31 Mayıs 2016 Salı

Rusya’dan ASEAN Açılımı

Cihan Kurtaran                                                                                                              30 Mayıs 2016

Rusya devlet başkanı Vladimir Putin, ASEAN devlet ve hükümet başkanlarını 19-20 Mayıs günlerinde Karadeniz sahilindeki Sochi şehrinde ağırladı. Bu toplantı, Rusya ile ASEAN arasında diyalog partnerliği ilişkisinin 20. yılına denk gelmesiyle de dikkat çekiyor. Toplantı sonrasındaki Sochi Bildirgesi’yle iki taraf arasındaki diyalog partnerliğinden stratejik partnerliğe doğru bir yönelimin olduğu görülüyor.

ASEAN açısından bu toplantının önemi, Birliğin sınırları dışında katıldığı ikinci toplantı olma özelliği taşıması. Rusya-ASEAN ilişkileri Soğuk Savaş’ın bitmesiyle 1991 yılında başladı. O yıl, Kuala Lumpur’daki Bakanlar düzeyindeki toplantıya davet edilen Rusya, 1996 yılında Cakarta’da yapılan 29. ASEAN Bakanlar toplantısında ‘Diyalog Partneri’ olarak ilişkileri geliştirdi. Bundan sonra çeşitli anlaşmalarla, özellikle ekonomi işbirlikleri şeklinde gelişme gösteren ilişkilere paralel olarak Rusya 2009’dan itibaren ASEAN’da daimi temsilci sıfatıyla yer almaya başladı. Bununla birlikte, Rusya’nın henüz ‘strateji partnerlik’ düzeyinde ilişkisi bulunmuyor.

İlk etapta bakıldığında Rusya’nın ASEAN’la bu denli yakın olabileceğine şaşırılabilir. Rusya’nın bu girişimini, ABD’e karşı bir hamle olarak değerlendirilebileceği gibi, özellikle Kırım’ın ilhakının ardından ABD ve AB’nin Rusya’ya yaptırımları karşısında Putin yönetiminin alternatif arayışları arasında ASEAN’ın bir yerinin olduğu şeklinde yorumlamak gerekir. Hatırlanacağı üzere geçen yıl Kasım ayında ABD Başkanı Barack Obama, ASEAN liderleriyle Los Angeles’da biraraya gelerek birlik tarihinde bir ilke imza atmıştı. Ayrıca ABD’nin Asya-Pasifik bölgesinde coğrafi, ekonomi, insan kaynakları, şehirleşme, orta sınıflaşma eğilimleri gibi modernleşme süreçlerinin başat unsurlarının öne çıktığı ASEAN’la ilişkilerini istikrarlı bir şekilde geliştirdiği görülüyor. Bu noktada ABD Başkanı Barack Obama’nın ASEAN liderleriyle yedi kez biraraya gelmesi ülkelerarası ilişkilerde bireysel temasların ne denli olduğunu ortaya koyuyor.

Oysa Putin, bugüne kadar ASEAN’dan gelen davetlere kendisi gitmek yerine başka temsilcilerini göndermeyi yeğlemesi ve sadece bir kez, o da Sochi Zirvesi vesilesiyle ASEAN liderleriyle biraraya gelmiş olması Rusya’nın bölgeyle temasındaki zaafiyeti ortaya koyuyor. Putin yönetimi ilişkilerinde, ASEAN bölgede komünizmle yönetilmiş veya halen yönetilmekte olan Laos, Vietnam, Kamboçya gibi ülkeleri öncelliyor. Ayrıca, çeşitli nedenlerle ABD ile ilişkileri görece zayıflayan örneğin Tayland gibi ülkelerle yeniden masaya oturmaya çalışıyor. Ancak ABD’nin en son Obama’nın silah ambargasonun da kaldırıldığını açıkladığı Vietnam ziyareti ile ortaya koyduğu bir gerçek var ki, o da artık ABD yönetimlerin hangi rejimle yönetildiklerinden ziyade, hangi alanlarda işbirliğine kapı aralayabilirim yaklaşımıyla bölgede aktif bir politika izliyor.

ASEAN’a üye ülkelerin her biri için Rusya’nın ne anlam ifade ettiğiyse farklı değerlendirilmeyi hak ediyor. Sochi’deki toplantı, ASEAN liderlerinden bazılarının ilk defa Rusya’yı ziyaretleri anlamı taşıyordu. Temelde bu her iki ‘davete’ bakıldığında, ABD’nin ‘Pasifik Yüzyılı’ projesinde önemli bir yeri olan ASEAN’ın, Rusya tarafından da daveti ASEAN’ı giderek bölgesel bir yapılanmanın ötesinde, küresel siyasette kayda değer bir yer aldığı yönünde bir intibaya yol açabilir. Ancak, ASEAN’ın kuruluş ilkelerinde ekonomik işbirliği temelli bir organizasyon olduğu hatırlandığında, ABD ve Rusya’nın ASEAN üzerinden hem Pasifik hem de küresel siyaset ilişkisinde başat rol oynamaya çalışmaları bir tür ikilemi de beraberinde getiriyor.

ASEAN ülkelerinin kendi aralarında ve bölgesel sorunlara yaklaşım noktasında ‘ortak bir siyaset’ üretemediklerine zaman zaman değiniyoruz. Bu bağlamda, en çarpıcı durum ise, Güney Çin Denizi konusunda Çin’le nasıl bir ilişki kurulacağının dahi belirlenememiş olmasıdır. Güney Çin Denizi sorununda ASEAN, sadece Çin’le karşı karşıya gelmiyor. Aksine egemenlik konusunda -şu ana kadar pek gündeme getirilmemiş olsa da- üye ülkeler aralarında da anlaşmazlık söz konusu. ASEAN’ın kendi coğrafyasında öne çıkan sorunlar karşısında ortak bir siyaset geliştirememiş olması, Rusya ve ABD ilişkisinde nasıl bir siyaset izleyeceği sorusunu akla getiriyor. Bu noktada, iki küresel güç karşısında ASEAN’da lider konumunda olan ve tüm üye ülkelerle yapıcı ve sürdürülebilir ilişki yürütebilecek bir ülkenin varlığı henüz ortada gözükmüyor.

Sochi Zirvesi çerçevesinde, ASEAN liderlerinin Rusya devlet başkanıyla görüşmelerinin yanı sıra, ikili ilişkiler de yapıldı. Bu anlamda, Singapur, Malezya, Tayland Başbakanları ile Endonezya devlet başkanının Vladimir Putin’le ikili görüşmelerinde ticaret, yatırım ve silah satışı gibi konular gündeme geldi. Bu görüşmelerin belki de en dikkat çekeni Putin-Jokowi buluşmaydı. Görüşmede iki ülke işbirliği noktasında neredeyse değinilmeyen alan kalmadı dense yeridir. Öne çıkan alanlar ise enerji ve petrol, alt yapı yatırımlarıydı. Bu bağlamda,  uzun bir aradan sonra Endonezya’da petrol rafineri tesisinin kurulması kararıydı. Görüşmeden sonra yapılan açıklamada, bu yatırımın başkent Cakarta’nın 120 km doğusunda inşa edilmesi plânlanan rafinerinin 13 milyar dolarlık yatırım beledi olduğu belirtildi. Bir diğer dikkat çeken yatırım ise, zengin doğal kaynaklara sahip Kalimantan Adası’nda demiryolu inşaatı.

Putin-Prayut görüşmesinde ise, 2014 Mayıs’ında dönemin başbakanı Yingluck Shinawatra hükümetine yönelik askeri darbenin ardından ABD’nin Tayland cunta rejimiyle ilişkilerinde bir tür gerginlik yaşanıyor. Bu süreçte, ABD demokratik seçimlerin en kısa sürede yapılması konusundaki baskılarına rağmen, rejimin bu konuda elini ağırdan alması üzerine bir tür silah ambargosu gündeme geldi. Bu noktada, Tayland, ABD-Rusya arasındaki çekişmeden de istifade ederek, silah alımlarını aralarında Rusya’nın da olduğu diğer ülkelerle gerçekleştirmeye kararı aldı. Putin-Prayut görüşmesinin zeminini hazırlayan ise, Başbakan yardımcısı ve Savunma Bakanı  Prawit Wongsuwon’nun Rusya’ya daha önce yaptığı iki ziyaretti.

Zirve sonrasında yayınlanan bildiri, 2016-2010 yılları arasında iki taraf arasında Kapsamlı Eylem Planı ve İşbirliğinin Geliştirilmesi anlaşması adıyla da anılılıyor. Bu bildirideki bazı hususlara dikkat çekmekte fayda var. Rusya ve ASEAN ilişkileri son dönemde gelişmekte olan ‘çok kutupluluk’ çerçevesinde değerlendiriliyor. Bölge ülkelerinde bazı siyasetçiler ve akademisyenlerin ABD hegemonyasında bir küresel siyaset istemedikleri biliniyor. Bu çerçevede, ABD ile ilişkileri ‘tekel’ gibi görmek yerine, diğer ülkelerle de ilişkilerin geliştirilmesinden yana bir söyleme sahipler.

