Obama yönetiminin Asya-Pasifik politikalarının nasıl şekillendiğine göz atmakta
yarar var.
Pasifik Yüzyılı Projesi
ABD’nin, Asya-Pasifik bölgesine ağırlık vererek dış politikasında denge
arayışı, ‘yüzyılın dönümü’ olarak adlandırılmayı hak ediyor. Soğuk Savaş’ın
bitmesiyle Ortadoğu ve yaın çevresinde Sovyet Bloğu’yla dirsek temasındaki
ülkelerin ‘sahipsiz’ kalmasının doğurduğu boşluk ABD tarafından askeri güç
kullanılarak doldurulmak istendi. Ancak savaş bölgelerine istikrarın
getirilememesi, yaşanan kayıplar ve iç siyasetinin de etkisiyle, bu sürece son verilmesi
eğilimi ortaya çıktı.
Bu bağlamda, Barack Obama yönetimiyle birlikte (2008) Asya’da dengelerin
yeniden kurulması çağrısıyla yeni bir politika gündeme getirildi. Bunun iki
safhası bulunuyor. İlki, Barack Obama’nın 2008 seçim zaferinin ardından, ABD’nin
küresel olarak fotoğrafını belirleme ve yeniden yapılandırma süreci. İlk
çalışmaların ardından, ‘Pasifik Yüzyılı’ projesi, önce Obama’nın Tokyo
ziyaretinde (2009) kendisini ‘Pasifik Başkanı’ olarak tanıtması ve ardından
Hillary Clinton imzasıyla yayınlanan (2011) makaleyle küresel kamuoyunun
dikkatlerine sunuldu. Bu süreçte kavramsal düzeyde ‘merkez’ (pivot) kavramına öncelik tanınırken,
ardından ‘dengelerin yeniden kurulması’ (rebalance)
kavramı da dolaşıma girdi. ABD dış politikasındaki bu yeni çerçeve, 20.
yüzyılın son çeyreğinde genel itibarıyla öncelikler haline gelen Batı Asya,
Ortadoğu ekseninden, Pasifikler’e doğru bir kaymaya gönderme yapıyor.
İkincisi ise, 2013’de yeniden seçilmesiyle bu hazırlanan politika
taslaklarını yürürlüğe koyma süreci. Bu politika, 2. Dünya Savaşı’nda -ki
bölgede Pasifik Savaşı olarak adlandırılıyor- Japonya’nın saf dışı bırakılması
ve akabinde geniş Hint-Çin’i ve Malay dünyasını da içine alan ‘komünizm’
tehlikesine karşı Güneydoğu Asya’da bölgesel yapılaşma süreciyle Asya-Pasifik’de
kurulan ABD hakimiyetinin 21. yüzyılda yeni ve daha gelişmiş bir versiyonuna
işaret ediyor.
Yükselen Çin
ABD’nin bölgeye ilgisinin yoğunlaşmasında ‘yükselen Çin’ faktörünün önemi
ortada. Çin, ekonomik kalkınmışlığını, askeri harcamalarıyla göstermekle
kalmıyor. Aksine, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde geniş bir alanı ‘tarihsel
egemenlik sahası’ olarak değerlendiriyor.
Ve bu iddialarını agresif bir şekilde sergileyerek, donanma ve hava
kuvvetlerini mobilizasyonuna el verecek şekilde alt yapı çalışmalarıyla tüm
bölgeyi ‘çevçeve’ içine alan bir icraata soyunuyor.
Bu anlamda, ‘yeniden kurulmakta olan dengeler’ sürecinde, bize Çin’in Doğu
ve Güney Çin Denizi’ndeki yapılaşma süreçlerinden hareketle, bir şeylerin
değişmekte olduğunu, yani ABD eko-politikalarına alternatif bir yapılanmanın
olduğunu da gizli-açık ortaya koyuyor. Öte yandan, Çin’i sadece Doğu ve Güney
Çin Denizi’nde ortaya koymaya çalıştığı politikaları sınırına hapsetmemek
gerekir. Aksine, Myanmar’daki değişime paralel olarak karada, Çin’in Afrika’ya
ulaşan ve giderek derinlik kazanan sivil ve de askeri yapılaşmasında, Hint
Okyanusu faktörü nedeniyle de deniz boyutunda Çin-Hindistan karşılaşmasını
kaçınılmaz kılan vechesini de dikkate almak gerekir. Bu anlamda ‘denge’ kavramı
karşılığını, biri iç yani ABD dış politikası, diğeri dış yani Çin faktörü gibi
iki olguyla ilişkisinde bulduğunu söylemek mümkün.
Hint-Pasifik Konsepti
ABD’nin Pasifik veya Asya Yüzyılı kavramıyla neyi kastettiği iyi tespit
edilmesi gerekir. Bu noktada, daha çok Doğu Asya, ASEAN ülkelerini içine alan
ve bu ülkelerle çeşitli alanlarda işbirliğine vurgu yapan Asya-Pasifik
coğrafyası öne çıkartılıyor. Bununla birlikte, bir ucu İran Körfezi ve
Arabistan’a yani Batı Asya’ya, diğer ucu Malaka Boğazı’na kadar kadar uzanan
Hint Okyasunun da dahil edilmesiyle Hint-Pasifik kavramına da yer veriliyor.
Ancak bu yaklaşım henüz yaygın bir kullanım alanı bulunmaması nedeniyle, bugün
Hint Okyanusu üzerinde pek fazla gündem oluşturulmadığı da bir gerçek.
Hint Okyanusu’nun ‘büyük proje’ye dahil edilmesinde, Çin’in İran ve Kuzey
Kore’yle, özellikle nükleer işbirliği gibi alanlardaki etkileşimleri engellemeye
yönelik bir vechesi bulunuyor. Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere batılı
ülkelerin İran’ın nükleer çalışmalarının kontrol altına alınması yönündeki
anlaşma şimdilik bu yöndeki kaygıların görece azaldığını ortaya koyuyor. Öte
yandan, Çin’in Afrika kıtası üzerindeki inisiyatiflerini Cibuti örneğinde
olduğu gibi üslerle destekleme girişiminin yanı sıra, Myanmar’ın batısındaki
Bengal Körfezi’ne bakan Arakan Eyaleti’nde petrol ve doğal gaz sondaj
çalışmaları, liman inşaatı ve karayolu projeleri Hint Okyanusu bağlantısının
göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyan gelişmeler.
Bölge Denizlerinde Egemenlik
İddiaları
ABD’nin ‘mega’ projesi olarak gündeme gelen Pasifik Yüzyılı projesinin,
yukarıdaki paragrafta dile getirildiği üzere Soğuk Savaş sonrasının Ortadoğu –
Afganistan merkezli çatışmacı yaklaşımlarının kimilerince ‘tamamlandığı’,
kimilerince de sonuç getirmeyecek bir sürece evrildiği sonucuna varılarak
tedrici olarak terk edilmesi anlamı taşır. Bununla birlikte, ABD’nin küresel
politikasını şekillendiren bu yeni açılımında Çin’in büyüyen ekonomisi, artan
askeri harcamalarına paralel olarak Doğu ve özellikle de Güney Çin Denizi’nde
egemenlik haklarına dair yaptığı açıklamalar yabana atılır gibi değil. Bu
açıklamaların, 2011 yılından itibaren söylem düzeyinde giderek ivme kazanması
kadar, HS 981 adı verilen dev sondaj gemisini 2014 yılında Vietnam’ın da hak
ettiği sularda sahaya sürmesi, 2015 yılında bazı kayalıklar üzerinde sivil ve
askeri alt yapı çalışmalarına hız verip tamamlaması da hiç kuşku yok ki ABD
yönetimince dikkate alınan gelişmelerdi.