Ancak örneğin Rusya ve Çin gibi ‘çok kutupluluk’ta yer alabilecek ülkelerin ASEAN ile ilişkilerinde sadece ekonomi, ticaret, askeri bağlamla yetinmeleri ve ‘değerler’ düzeyinde hareket kabiliyetlerinin sınırlı olması da dikkat çeken bir diğer husus. Halklar nezdinde konuya bakıldığında da ABD’nin şu veya bu şekilde bir cazibe merkezi olduğu ve sosyo-ekonomik ve kültürel dinamikleriyle bölgede var olduğuna tanık olunuyor. Bu noktada Rusya ve Çin’in daha alması gereken epeyce yol bulunuyor. Deklarasyonda ‘insan haklarına’ yapılan vurgu -ki burada somut adımlar vasıtasıyla denilerek dikkat çekiliyor- önemli olmakla birlikte, bunun pratikte nasıl bir karşılığı olduğu ve olması için hangi mekanizmaların harekete geçirilebileceği konusu netlik kazanmış değil.

Bir başka madde ise, küresel sorun haline gelmiş olan Güney Çin Denizi’ne dolaylı bir atıfla deniz güvenliği meselesinde sorunların BM tarafından 1982 yılında kabul edilen Deniz Yasası Sözleşmesi’ne bağlılığa yapılan vurgu. Bununla ilgili belki de doğrudan bir diğer vurgu ise teritoryal hak iddialarında ‘Tarafların Yaklaşım Kodları’ şeklinde çevrilebilecek olan daha önceki bir anlaşmaya atıftır. Şayet Rusya bu maddeler özelinde attığı imza, Çin’e karşı ASEAN ve ABD’nin yanında mı yer aldığı sorusunu da beraberinde getiriyor. Çünkü Çin’in bölgedeki egemenlik iddialarına karşı yükseltilen öncelikli itiraz Çin’in uluslararası anlaşmaları tanımadığı yönünde. Rus tarafının önerdiği kapsamlı serbest ticaret önerisi ise, ASEAN liderlerince değerlendirileceği belirtiliyor. İşin akademik boyutunda ise, Moskova Üniversitesi’ne bağlı Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde ASEAN Çalışmaları Merkezi’nin kurulması öne çıkıyor.


Sochi Zirvesi’nin ortaya koyduğu üzere ASEAN giderek küresel görünürlük kazanıyor. ABD’den sonra Rusya’nın davetine icabet eden ASEAN liderlerinin bir süre sonra yolunun Avrupa Birliği’ne düşeceğini tahmin etmek güç değil. Ancak bu gelişmelerde ASEAN ülkelerinin siyasi birlikten yoksun görünümü, kurulan ve kurulacak ilişkilerde nasıl bir yapılaşmanın ortaya konulduğunu sorununun daha konuşulacağını düşünebiliriz. 

http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/366048/rusyadan-asean-acilimi

27 Mayıs 2016 Cuma

ABD’nin Pasifik Yüzyılı Projesi ve Kazanımları / America’s Pacific Century and Its Gains

Mehmet Özay – Kuala Lumpur                                                                               27 Mayıs 2016

ABD Başkanı Barack Obama, hafta başından bu yana Asya-Pasifik bölgesine ziyarette bulunuyor. Görev süresi, Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimleriyle sona erecek olan Obama’nın, iki ülke ilişkilerini geliştirmek amacıyla önce Vietnam, ardından da G-7 devlet başkanları zirvesine katılmak için Japonya’ya yaptığı ziyaret, kuvvetle muhtemelen bölgeye yaptığı son gezi olarak hatırlanacak. Ancak bu gezinin, Obama’nın 2008 yılında başkanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerinden itibaren ABD dış politikasına yeni bir yön verme çabasının son merhalesini teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Vietnam ziyaretinde, 1995 yılında başlayan iki ülke ilişkilerinde ‘normalleşme’ sürecinin tamamlandığını ortaya koyan silah ambargosunun kaldırılması ve akabinde 1945’de yılında atom bombasının atıldığı Hiroşima şehrini ziyareti, hem reelde hem de sembolik olarak Obama’nın Asya-Pasifik bölgesine yönelik yeni politikasının ‘final’ havası niteliğindeydi. Bu çerçevede, ilk günden bu yana Obama yönetiminin Asya-Pasifik politikalarının nasıl şekillendiğine göz atmakta yarar var.

Pasifik Yüzyılı Projesi
ABD’nin, Asya-Pasifik bölgesine ağırlık vererek dış politikasında denge arayışı, ‘yüzyılın dönümü’ olarak adlandırılmayı hak ediyor. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Ortadoğu ve yaın çevresinde Sovyet Bloğu’yla dirsek temasındaki ülkelerin ‘sahipsiz’ kalmasının doğurduğu boşluk ABD tarafından askeri güç kullanılarak doldurulmak istendi. Ancak savaş bölgelerine istikrarın getirilememesi, yaşanan kayıplar ve iç siyasetinin de etkisiyle, bu sürece son verilmesi eğilimi ortaya çıktı.

Bu bağlamda, Barack Obama yönetimiyle birlikte (2008) Asya’da dengelerin yeniden kurulması çağrısıyla yeni bir politika gündeme getirildi. Bunun iki safhası bulunuyor. İlki, Barack Obama’nın 2008 seçim zaferinin ardından, ABD’nin küresel olarak fotoğrafını belirleme ve yeniden yapılandırma süreci. İlk çalışmaların ardından, ‘Pasifik Yüzyılı’ projesi, önce Obama’nın Tokyo ziyaretinde (2009) kendisini ‘Pasifik Başkanı’ olarak tanıtması ve ardından Hillary Clinton imzasıyla yayınlanan (2011) makaleyle küresel kamuoyunun dikkatlerine sunuldu. Bu süreçte kavramsal düzeyde ‘merkez’ (pivot) kavramına öncelik tanınırken, ardından ‘dengelerin yeniden kurulması’ (rebalance) kavramı da dolaşıma girdi. ABD dış politikasındaki bu yeni çerçeve, 20. yüzyılın son çeyreğinde genel itibarıyla öncelikler haline gelen Batı Asya, Ortadoğu ekseninden, Pasifikler’e doğru bir kaymaya gönderme yapıyor.

İkincisi ise, 2013’de yeniden seçilmesiyle bu hazırlanan politika taslaklarını yürürlüğe koyma süreci. Bu politika, 2. Dünya Savaşı’nda -ki bölgede Pasifik Savaşı olarak adlandırılıyor- Japonya’nın saf dışı bırakılması ve akabinde geniş Hint-Çin’i ve Malay dünyasını da içine alan ‘komünizm’ tehlikesine karşı Güneydoğu Asya’da bölgesel yapılaşma süreciyle Asya-Pasifik’de kurulan ABD hakimiyetinin 21. yüzyılda yeni ve daha gelişmiş bir versiyonuna işaret ediyor.

Yükselen Çin
ABD’nin bölgeye ilgisinin yoğunlaşmasında ‘yükselen Çin’ faktörünün önemi ortada. Çin, ekonomik kalkınmışlığını, askeri harcamalarıyla göstermekle kalmıyor. Aksine, Doğu ve Güney Çin Denizi’nde geniş bir alanı ‘tarihsel egemenlik  sahası’ olarak değerlendiriyor. Ve bu iddialarını agresif bir şekilde sergileyerek, donanma ve hava kuvvetlerini mobilizasyonuna el verecek şekilde alt yapı çalışmalarıyla tüm bölgeyi ‘çevçeve’ içine alan bir icraata soyunuyor.

Bu anlamda, ‘yeniden kurulmakta olan dengeler’ sürecinde, bize Çin’in Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki yapılaşma süreçlerinden hareketle, bir şeylerin değişmekte olduğunu, yani ABD eko-politikalarına alternatif bir yapılanmanın olduğunu da gizli-açık ortaya koyuyor. Öte yandan, Çin’i sadece Doğu ve Güney Çin Denizi’nde ortaya koymaya çalıştığı politikaları sınırına hapsetmemek gerekir. Aksine, Myanmar’daki değişime paralel olarak karada, Çin’in Afrika’ya ulaşan ve giderek derinlik kazanan sivil ve de askeri yapılaşmasında, Hint Okyanusu faktörü nedeniyle de deniz boyutunda Çin-Hindistan karşılaşmasını kaçınılmaz kılan vechesini de dikkate almak gerekir. Bu anlamda ‘denge’ kavramı karşılığını, biri iç yani ABD dış politikası, diğeri dış yani Çin faktörü gibi iki olguyla ilişkisinde bulduğunu söylemek mümkün.

Hint-Pasifik Konsepti
ABD’nin Pasifik veya Asya Yüzyılı kavramıyla neyi kastettiği iyi tespit edilmesi gerekir. Bu noktada, daha çok Doğu Asya, ASEAN ülkelerini içine alan ve bu ülkelerle çeşitli alanlarda işbirliğine vurgu yapan Asya-Pasifik coğrafyası öne çıkartılıyor. Bununla birlikte, bir ucu İran Körfezi ve Arabistan’a yani Batı Asya’ya, diğer ucu Malaka Boğazı’na kadar kadar uzanan Hint Okyasunun da dahil edilmesiyle Hint-Pasifik kavramına da yer veriliyor. Ancak bu yaklaşım henüz yaygın bir kullanım alanı bulunmaması nedeniyle, bugün Hint Okyanusu üzerinde pek fazla gündem oluşturulmadığı da bir gerçek.