Çin’in, ‘beş yüzyıldır balıkçılarımız bu sularda avlanıyor’ yaklaşımıyla
tarihi referans yaparak hak iddiasını sürdürdüğü Güney Çin Denizi, zaten Ana
Kara Çin’le temel egemenlik sorunları olan Tayvan ile ASEAN’ın dört üye
ülkesinin de -Filipinler, Vietnam, Malezya ve Bruney- egemenlik iddiasında
bulunduğu bir bölge olarak kalmıyor. Geniş bir adalar coğrafyasıyla Güney Çin
Denizi’ne komşu Endonezya da ister istemez kendisini bir baskı altında
hissediyor. Kısa bir süre önce Endonezya yönetiminden yapılan açıklamada,
bölgeye komşu ve atıl konumdaki dört üssünde askeri yapılanmaya gideceği
yönündeki ifadeleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Anlaşmazlığa konu olan
ülkelerin her birinin bir dış politika ifadesi olarak sorunun ‘barışçıl’
yöntemlerle sonuçlandırılması konusunda hem fikir olmalarına rağmen, bunun
hangi yöntem ve araçlarla ortaya konacağı konusunda ciddi bir anlaşmazlık var.
Çin, sorunun taraf ülkelerle ‘teke tek’ yapılacak görüşmelerle hâl yoluna
konulmasında ısrarcı. Bu noktada Çin’in elini güçlendirense bölge ülkelerinin
Çin’in iddiaları karşısında bir iki istisna hariç, ne tek başlarına
durabiliyorlar, ne de ASEAN içerisinde ortak bir siyasi yaklaşım
geliştirebiliyorlar. Bu noktada belki de zikredilmeye değer yaklaşım,
Filipinler ve Vietnam’ın konunun uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ele
alınmasını istemekle kalmaması, aksine Filipinler örneğinde olduğu gibi,
uluslararası tahkim mahkemesine başvurmasıyla bunu pratiğe döküyor. ABD’nin
rolü de burada ortaya çıkıyor. Bölge ülkelerinin kırılgan toplum yapıları,
ekonomik istikrarın göreceliliği bu ülke yönetimlerini Çin karşısında ABD ile
işbirliğine açık hale getiriyor. ABD ise, bu süreçte her şeyi hâl yoluna koyma
çabasını üst düzeyde yürüterek hem bölge ülkelerini liberal ekonominin ‘imkânlarıyla’
buluşturmaya hem de askeri varlığını bu ülkelerle geliştirme çabasında.
Dünya deniz ticaretinin yaklaşık yüzde otuzunun bu bölgede gerçekleşmesi,
serbest deniz ticaretinin engellenebileceği yönündeki endişe konunun ABD dış
politikasının ilk sıralarında yer almasına neden oluyor. Bölge denizinin bu
önemine binaen, en azından Çin masaya oturuncaya kadar, ABD’nin taraf olan
ülkeleri biraraya getirip birbiriyle örtüşen hak iddialarını çözüme
kavuşturması beklenebilir.
Küresel Plânda Tarihsel
Devamlılık: Liberal Ekonominin Tesisi
Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki bu etkileşimin dışında, ABD’nin Güney
Çin Denizi sorununa yaklaşımı küresel bir nitelik arz ediyor. Bu nedenle,
Amerikan yönetimince gündeme getirilen ikili ve blok ülkeler arasında ticari ve
ekonomi anlaşmalar, askeri üslerin kurulması ve limanların hizmete açılması
gibi icraatları salt bir güç gösterimi şeklinde algılanmamalı. Aksine, ABD bu
girişimlerde bulunurken, bölge ülkelerine ‘kurallar manzumesi’ denilebilecek,
kendi siyasi ve ekonomi görüşünü kapsayan kümülatif bir dünya görüşü sunma
çabasında. Bugün Güney Çin Denizi sorununda barışçıl çözüm çağrıları
yapılırken, Çin bunu taraf olan ülkelerle birebir yüzleşerek yapma peşindeyken,
ABD bölgesel ve uluslararası anlaşmaları gündeme taşıyor.
Bu anlamda, 2. Dünya Savaşı sonrasının yeni müttefikleri Japonya, Güney
Kore, Avustralya, Tayland, Filipinler’le ve -son bir gelişme olarak Vietnam’la-
askeri boyutu öne çıkartılan ikili işbirliği anlaşmalarına karşılık, ASEAN’la
ekonomi eksenli yapılaşma çerçevesinde, yüzyılın anlaşması olarak
değerlendirilen ‘Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’yla (TPPA) Pasifik
Okyanusu’nun doğu ve batı yakasından on iki ülkeyle başlatılan küresel ticaret
anlaşması geliyor. Bu noktada, Pasifik yüzyılında ABD donanmasının yüzde
altmışının bu bölgede konuşlandırılması, salt Adalar sorununda Çin’le olası
karşılaşmalar için değil, TPPA başta olmak üzere çeşitli anlaşmalara konu olan
deniz aşırı ticari faaliyetlerin korunması da hedefleniyor.
Amerikan yönetimi TPPA bağlamında ülkedeki üretim sektörlerinin kazanımını
hedeflerken, anlaşmaya taraf olan ülkelerde de ABD’deki yapılanmaya benzer bir
‘ticaret ahlâkı’ ve ‘kurumsal yapılanması’ yani, bu anlamda
‘uluslararasılaştırılma’ sürecine dönük politikalar oluşturulmasına çalışıyor.
Bu süreçte, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin üst düzey yöneticilerinin
söylemlerinde tanık olunduğu üzere, bölgede görece kendi içine kapalı ülkelerle
kurulan ikili ve bölgesel işbirlikleriyle bu ülkeler kendilerine ‘değer’
atfedildiğini, sözlerinin dinlendiğini ve böylece onore edildiklerini fark
ediyorlar. Yeni Zelanda’da TPPA’nın imza töreninin gerçekleştirilmesinin
ardından (2016), Endonezya, Tayland ve Filipinler’in de bu blok içinde yer alma
yönündeki talepkâr tutumlar sergilemeleri, cazibe merkezinin boyutunu
gösteriyor. Aslında ABD yönetim çevrelerinin TPPA ile herhangi bir ülkeyi hedef
almadıkları yönünde yaptıkları açıklamanın haklı bir yönü bulunuyor. Temelde
hedef ticaretin ‘kurallarını’ belirlemek ise -ki ABD bunu yapıyor-, farklı siyasi
yapılaşmalara sahip bölge ülkelerini bir ‘kurallar bütünü’ ekseninde biraraya
getiriyor. Bir süre sonra Çin de bu kurallar bütününü kabul ettiğini açıklarsa,
TPPA’ya alınmaması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır.
Açıkçası, ABD’nin bölgede ortaya koymaya çalıştığı ‘kurallar manzumesi’nin
yeni bir olgu değil. Bundan beş yüz yıl önce bölgeye nüfuz etmeye başlayan Batı
Avrupalı denizci uluslarından -ki bunlardan Portekiz’i belirli nedenlerle
dışarda bıraktığımızda- İngiltere ve Hollanda Krallıkları, kendi oluşturdukları
dönemin ticaret ve askeri ‘kurallar manzumesinin’ bölge yönetimlerince
‘benimsenmesine’ çalışıyorlardı. Bunu önce site şehir devletleri hükümdarlarına
ticaret anlaşmalarını kabul ettirerek veya ‘dayatarak’, reddi halinde de
‘gelişmiş deniz kuvvetleri ve toplarıyla’ zorlayarak yapıyorlardı.
21. yüzyıl başlarında gelinen bu noktada, bölge devletlerinin böylesine
uzun dönemli bir geçmişe dayanan Batı belirleyiciliğine karşı alternatif ortaya
koyabileceklerini ve bu anlamda bir donanım sahibi olduklarını düşünmek fazla
hayalci bir yaklaşım olur. ABD yönetiminin son dönemde bölgeye yönelik ilgisi
ve geliştirmeye çalıştığı politikaların arka plânında, böylesine tarihi bir
derinlik bulunuyor. Ve ABD yönetimi bu tarihi derinlikten bihaber değil.