Hint Okyanusu’nun ‘büyük proje’ye dahil edilmesinde, Çin’in İran ve Kuzey Kore’yle, özellikle nükleer işbirliği gibi alanlardaki etkileşimleri engellemeye yönelik bir vechesi bulunuyor. Bununla birlikte, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin İran’ın nükleer çalışmalarının kontrol altına alınması yönündeki anlaşma şimdilik bu yöndeki kaygıların görece azaldığını ortaya koyuyor. Öte yandan, Çin’in Afrika kıtası üzerindeki inisiyatiflerini Cibuti örneğinde olduğu gibi üslerle destekleme girişiminin yanı sıra, Myanmar’ın batısındaki Bengal Körfezi’ne bakan Arakan Eyaleti’nde petrol ve doğal gaz sondaj çalışmaları, liman inşaatı ve karayolu projeleri Hint Okyanusu bağlantısının göz ardı edilemeyeceğini ortaya koyan gelişmeler.

Bölge Denizlerinde Egemenlik İddiaları
ABD’nin ‘mega’ projesi olarak gündeme gelen Pasifik Yüzyılı projesinin, yukarıdaki paragrafta dile getirildiği üzere Soğuk Savaş sonrasının Ortadoğu – Afganistan merkezli çatışmacı yaklaşımlarının kimilerince ‘tamamlandığı’, kimilerince de sonuç getirmeyecek bir sürece evrildiği sonucuna varılarak tedrici olarak terk edilmesi anlamı taşır. Bununla birlikte, ABD’nin küresel politikasını şekillendiren bu yeni açılımında Çin’in büyüyen ekonomisi, artan askeri harcamalarına paralel olarak Doğu ve özellikle de Güney Çin Denizi’nde egemenlik haklarına dair yaptığı açıklamalar yabana atılır gibi değil. Bu açıklamaların, 2011 yılından itibaren söylem düzeyinde giderek ivme kazanması kadar, HS 981 adı verilen dev sondaj gemisini 2014 yılında Vietnam’ın da hak ettiği sularda sahaya sürmesi, 2015 yılında bazı kayalıklar üzerinde sivil ve askeri alt yapı çalışmalarına hız verip tamamlaması da hiç kuşku yok ki ABD yönetimince dikkate alınan gelişmelerdi.

Çin’in, ‘beş yüzyıldır balıkçılarımız bu sularda avlanıyor’ yaklaşımıyla tarihi referans yaparak hak iddiasını sürdürdüğü Güney Çin Denizi, zaten Ana Kara Çin’le temel egemenlik sorunları olan Tayvan ile ASEAN’ın dört üye ülkesinin de -Filipinler, Vietnam, Malezya ve Bruney- egemenlik iddiasında bulunduğu bir bölge olarak kalmıyor. Geniş bir adalar coğrafyasıyla Güney Çin Denizi’ne komşu Endonezya da ister istemez kendisini bir baskı altında hissediyor. Kısa bir süre önce Endonezya yönetiminden yapılan açıklamada, bölgeye komşu ve atıl konumdaki dört üssünde askeri yapılanmaya gideceği yönündeki ifadeleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Anlaşmazlığa konu olan ülkelerin her birinin bir dış politika ifadesi olarak sorunun ‘barışçıl’ yöntemlerle sonuçlandırılması konusunda hem fikir olmalarına rağmen, bunun hangi yöntem ve araçlarla ortaya konacağı konusunda ciddi bir anlaşmazlık var.

Çin, sorunun taraf ülkelerle ‘teke tek’ yapılacak görüşmelerle hâl yoluna konulmasında ısrarcı. Bu noktada Çin’in elini güçlendirense bölge ülkelerinin Çin’in iddiaları karşısında bir iki istisna hariç, ne tek başlarına durabiliyorlar, ne de ASEAN içerisinde ortak bir siyasi yaklaşım geliştirebiliyorlar. Bu noktada belki de zikredilmeye değer yaklaşım, Filipinler ve Vietnam’ın konunun uluslararası anlaşmalar çerçevesinde ele alınmasını istemekle kalmaması, aksine Filipinler örneğinde olduğu gibi, uluslararası tahkim mahkemesine başvurmasıyla bunu pratiğe döküyor. ABD’nin rolü de burada ortaya çıkıyor. Bölge ülkelerinin kırılgan toplum yapıları, ekonomik istikrarın göreceliliği bu ülke yönetimlerini Çin karşısında ABD ile işbirliğine açık hale getiriyor. ABD ise, bu süreçte her şeyi hâl yoluna koyma çabasını üst düzeyde yürüterek hem bölge ülkelerini liberal ekonominin ‘imkânlarıyla’ buluşturmaya hem de askeri varlığını bu ülkelerle geliştirme çabasında.

Dünya deniz ticaretinin yaklaşık yüzde otuzunun bu bölgede gerçekleşmesi, serbest deniz ticaretinin engellenebileceği yönündeki endişe konunun ABD dış politikasının ilk sıralarında yer almasına neden oluyor. Bölge denizinin bu önemine binaen, en azından Çin masaya oturuncaya kadar, ABD’nin taraf olan ülkeleri biraraya getirip birbiriyle örtüşen hak iddialarını çözüme kavuşturması beklenebilir.

Küresel Plânda Tarihsel Devamlılık: Liberal Ekonominin Tesisi
Bölge ülkelerinin kendi aralarındaki bu etkileşimin dışında, ABD’nin Güney Çin Denizi sorununa yaklaşımı küresel bir nitelik arz ediyor. Bu nedenle, Amerikan yönetimince gündeme getirilen ikili ve blok ülkeler arasında ticari ve ekonomi anlaşmalar, askeri üslerin kurulması ve limanların hizmete açılması gibi icraatları salt bir güç gösterimi şeklinde algılanmamalı. Aksine, ABD bu girişimlerde bulunurken, bölge ülkelerine ‘kurallar manzumesi’ denilebilecek, kendi siyasi ve ekonomi görüşünü kapsayan kümülatif bir dünya görüşü sunma çabasında. Bugün Güney Çin Denizi sorununda barışçıl çözüm çağrıları yapılırken, Çin bunu taraf olan ülkelerle birebir yüzleşerek yapma peşindeyken, ABD bölgesel ve uluslararası anlaşmaları gündeme taşıyor.

Bu anlamda, 2. Dünya Savaşı sonrasının yeni müttefikleri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Tayland, Filipinler’le ve -son bir gelişme olarak Vietnam’la- askeri boyutu öne çıkartılan ikili işbirliği anlaşmalarına karşılık, ASEAN’la ekonomi eksenli yapılaşma çerçevesinde, yüzyılın anlaşması olarak değerlendirilen ‘Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’yla (TPPA) Pasifik Okyanusu’nun doğu ve batı yakasından on iki ülkeyle başlatılan küresel ticaret anlaşması geliyor. Bu noktada, Pasifik yüzyılında ABD donanmasının yüzde altmışının bu bölgede konuşlandırılması, salt Adalar sorununda Çin’le olası karşılaşmalar için değil, TPPA başta olmak üzere çeşitli anlaşmalara konu olan deniz aşırı ticari faaliyetlerin korunması da hedefleniyor.

Amerikan yönetimi TPPA bağlamında ülkedeki üretim sektörlerinin kazanımını hedeflerken, anlaşmaya taraf olan ülkelerde de ABD’deki yapılanmaya benzer bir ‘ticaret ahlâkı’ ve ‘kurumsal yapılanması’ yani, bu anlamda ‘uluslararasılaştırılma’ sürecine dönük politikalar oluşturulmasına çalışıyor.

Bu süreçte, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerin üst düzey yöneticilerinin söylemlerinde tanık olunduğu üzere, bölgede görece kendi içine kapalı ülkelerle kurulan ikili ve bölgesel işbirlikleriyle bu ülkeler kendilerine ‘değer’ atfedildiğini, sözlerinin dinlendiğini ve böylece onore edildiklerini fark ediyorlar. Yeni Zelanda’da TPPA’nın imza töreninin gerçekleştirilmesinin ardından (2016), Endonezya, Tayland ve Filipinler’in de bu blok içinde yer alma yönündeki talepkâr tutumlar sergilemeleri, cazibe merkezinin boyutunu gösteriyor. Aslında ABD yönetim çevrelerinin TPPA ile herhangi bir ülkeyi hedef almadıkları yönünde yaptıkları açıklamanın haklı bir yönü bulunuyor. Temelde hedef ticaretin ‘kurallarını’ belirlemek ise -ki ABD bunu yapıyor-, farklı siyasi yapılaşmalara sahip bölge ülkelerini bir ‘kurallar bütünü’ ekseninde biraraya getiriyor. Bir süre sonra Çin de bu kurallar bütününü kabul ettiğini açıklarsa, TPPA’ya alınmaması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır.

Açıkçası, ABD’nin bölgede ortaya koymaya çalıştığı ‘kurallar manzumesi’nin yeni bir olgu değil. Bundan beş yüz yıl önce bölgeye nüfuz etmeye başlayan Batı Avrupalı denizci uluslarından -ki bunlardan Portekiz’i belirli nedenlerle dışarda bıraktığımızda- İngiltere ve Hollanda Krallıkları, kendi oluşturdukları dönemin ticaret ve askeri ‘kurallar manzumesinin’ bölge yönetimlerince ‘benimsenmesine’ çalışıyorlardı. Bunu önce site şehir devletleri hükümdarlarına ticaret anlaşmalarını kabul ettirerek veya ‘dayatarak’, reddi halinde de ‘gelişmiş deniz kuvvetleri ve toplarıyla’ zorlayarak yapıyorlardı.

21. yüzyıl başlarında gelinen bu noktada, bölge devletlerinin böylesine uzun dönemli bir geçmişe dayanan Batı belirleyiciliğine karşı alternatif ortaya koyabileceklerini ve bu anlamda bir donanım sahibi olduklarını düşünmek fazla hayalci bir yaklaşım olur. ABD yönetiminin son dönemde bölgeye yönelik ilgisi ve geliştirmeye çalıştığı politikaların arka plânında, böylesine tarihi bir derinlik bulunuyor. Ve ABD yönetimi bu tarihi derinlikten bihaber değil.

Yüzyılın Projesinde Kültür Faktörü
‘Yüzyılın projesini’, salt ekonomi ve askeri temellere oturtarak sınırlandırılamaz. Bu projenin görünmeyen ya da pek fazla öne çıkartıl/a/mayan vechesinde, ‘vazgeçilmez bir Amerika imajı’ olgusu bulunuyor. Bu imajın moda, spor, eğlence sektörü gibi gündelik yaşamın popülist yönlerinin yanı sıra, ‘eğitim’, ‘kültür’ ve ‘bilimsel araştırmalar’ gibi daha temel  alanlarda çalışmalar yapılması ve buna önemli kaynakların ayrılması, ABD’nin bir ‘Amerikan medeniyeti’ modeli ihracı vizonuyla bağlantılıdır. Sadece üniversite öğrencilerine değil, her nev’inden akademisyen, sivil toplum ve siyasi kuruluşları içine alacak şekilde, eğitim ve kültürel işbirliklerinin pratiğe dönük yönleri arasında yolsuzluklarla mücadele, insan hakları temelli yasaların oluşturulması, dini özgürlüklerin yaygınlaştırılması gibi yapılar dikkat çekiyor. Bu noktada ABD’nin bölgedeki her ülkeye sunabileceği bir ‘değerler birikimi’ olduğunu, Myanmar’da demokratik toplum oluşturulması; Endonezya’da yolsuzlukların üzerine gidilmesi; Güney Kore’de bilim ve sanayinin geliştirilmesi; Filipinler ve Tayland’da insan hakları ihlâlleri üzerinde konuşlanılması bağlamlarında görmek mümkün.

Son dönemde Vietnam’la ‘olağanüstü’ denilmeyi hak edecek şekilde geliştirilen ilişkilerin arka plânında, bu ülke halkının yüzde 78’inin ABD’ye pozitif bir yaklaşım sergilemesinin payını küçüksememek gerekir.  Bu istatistiki verinin bizatihi kendisi, iki ülke ilişkilerinde ‘kültürel’ zeminin de hazırlandığı ve bu alanda kayda değer çalışmalar yapıldığı anlamına geliyor. Bu anlamda, aralarında yarım yüzyıl cunta rejimlerine konu olan ve kapılarını yeni yeni dünyaya açan Myanmar ile komünist ideolojiyle yönetilen Vietnam gibi ülkelerin de içinde bulunduğu bölge ülkelerinde ABD politikalarını doğrudan destekleyici mahiyet taşıyan kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin aldığı ve alabileceği rol yadsınamaz. Bu çerçevede ABD yönetimi, eğitim, kültür ve bilim odaklı programlarla otokratik, diktatör, tek parti rejimi gibi adlandırmaları hak eden ülkelerdeki sivil toplumu demokratik reformlarla buluşturmayı hedefliyor.

Pasifik Başkanı
ABD’nin Pasifik bölgesinde hiçbir ülkeyi gündem dışı bırakmayan yüzyıla damgasını bulan projesi yürürlüğe girmeye başladı. Bu proje, ABD’nin bölgede önünü açmaktan öte, eko-politik, kültür ve askeri anlamda küresel bir yapılaşma anlamı taşıyor. Bu anlamda, ABD ideolojik farklılıklara rağmen bölgede masaya otur/a/mayacağı rejim olmadığını açıkça ortaya koydu. Bu anlamda, örneğin Vietnam’la görece kısa sürede ortaya konan kayda değer gelişmeler, bölge ülkeleri üzerinde de olumlu bir etki yapacaktır.

Pasifik Yüzyılı projesinin bölge dengelerini Amerika lehine değiştirme sürecine girdiği söylenebilirse de, bölgenin dinamik siyasi yapısı Çin dahil her ülkenin bir diğeriyle ilişkilerini yenileyebileceğini ortaya koyuyor. Bunun izlerini de bugün dahi tanık olunmaktadır. Ancak iki dönemdir ABD’yi yöneten başkanı Obama’nın selefi George W. Bush’un aksine, ilk elden Amerikan askerlerini harekete geçirmek yerine, siyaset ve ekonomi mekanizmasını sonuna kadar kullanarak, bugün Pasifik bölgesinde ABD için yeni bir döneme imza atan başkan olarak anılacaktır.


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Tekne Dramının 1. Yılı: Arakanlılar Nerede? / 1st Commemoration of Boat Crisis: Where are the Rohingyanese?

Mehmet Özay                                                                                                            25 Mayıs 2016
Geçen yıl Mayıs ayı ortalarında Bengal Körfezi ve Malaka Boğazı’nda yaşanan insanlık dramından bu yana bir yıl geçti. Binlerce Arakanlı Müslümanı taşıyan teknelerin önce Tayland ardından Malezya ve Endonezya sahil güvenlik yetkililerince ülke sınırlarına girmesine izin verilmemesiyle Arakanlılar konusu bir anda yeniden dünya kamuoyunun gündemi oturmuştu. Arakanlıların okyanusun ortasında yaşam savaşı vermelerinin doğurduğu dramın yanı sıra, Malezya ve Endonezya gibi Müslüman Malay dünyasının temsilcisi olduğu iddiasındaki iki ülkenin sergiledikleri tutum da bir başka drama tekabül ediyordu.
Öte yandan, Tayland’ın Patani bölgesindeki Müslümanlara yönelik tavrından hareketle, sınırlarına dayanan diğer Müslümanlara bu şekilde muamele etmesinin, temel insanlık duruşu açısından sorunlu olduğuna kuşku yok. Bu noktada, Arakanlıların kendi ülkeleri Myanmar’da vatandaşlık statüsünden başlayarak temel insan haklarından mahrum edilmeleri ve toplumsal linçle karşı karşıya kalmalarıyla, bu üç ülkenin yaklaşımları arasında genel itibarıyla nasıl bir fark olup olmadığı da sorgulanmayı hak ediyor.
Tekneler sürecinin durulmaya yüz tuttuğu bir anda 2015 yılı Haziran ayında bu sefer Malezya-Tayland sınırında, insan kaçakçılarının ağına takılan onlarca Arakanlı sığınmacının mezarları bulundu. Uzunca bir süredir dile getirdiğimiz ve bölgedeki insan kaçakçılarının faaliyetine doğrudan gönderme yapan bu gelişme bile, ilgili ülkeler ve ASEAN içerisinde hakkıyla ele alınıp, kalıcı bir şekilde çözümlenebilmesi umudu verecek istikrarlı bir şekilde ele alınmadı. Sadece birkaç görevli ve sivil suçlanıp konunun üzeri kapatılması çözüm olarak sunuldu. Vakıanın Tayland tarafında üst düzey bir subayın can güvenliğini ileri sürerek Avustralya’ya sığınması ve akabinde insan kaçakçılarıyla ilgili ifşasının da kapsamlı bir karşılığı olmadı.
Öte yandan, aradan geçen bir yıl sonrasında bu vakıayla ilgili akıllarda ne kaldı sorusuna cevabını, denize açılan Arakanlılara ne oldu sorusuyla birlikte cevap aramak gerekiyor. Aslında o günlerde muğlak kalan sorulara bir yıl içerisinde cevap bulunabildiğini söylemek zor. Örneğin, 4500 kişinin ‘karaya çıktığı’ ileri sürülüp, Birleşmiş Milletler 2000 kişinin açık denizde bulunduğunu söylese de, sığınmacıların gerçekte toplam kaç kişi oldukları, nereden ve hangi koşullarda denize açıldıkları, bu ‘mağdur’ insanları kimlerin ne şekilde teknelere bindirdiği ve kaç tekne ile okyanusa açıldıkları gibi verilere ulaşılamadı. Bu noktada, Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo, vicdan yaralayıcı ilk tepkilerin ardından deniz kuvvetlerine bağlı birkaç geminin uluslararası sularda bulunduğu belirtilen tekneleri arama çalışması yapması emrini verse de, bu girişimin nasıl gerçekleştirildiği ve nasıl bir sonuca ulaşıldığına bilgi mevcut değil. Yukarıda verilen sayılar dikkate alındığında bile, onlarca teknenin bu işte kullanıldığını göstermesi, son derece organize bir ‘müdahalenin’ varlığını gündeme getiriyor. Konuyla doğrudan ilintili ülkeler ve geneli itibarıyla ASEAN’ın bu işin üzerine giderek kesin bir çözüme ulaşması beklenirken, herkesin kaçamak davrandığına ve adeta hiçbir ülkenin sorumluluk almak gibi bir niyet taşımadığına tanık olundu. Bu durum, 2012 yılından itibaren Myanmar’da yaşananların birilerinin ekmeğine yağ sürdüğünü konusunda ciddi şüphelerin oluşmasına neden oldu ve aşağıda görüleceği üzere olmaya devam ediyor.
Yukarıda zikredilen üç ülke yetkilileri, ilk günlerde sergiledikleri çekingen duruş sonrasında, uluslararası kamuoyundan gelen tepkiler karşısındaki mahcubiyetlerini gidermeye yönelik olarak yaptıkları toplantı sonrasında, Arakanlı sığınmacıların ilgili ülkelerde ‘bir yıl boyunca  kalmalarına izin verilmesi’ kararı çıktı. Ancak bu karar, karaya çıkan Arakanlılar için günün getirdiği bir umut olarak karşılık bulurken, konunun ne ilgili ülkeler ne de bu ülkelerin üyesi oldukları ASEAN nezdinde kalıcı bir çözüme kavuşturulamayacağının bir örneği şeklinde tezahür etti.
Arakanlı sığınmacılarla ilgili en somut konu öyle gözüküyor ki, Açe Eyaleti’nin kuzey ve doğu sahillerinde karaya çıkmaları; önce bölge halkı ve yönetiminin ve ardında merkezi hükümet ve bazı uluslararası kuruluşların katkılarıyla kurulan üç kamp bir yıl boyunca ‘sessiz sakin’ bir yaşam sürmeleriydi.
Yukarıda Endonezyalı yetkililerin tepkisini söylerken burada Açe’de sahile çıkmaları arasında acaba bir çelişki var mı diye bir soru insanın aklına gelmiyor değil. Çünkü Arakanlıları taşıyan teknelerle Malaka Boğazı girişinde karşılaşan ve akabinde tekneleri karaya çeken Açeli balıkçılardı. Açeli balıkçıların verdiği ‘vicdani’ tepkiyle, Cakarta merkez hükümetinin ve onun Açe’deki temsilcisi konumundaki ordu yetkililerin verdiği ‘resmi’ tepki arasında önemli bir fark bulunuyordu. Açeli balıkçılar üzerinde bir baskı kurma şeklinde beliren bu tepkiye karşılık Açeliler, geçmişten bu yana geleneksel olarak uygulayageldikleri ‘deniz yasalarına’ atıfta bulunarak, denizde kim olursa olsun hayatı tehlikede olana yardım edilmesi ilkesini gündeme taşıyarak sadece merkez yönetime değil, başta Malezya ve Tayland makamları olmak üzere tüm dünyaya mesaj veriyordu. Aslında Açeliler bu tepkiyi ilk defa vermiyordu. 2008, 2009 ve 2013 yıllarında da Eyalet’i çevreleyen sulara vuran Arakanlıları taşıyan tekneleri gene karaya çekerek, onlar için yapılması olağan, ancak mevcut küresel şartlarda bir insanlık dersi olmaya aday bir eyleme dikkat çekiyorlardı.
Arakanlılar Kuzey ve Doğu Açe’de önce sosyal hizmetelere bağlı binalarda konuk edildi. Ardından bölgede kurulan üç kampta daha düzenli bir yaşamı teneffüs etmeye başladılar. Öyle ki, burada çeşitli kurumların katkılarıyla dini eğitim, bahçecilik, terzilik gibi bu insanları hayata bağlayacak ve bir anlamda psikolojik tedavi görevi görecek etkinliklerle günlerini geçirmeye başladılar. Ancak yıl sonuna doğru bu üç kampta yaşayan Arakanlıların sayısında azalma olduğu konusunda bilgiler gelmeye başlaması, yukarıda dile getirilen sorunların ne denli ‘derin’ olduğunu ortaya koyuyordu. Emniyet, ordu, sivil birimlerin, STK’ların var olduğu ve ‘güvenlik tedbirlerinin’ alındığı bu kamplardan dışarı çıkmanın normal şartlarda mümkün değil. Ancak kimi yetkililer ve kamptan bazı kişilerin yaptığı açıklamalarda, özellikle Malezya’da yakını olan Arakanlıların gönderilen paralar karşılığında kamplardan çıkartılıp, önce Medan şehrindeki limana oradan da gene kaçak yollarla Malezya’nın batı sahillerine ulaştığını ortaya koyuyor. Bu sürecin, örneğin bölgede yaşayan sıradan halk tarafından yapılmayacağı, aksine son derece organize bir yapının yeniden harekete geçirildiği sonuca ulaşmak mümkün.
Burada durup, Arakanlılar hedefinde niçin sürekli olarak Malezya’ya gitmek var sorusu gündeme getirilmeli. Görece gelişmiş ekonomisiyle Malezya hükümetinin bu insanlara kucak aç/a/madığı biliniyor. Ülkelerinde karşı karşıya kaldıkları durum bu insanları siyasi mülteci statüsünde ele alınmalarını gerektirirken, Malezya’nın BM’nin mülteciler konusundaki ilgili sözleşmelerine imza atmaması, doğal olarak Malezya hükümetinin bu konuda elini kolunu ‘bağlayan’ bir haklı gerekçe olarak gösteriliyor. Buna rağmen, Arakanlıların Malezya’yı hedef ülke seçmesi, neredeyse bu ülkenin gündelik sorunlarının başında gelen yabancı işçi talebi ve bu talebin nasıl karşılanacağı konusuyla doğrudan bağlantılı. En düşük ücretle, en ‘kirli’ işlerin yapılması yönündeki gizli/açık talep, resmi kanallardan işçi getirtilmesinin maliyetleri gibi ekonomik nedenler, yabancı işçi göçünü yasal olmayan yollardan yürütülmesine neden oluyor.
Arakanlı Müslümanların içinde bulunduğu durum ise, bu alanda her nev’inden ‘at oynatan çetelerin’ işine yarıyor. Kalkınmış ülke hedefine ulaşmasına dört yıl kalmış Malezya’nın, özellikle Malay Yarımadası’ndaki topraklarının ‘genişliği’ dikkate alındığında, her karışında ne olup bittiğini yakinen bilebilecek bir sivil, emniyet ve askeri gücü bulunuyor. Buna karşın, aynı ülkede resmi kayıtlara göre yaklaşık iki milyon, resmi olmayan rakamlara göre ise, bunun iki katı kadar kaçak göçmen/işçinin varlığı ise bir çelişki olmaktan öteye geçmiyor. Tam da bu noktada, kimileri çıkıp ‘Ne var bunda. Alan razı veren razı’ diyebilir. Ancak özellikle Malezya başta olmak üzere, Endonezya, Tayland gibi ülkelere geçen Arakanlıların, şayet temel insanlık kriterlerini baz alacaksak, karşı karşıya kaldıkları zorluk öyle sanıldığı gibi Myanmar’da maruz kaldıklarından pek fazla farklılık arz etmiyor.

Bu bağlamda, anavatanlarında merkezi hükümetin Arakanlıları resmi bir etnik yapı olarak tanımlamamasından kaynaklanan ve bu kitleyi hiçliğe terk eden yaklaşımıyla yukarıda kısmen tasvir edilen durum arasındaki benzerlik mevcut sorunun henüz daha anlaşılamadığını açıkça ortaya koyuyor.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

ABD’nin ASEAN’da Gözde Partneri: Vietnam / Vietnam: A Favourite Partner of the US in ASEAN

Mehmet Özay                                                                                                                  23 Mayıs 2016

ABD Başkanı Barack Obama’nın G-7 Zirvesi öncesinde Pazartesi günü başlayan iki günlük Vietnam ziyareti, iki ülke ilişkilerinin 21. yılında yeni bir evreye adım atılması anlamı taşıyor. Obama’nın gündeminde, iki binli yılların başında gelişme gösteren ve 2013’de kapsamlı stratejik ortaklığa evrilen ilişkilere vurgu ve sürecin devamı konusunda irade ortaya koymak olacak. 20. yüzyılda iki ülke ilişkilerine damgasını vuran ‘Vietnam Savaş’nın ardından, son dönemde çeşitli alanlardaki istikrarlı gelişme gösteren ilişkilerin bir devamı olarak ‘Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPPA) taraf olma ve ABD’nin askeri ambargosunun kaldırılması kuşku bölgesel ve küresel önemiyle dikkat çekici bir özellik gösteriyor.

Savaşın Tetiklediği İlişki
Vietnam Savaşı’ndan ötürü, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmediği gibi yaygın bir kanı olabilir. ANcak gerçekte durumun böyle olmadığı ve her iki ülke toplumunda derin izler bırakan bu savaşın ardından iki ülke ilişkilerinin kısa sürede böylesine önemli bir ivme kazandı. Bu noktada, bu savaşı bir handikap olarak değerlendirmek yerine, bu savaşın, ilişkilerin bugünkü geldiği noktada bir başlangıç oluşturması dolayısıyla yeni bir fırsata olanak tanıdığı söylenebilir. Öyle ki, iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesine yönelik inisiyatif, söz konusu savaşta hayatını kaybeden, ancak cenazeleri kayıp olan ABD askerlerine ulaşılması konusundaki işbirliği çabasına dayanır. ABD yönetimi açısından, kendi ulusuna bir sorumluluk olarak algılanan bu yaklaşım, Vietnam devletinde de işbirliğine el veren bir yaklaşımla karşılık buldu.

Çoğul Faktörler
Bu başlangıç noktasından farklı olarak, iki ülke ilişkilerinin nasıl olup da istikrarlı bir gelişme kaydettiği üzerinde durulmayı hak ediyor. Bu noktada, ideolojik rejim farklılığı gibi önemli bir unsura rağmen, Vietnam-ABD ilişkilerinin istikrarlı bir gelişmeye konu olmasında temel faktör nedir sorusu ortaya çıkıyor. Bu noktada, ABD’nin ‘bilinçli politikaları’nın ötesinde, bir başka faktöre dikkat çekilmeli. Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik iddiasını tarihe referanslarla meşruiyet kazandırması gibi, Vietnam ve Çin’in benzer bir rejimle idare edilmelerine rağmen, iki ülkenin arasının yapılamaması, kökleri bin yıl öncesine dayanan tarihi hafızasının ‘dayattığı’ bir durum olarak ortaya çıkıyor.

Bu bağlamda, Vietnam Çin’le yakınlaşmak yerine, kontrollü bir mesafede durmayı tercih ediyor. Ekonomide ise uyguladığı liberal politikalar sayesinde, bölgedeki diğer ülkeler kadar, küresel güç ABD ile de yollarının kolayca buluşturabiliyor. Öte yandan Çin, Güney Çin Denizi’ndeki teritoryal egemenlik sahasını genişletme çabasıyla, Vietnam dahil komşularıyla arasına mesafe koymayı ve bu ülkeleri -en azından bazılarını- şu veya bu şekilde, ‘karşı’ blokla işbirliğine itiyor. Bu ise, kendi aralarında siyasi ve askeri birlik göstermekte başarılı olamayan bölge ülkelerini ABD ile yakınlaşmaya ve ilişkilerin, bu tehditin boyutları ölçüsünde yenilenmesine ve geliştirilmesine yol açıyor.

Bu bağlamda, söz konusu ilişkinin, Çin gibi bölgesel ve küresel bir dış faktörün etkisiyle anlam ve hız kazandığı görülüyor. Çin’in Güney Çin Denizi’ndeki agresif yaklaşımının belki de ‘niyetlenilmemiş sonucu’, diğer bölge ülkeleri kadar, komünist ideolojiyle yönetilen Vietnam’ın ABD ile yakınlaşması oldu. Bununla birlikte, Vietnam-ABD yakınlaşmasını son dönemde Güney Çin Denizi’ndeki gelişmelerle sınırlandırmak mümkün değil. Vietnam’ın Çin’le son bin yıldır şu veya bu şekilde hasmı olmasının da yeni dönemde Çin’in yükselişinde Vietnam’ı uluslararası ilişkilerini ‘çeşitlendirme’ sürecine zorluyor. İşin içine tarihi bağlam oturtulduğunda, Çin yönetiminin bir süredir tarihi referanslarla Güney Çin Denizi’ndeki egemenlik haklarını meşrulaştırma girişimine karşılık, Vietnam’ın yukarıda değinilen Çin’le alan tarihi husumeti de, bu ülkeyi Çin’e karşı bir başka güçle dengelemeye sevk ediyor.

ABD: İdeolojik Önyargısızlık veya Hoşgeldin Liberal Ekonomi
İki ülke ilişkilerine ABD vechesinden bakıldığında, temel ideolojik ayrışmaya rağmen, başat bir ekonomi işbirliği ile tedrici bir siyasi gelişmeye konu olan bir modelle karşı karşıyayız. Bu anlamda, Vietnam komünist ideolojinin hakimiyetindeki bir ülke olmakla birlikte, ABD’nin bölgede pek çok alanda istikrarlı bir süreçte işbirliği gerçekleştirebildiği bir ülke hüviyetinde. ABD’nin 1994 yılında Vietnam’a uyguladığı ekonomi ambargosunu kaldırmasının ardından, 1995 yılı iki ülke ilişkilerinde ‘Normalleştirme’ denilen açılımla bir dönüm noktası oldu.

Bu süreç çoğul faktörlerin birleşmesinin bir ürünüydü. Bu bağlamda Soğuk Savaş’ın sona ermesi gibi tarihi bir dönüm noktasını; ABD’nin küresel ilişkiler ağında daha da kapsayıcı bir rol oynamak istemesini ve Vietnam’ın kalkınmacı ekonomi anlayışında sergilediği istikrarlı yapılaşması gibi hususları hesaba katmak gerekir. Bu faktörlerin birleşimi, ABD’nin giderek önem kazanan Güneydoğu Asya bölgesinde yeni bir ülkeyle ittifak ilişkilerine yol açtı. Bu anlamda, Çin’le tarihsel husumeti bulunan Vietnam’la, 1970’lerde yaşanan savaşın acılarını ve kayıplarını bir kenara bırakıp masaya oturulmasının, temelde ABD’nin ‘Asya Yüzyılı’ perspektifinde de önemli bir yeri var. ABD Dışişleri Bürokrasisi, Vietnam’ın ideolojik yapılaşmasını bir engel olarak görmüyor. Ve özellikle ekonomi ve deniz güvenliği alanları başta olmak üzere, diğer alanlardaki gelişmeleri ilişkilerde öncelikli yere oturtuyor. Vietnam yönetiminin ideolojik yapılaşmasın da bir değişiklik olacaksa da, bunu zamana yaymayı tercih ediyor. 

Ekonomi İşbirliği
Vietnam, 1980’li yıllarda kapılarını yabancı yatırımcılara açmasıyla birlikte, ucuz iş gücü ve hammadde kaynakları nedeniyle kısa sürede imalât sanayiindeki gelişmelerle, Asya Kaplanları’nın izinden giden bir ülke oldu. 2000 yılında, dönemin ABD Başkanı Clinton’ın tarihi ziyaretinin ardından, 2001 yılında ABD ile imzaladığı ikili ticaret anlaşması Vietnam’ın küresel ekonomi sistemine entegrasyonunda önemli bir aşamaydı. 2011 yılında ‘Savunma İşbirliği’nin Geliştirilmesi Anlaşması’, kuşku yok ki, ABD yönetiminin komünist bir rejimle işbirliğinin farklı boyutlarını göstermesiyel dikkat çekiyor.

Bu sürecin ‘Kapsamlı İşbirliği’ne dönüşmesi ise Obama döneminde gerçekleşti. 2013 yılında yapılan görüşmelerde her iki ülke önemli bir dönemin başlangıcına imza atarken, anlaşmanın belki de bildik unsurlarının dışında en dikkat çekici yönü, her iki ülkenin bir diğerinin siyasi yönetim yapısına saygı göstermesiydi. Bu durum açıkçası, ABD’nin Vietnam’daki komünist rejimin varlığının çeşitli bağlamlarda ilişkilerin geliştirilmesinin önünde engel olmadığı anlamı taşıyor. Bununla birlikte, genel itibariyle tanık olunduğu üzere ABD’nin, Vietnam gibi benzeri ülkelerle ilişkilerindeki şartlardan biri olan insan hakları konusu, Vietnam yönetiminin dikkate aldığını gösterme eğilimi sergilemesiyle bir tür ortak anlayış geliştirildiğine işaret ediyor.

ABD yönetimini bir blok olarak düşünmekle birlikte, insan hakları konusunda Senato ile Obama yönetimi arasında temel bir ayrım dikkat çekiyor. Vietnam gibi hem kalkınma hedeflerinde başarılı, hem dinamik ve yoğun nüfusa sahip bir ülkeyle ilişkilerin ekonomik boyutu kadar, Çin faktöründen neşet eden bir zorunlulukla Vietnam’ın bu insanlık ‘kusurunu’ görmezden gelme eğilimi sergileyebilir.

Tabii insan hakları denilince akla gelen basın ve siyasi muhalefete yönelik baskılar gelse de, sivil toplum, akademik özgürlükler, kadın hakları, çalışanların hakları gibi alanları da unutmamak lazım. Bu anlamda, ABD’nin TPPA görüşmeleri çerçevesinde işçi hakları üzerinden diğer üye ülkeler gibi Vietnam’la da gerçekleştirildiği dikkate alındığında, Vietnam yönetiminin ‘haklar’ konusunda işbirliğine açık bir politika takip ettiği söylenebilir. Tam da bu noktada, Vietnam’ın izinden gittiği siyasi ideolojinin temelini oluşturan ‘işçi’ ve bu kitlenin hakları meselesinde verdiği ‘açıklar’ ise, önemli bir tartışma alanını oluşturuyor.

Obama Yönetimi ve Amerika’nın Asya Yüzyılı
Vietnam’la ‘Kapsamlı İşbirliği Anlaşması’ (KİA) imzalanması, Obama yönetiminin ‘başarı’ hanesine yazılmayı hak edecek bir gelişmeydi. Vietnam gibi Güney Çin Denizi’ne 2000 mil sahili olan ve neredeyse yüz milyona varan nüfusa sahip stratejik bir ülkeyle askeri ve teknolojik işbirliği, ‘çevresel faktörler’ dikkate alındığında hiç de azımsanacak bir gelişme değil. Dünya deniz ticaretinde önemli bir yeri olan Güney Çin Denizi, Tayvan ve ASEAN’a üye diğer ülkeler gibi Vietnam için de hayati öneme sahip. Bu noktada, Çin’in sadece hak iddiasıyla kalmayan, giderek somut ve kalıcı alt yapı girişimleriyle giderek bölgede endişeleri artırması Vietnam’ı, sadece bölgesel değil, diğer bazı küresel endişelere de sahip ABD’yle ortak hareket etmeye sevk ediyor.

KİA’nın ekonomi ve ticari ilişkiler dışında en dikkat çekici yanı, bölge deniz trafiğinde nükleer donanıma sahip gemileri kontrol kapasitesine sahip teknolojinin Vietnam’a aktarılması kadar, bu ülkenin sahil güvenlik alt yapısının geliştirilmesine yönelik yardım öne çıkıyordu. Bu noktada, ‘deniz polisi’ yapısını, ‘sahil güvenlik’e dönüştürülmesi, Vietnam’ın Güney Çin Denizi’ndeki etkinliği kadar iki ülke askeri ilişkilerinde de temel bir adım olduğu düşünülebilir. Hiç kuşku yok ki, askeri işbirliğinde küçük adımlar olarak adlandırılabilecek bu gelişme, uzun yıllardır Vietnam’a uygulanan silah satışı ambargosunun kaldırılmasına matuf bir yönü de var. Güney Çin Denizi’nde son birkaç yıldır giderek ivme kazanan çatışmacı yaklaşımlar dikkate alındığında, ABD’nin deniz güvenliği bağlamındaki bu ‘yatırımının’ ne denli rasyonel bir öngörüye ve zamanlamaya dayandığı anlaşılır.

ABD’nin Asya Yüzyılı projesi çerçevesinde ASEAN ülkeleri arasında Filipinler’den sonra Çin’e karşı denizlerdeki seyir güvenliği bağlamında işbirliğine bu denli yakın bir ülke bulması güçtü. Bunun pratikteki karşılığını ise, Güney Çin Denizi’nin doğu yakasındaki sahillerin Filipinler, batı yakasındaki sahillerin genişçe bir bölümünün de Vietnam’a ait olmasında aramak gerekir. ABD bu yakınlaşmayla, bölgede kurulmakta olan ittifak gücüne Vietnam’ın da katılımını sağlarken, Vietnam’da kadim rakibi Çin’e karşı ABD’ye bir denge unsuru olarak bölge siyasetinde yer veriyor.
Obama’nın ziyaretinde gündeme getireceği ve sadece ekonomi alanıyla da sınırlı kalmayacağı anlaşılan TPPA oluşturuyor. Bu bağlamda, Endonezya gibi ASEAN’in sözde de olsa lideri konumunda ve bir numaralı ekonomisi veya Tayland gibi daha köklü bir geçmişe sahip müttefikini ve de iki numaralı ekonomisi yerine, ekonomik gelişmişliğindeki istikrar, üretken ve dinamik toplum yapısıyla Vietnam’ı dahil etmesi oldukça anlamlıdır.


16 Mayıs 2016 Pazartesi

Çin’de Kültür Devrimi’nin Ellinci Yılı / 50th Anniversary of China’s Cultural Revolution

Mehmet Özay                                                                                                                  16 Mayıs 2016

16 Mayıs 1966’da başlayan Kültür Devrimi’nin ellinci yılı. Kültür Devrimi, 1949 Komünist Devrimi’nden sonra, aradan geçen on altı yıllık süre zarfında Çin’de meydana gelen ve lider kadronun kültür yozlaşması olarak yorumladığı gelişmelerin önünü almak için gerçekleştirilen ve her yönüyle yıkıcı bir süreç oldu. Aradan geçen yarım asra rağmen, ne Kültür Devrimi ve ne de onun lideri Mao Zedong ülkede değerlendirilmeye tabi tutulmadı. Ancak, Kültür Devrimi’ne konu olan burjuvazi eğilimlerinin benzeri ve hatta daha ileri düzeyde yansımaları 21. yüzyıl başlarında Çin toplumunun başat özelliği haline geldi.  

Kültürel Dejenerasyon ve Çözüm
Kültür Devrimi, Batı burjuvazisinin tesirinden kaynaklanan ‘kültür dejenerasyonuna’ son verilmesi kadar, komünist devrimi yozlaştırıcı olduğu ileri sürülen kadim Çin geleneklerine ve dini yapılaşmalara, yani geniş anlamıyla Çin toplumsal kültürüne karşı da işletilerek, Maocu komünist ideolojiyi yeniden yapılandırma anlamı taşır. 1949 devrimi üzerinden pek fazla süre geçmemişken ve devrim lideri Mao da hayattayken ortaya çıkan bu “sosyo-kültürel erozyona” çözüm bulmak da ona düşüyordu. Biri içerden diğeri dışardan iki kültürel yapı ve göstergeleri, Mao ideolojisi ve bu ideolojinin temsilcilerince düşman ilân edildi.

Bu anlamıyla, dönemin Batı burjuvazisinin kültürel objelerinin ve kısmen de olsa ideolojisinin Çin’e nüfuz etmesine karşı verilen devlet merkezli bir devrimci kalkışma. Ve dönemin lideri Mao Zedong ile yardımcısı Lin Piao’nun öncülüğünde on binlerce gencin tüm ülke sathında mobilize edilmesiyle gerçekleştirildi. Lin Piao’nun yürüttüğü süreç, ülkede fiziksel baskılar, ölümler, intiharlar kadar bugüne kadar sarılamamış psikolojik yaralar açmasıyla modern Çin tarihinde yerini alıyor.

Hedefte Kadim Çin Kültürü de Var
Kültür devriminin doğurduğu ‘şiddet’, sadece ithal burjuvaziyi hedef almadı, aksine yalnızca Çin’de değil neredeyse tüm Doğu ve Güneydoğu Asya’ya nüfuz etmesiyle dikkat çeken kadim Çin kültürel unsurlarına da yöneldi. Çin devletinin, dönemin kültürel etkileşimi bağlamında ortaya çıkan burjuvazi eğilimli toplumsal değişimlere verdiği ideolojik tepkinin Mao ideolojisie bağlı yüz milyonlarca köylü kitlesinin var oluşsal dayanağı olan Çin gelenek ve kültür unsurlarını da kapsaması, hiç kuşku yok ki, devrim yapıcıların açmazlarından biriydi.

Mao, Batı toplumlarında ortaya çıkan ‘proleter’ sınıfına ait olmayan, ancak proleter yerine ikame edilen ve bir anlamda sanal ‘işçi sınıfı’ olarak da karşılık bulan köylü kitlelerini, ideolojisinin en önemli unsuru kabul ederek anlamlandırıyordu. Bunun dışında toplumsal yaşamın üretebileceği tüm unsurlar ikincil, hatta var olma şansı dahi tanınmayan olgular bütünüydü.

Kültür Odaklı Toplumsal Kıyım
16 Mayıs 1966’da başlayan bu süreç, Kızıl Muhafızlar adı verilen milis güçler tarafından ülkenin dört bir yanındaki ‘operasyonlarla’ gerçekleştirildi. Komünist Partisi başta olmak üzere tüm kurumlar, buralara nüfuz ettiği iddia edilen ‘burjuvazi’ ideolojisiyle bağlantılı kişilerden ‘temizlendi’. Yerlerinden, işlerinden olan milyonlarca insan kadar, yaklaşık bir buçuk milyon kişi hayatından oldu. Devrimin ruh halini ortaya koyması açısından bir örnek vermekte fayda var. Suçlananlar arasında, bugünkü Çin devlet başkanı Xi Jinping’in babası ve Mao dönemi bakanlarından Xi Zhongxun da vardır. Suçlanma nedenlerinden biri, o dönem Doğu Almanya’ya yaptığı seyahat sırasında dürbünle Batı Almanya’ya bakması gösterilir. Zhongxun işkence görürken, üvey kızkardeşi de baskılar karşısında intiharı yeğlemişti. 

Kültür Devrimi Tabusu
Aradan geçen elli yıl sonrasında Kültür Devrimi bugün Çin yönetiminde ve toplumunda neye tekabül ediyor sorusuna doğru bir cevap bulabilmek mümkün değil. Ellinci yıl dolayısıyla Çin’de bir süredir olduğu gibi kutlamalar yapılmazken, o döneme ait akademik, siyasi ve kültürel hesaplaşmaya da tanık olunmuyor. Sokaktaki vatandaş ve medya, komünist partisi  korkusundan konu hakkında görüş belirtmezken, Komünist Partisi organlarında da Mao’nun başında bulunduğu Kültür Devrimi girişiminin gerçekliği, nelere yol açtığı ve sonuçları gibi hususlarda derslerin çıkartılmasına matuf bir çabadan söz edilemiyor.

Özellikle Komünist Partisi açısından bunun ideolojik bağlamda anlaşılır yönü, Mao’nun Parti’nin ideologu ve kurucusu olması nedeniyle parti ile özdeşleştirilmesidir. Mao’ya veya onun Kültür Devrimi’ne yöneltilecek bir eleştirel yaklaşım, kuşkusuz ki, Çin halkı nezdinde partinin meşruiyetinin de zedelenmesi anlamı taşıyacaktır. Mao’nun kendisi ve bütüncül anlamda ideolojisini eleştirmek bile şimdilik Çin nezdinde dokunulmaması gereken bir tabudan başka bir şey değil. Bu nedenle, Çin yönetimi ve aydınları hem korkuya neden olan hem de kortukan bu tabuyla başbaşa yaşamayı tercih ediyor.

Komünist Partisi: Bir Varoluş Sorunu

Bir liderin ve bir ideolojinin tabu haline gelmesinin nedenleri olmalı. Bu noktada, Komünist Partisi’ni büyük kitleler için bu kadar önemli kılan sebeplerin kaynağını 19. yüzyılda aramak gerekir. Yanı başındaki komşusu Japonya gibi modernleşme sürecine adım atamamış; yönetim zaafiyetleri karşısında köylü kitlelerinin isyanları ve yaşanan devrimler; Batılı sömürgecilerin varlığı ve Japon ordularının Çin’i işgali gibi süreçlerin akabinde Çin’i ‘kurtaracak’ bir ideolojinin önderlik ettiği toplumsal ve siyasal hareket gelecek yüzyıla damgasını vuracaktı. Özellikle İngiliz ve Japon emperyalizmine karşı, Çin’in kadim geçmişinin bir karşılık veremeyişi, aksine çözümün Batı’nın ürettiği anarşizm, sosyalizm ve akabinde Marksizm’de bulması, uzun bir dönemin ardından bu ideolojinin, ‘Çin birliği’ni sağlayan yegâne siyasi yaklaşım olarak algılanmasını sağladı.

Marksizme biçilen bu kurtarıcılık ve ulusal birliğin sağlanmasındaki rol, yukarıda dile getirilen sürecin önüne kesen bir yöne işaret ettiğine kuşku yok. Şayet Kültür Devrimi ve akabinde Komünist Parti ideolojisi bir sorgulamaya tabi tutulursa, ortaya çıkacak ideolojik boşluk Çin devleti ve bu devletin yüz milyonlarca bağlısını, terk edilmiş Çin geleneksel yapısına dönüşünü olanaklı kılacak bir dönüşüme mi götürecektir, yoksa Batı kapitalizmine teslim bayrağı mı çekecektir soruları gündeme gelecektir. Bu nedenle Çin yönetimi, böylesi varoluşsal bir boşluğa sürüklenmek yerine, yukarıda dile getirilen tabunun şu veya bu şekilde ‘güç verici’ yapısına bağlılığını yeğliyor.

ABD ile Eğitim Kültür Anlaşması
60’lı yılların ikinci yarısında devrime neden olan ve ‘kendiliğinden’ bir sosyo-kültürel akışkanlık olarak da kabul edilebilecek olan burjuvazi nüfuzunun, bir başka düzeyde Çin toplumuna ‘enjektesinde’ devriden sadece birkaç yıl sonra iktidarın siyasi bir tercihi olarak
gündeme gelmeye başladı. Bu bağlamda, ABD Başkanı Richard Nixon’un 1972 yılı Şubat ayında Pekin’e yaptığı ziyaret, iki ülke ilişkilerinin etkisi bugüne kadar sürecek bir seyrin ilk ipuçlarını oluşturuyordu. Nixon’un, Çin’in dönemin belki de en önemli siyasi konusu olarak algıladığı Tayvan’ı siyasi bir argüman olarak da olsa kendi sınırları içerisinde tanıma söylemini kabul ederken, ABD ve Çin arasında sadece ekonomik değil, eğitim ve kültür alanlarında işbirliği konusunda anlaşma sağlandı. Çin, niçin bu kadar çabuk bir sürede ABD ile masaya oturdu acaba sorusu hakkıyla araştırılmaya muhtaç. Bu noktada, Kültür Devrimi’nde, milyonlarca insanın mağduriyeti kadar, ülke ekonomisinin aldığı yara ve gerileme, bir sonraki jenerasyonun pragmatik bir açılım ihtiyacını ortaya koymuş olmalı.

2000’li Yıllar ve Çin Orta Sınıfı
Şöyle bir kıyaslama yapmak da mümkün. 1960’lı yıllarda kültür devrimine yol açan ve bazı yönleriyle sadece sembolik düzeyde kaldığı kabul edilebilecek burjuvazi eğilimleri şeklinde tevarüs eden toplumsal değişimlerin içeriğiyle, 2000’li yıllarda artık bir orta sınıfın yaratıldığı ve bu sınıfın neredeyse tüm taleplerinin sınır tanınmaksızın karşılandığı bir Çin toplumu var karşımızda. Bu gelişmeyi, 1990’lı yıllardan itibaren baş gösteren ‘küreselleşme’ olgusu karşısında Çin’in tutunamadığı şeklinde yorumlamak mümkün. Tam da bu noktada, Çin zaten kültür devrimini bu nedenle yapmamış mıydı sorusu gündeme getirilebilir. Kimi sosyal bilimcilerin ileri sürdüğü üzere, her dönemin kendi şartları çerçevesinde bir tür küreselleşmeden bahsetmek mümkün. Bugün olsa olsa bunun hızı ve kapsam alanının umulmadık şekilde gelişmiş olmasıdır farklı olan. 1960’lı yıllarda Kültür Devrimi’ne giden süreçte ‘burjuvalaşma’ eğilimi sembolik ve pratik düzeyde karşılığını bulur ve Çin sınırlarında yer edinirken, bu gelişmeyi dönemin bir tür küresel etkileşimine bağlamak mümkün.

Dünkü devrimden bugüne kalan nedir sorusuna iki yöntemle cevap bulmak mümkün. İlki, Çin halkı nezdinde bu konunun nasıl algılandığının tespitidir. Çin resmi politikası, araştırma ve soruşturmaya yer verilmesine olanak tanımayan bir yapı olduğundan, halk katmanlarına inip bu noktada cevap bulmak mümkün değil. İkincisi ise dış gözlem. Ne kadar sağlıklı olduğu tartışmalı kabul edilse de, dışardan gözlemler Çin’in 1960’lardaki kültür devrimine neden olacak unsurları çoktan içselleştirdiğini ortaya koyuyor.

Bu içselleştirme, yurt dışında öğrenim gören Çinli öğrencilerden uluslarararası medyaya; sadece orta sınıflar için değil, belki daha çok ‘proleter’ sınıf için ‘yeni bir kazanım olarak’ futboldan, Çin devletinin reform olarak değerlendirilebilecek ekonomi alanında aldığı kararlara kadar bir dizi araçlarla gerçekleştiriliyor. Örneğin, 2015 rakamları dikkate alındığında, üç yüz bin civarında Çinli öğrencinin ABD yüksek öğrenim kurumlarında okduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Bu eğilimin orta dereceli okullara kadar da yaygınlık kazanarak, ebeveynlerin yaşları küçük olan bu gruptaki çocukları için özel Katolik okullarını tercih etmeleri dini-kültürel boyutunda işin içine girdiğini gösteriyor. 2005 yılında orta dereceli okullarda okuyan Çinli öğrenci sayısı binin altındayken, 2013 yılında bu rakamın yirmi üç bine çıkması gibi hususiyetler dikkate alındığında, Çin’in 1960’lardaki Kültür Devrimi’nin gündeme taşıdığı argümanla çelişkiler taşıyan kayda değer sosyo-politik değişimler yaşandığı gözlemleniyor. Kültür Devrimi olgusu üzerinde ‘Çin Komünizmi ve Toplumsal Değişme’ veya benzeri pek çok çalışma yapmak mümkün. Ancak bu çalışmaların Çin toplumunun nabzını tutabilecek şekilde ortaya konulabilmesi için Çin’in biraz daha değişim geçirmeye ihtiyacı var.

Komünist Partisi Yola Devam
Bu durum, bizi artık ‘Komünist Partisi etkin değil’ sonucuna götürmüyor elbette. Ancak bugün Çin rejiminin savunabileceği alanların sınırının daraldığı da ortada. Örneğin, Batı kapitalist sisteminin ürünü kabul edilen sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte dini gruplara yönelik yasa düzenlemesinin bir tür ‘demir yumruk’ göstergesi olduğuna kuşku yok. Xi Jinping’in parti mensuplarının yolsuzluklarıyla mücadelesi de takdire şayan. Ancak tüm bunlar Çin’in Kültür Devrimi günlerinden çok uzakta olduğunu görmeyi engellemiyor.

Aradan geçen yarım yüzyıl sonunda, Çin’de yaşanan Kültür Devrimi, kurucu liderin ve resmi ideolojinin ‘haklı eylemi’ olarak o günden bu yana meşrulaştırılıyor. Ancak devrimin başlarında, dört genç Kızıl Muhafız tarafından dövülerek öldürülen mühendis Chen Yangrong’un oğlu, “Geçmiş beş bin yıllık Çin tarihi böyle zulüm görmedi” diyerek Kültür