Yüzyılın Projesinde Kültür Faktörü
‘Yüzyılın projesini’, salt ekonomi ve askeri temellere oturtarak
sınırlandırılamaz. Bu projenin görünmeyen ya da pek fazla öne çıkartıl/a/mayan
vechesinde, ‘vazgeçilmez bir Amerika imajı’ olgusu bulunuyor. Bu imajın moda,
spor, eğlence sektörü gibi gündelik yaşamın popülist yönlerinin yanı sıra,
‘eğitim’, ‘kültür’ ve ‘bilimsel araştırmalar’ gibi daha temel alanlarda çalışmalar yapılması ve buna önemli
kaynakların ayrılması, ABD’nin bir ‘Amerikan medeniyeti’ modeli ihracı vizonuyla
bağlantılıdır. Sadece üniversite öğrencilerine değil, her nev’inden
akademisyen, sivil toplum ve siyasi kuruluşları içine alacak şekilde, eğitim ve
kültürel işbirliklerinin pratiğe dönük yönleri arasında yolsuzluklarla
mücadele, insan hakları temelli yasaların oluşturulması, dini özgürlüklerin
yaygınlaştırılması gibi yapılar dikkat çekiyor. Bu noktada ABD’nin bölgedeki
her ülkeye sunabileceği bir ‘değerler birikimi’ olduğunu, Myanmar’da demokratik
toplum oluşturulması; Endonezya’da yolsuzlukların üzerine gidilmesi; Güney
Kore’de bilim ve sanayinin geliştirilmesi; Filipinler ve Tayland’da insan
hakları ihlâlleri üzerinde konuşlanılması bağlamlarında görmek mümkün.
Son dönemde Vietnam’la ‘olağanüstü’ denilmeyi hak edecek şekilde
geliştirilen ilişkilerin arka plânında, bu ülke halkının yüzde 78’inin ABD’ye
pozitif bir yaklaşım sergilemesinin payını küçüksememek gerekir. Bu istatistiki verinin bizatihi kendisi, iki
ülke ilişkilerinde ‘kültürel’ zeminin de hazırlandığı ve bu alanda kayda değer
çalışmalar yapıldığı anlamına geliyor. Bu anlamda, aralarında yarım yüzyıl
cunta rejimlerine konu olan ve kapılarını yeni yeni dünyaya açan Myanmar ile
komünist ideolojiyle yönetilen Vietnam gibi ülkelerin de içinde bulunduğu bölge
ülkelerinde ABD politikalarını doğrudan destekleyici mahiyet taşıyan kapitalist
üretim ve tüketim ilişkilerinin aldığı ve alabileceği rol yadsınamaz. Bu
çerçevede ABD yönetimi, eğitim, kültür ve bilim odaklı programlarla otokratik,
diktatör, tek parti rejimi gibi adlandırmaları hak eden ülkelerdeki sivil
toplumu demokratik reformlarla buluşturmayı hedefliyor.
Pasifik Başkanı
ABD’nin Pasifik bölgesinde hiçbir ülkeyi gündem dışı bırakmayan yüzyıla damgasını
bulan projesi yürürlüğe girmeye başladı. Bu proje, ABD’nin bölgede önünü
açmaktan öte, eko-politik, kültür ve askeri anlamda küresel bir yapılaşma anlamı
taşıyor. Bu anlamda, ABD ideolojik farklılıklara rağmen bölgede masaya
otur/a/mayacağı rejim olmadığını açıkça ortaya koydu. Bu anlamda, örneğin Vietnam’la
görece kısa sürede ortaya konan kayda değer gelişmeler, bölge ülkeleri üzerinde
de olumlu bir etki yapacaktır.
Pasifik Yüzyılı projesinin bölge dengelerini Amerika lehine değiştirme
sürecine girdiği söylenebilirse de, bölgenin dinamik siyasi yapısı Çin dahil
her ülkenin bir diğeriyle ilişkilerini yenileyebileceğini ortaya koyuyor. Bunun
izlerini de bugün dahi tanık olunmaktadır. Ancak iki dönemdir ABD’yi yöneten
başkanı Obama’nın selefi George W. Bush’un aksine, ilk elden Amerikan
askerlerini harekete geçirmek yerine, siyaset ve ekonomi mekanizmasını sonuna
kadar kullanarak, bugün Pasifik bölgesinde ABD için yeni bir döneme imza atan
başkan olarak anılacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder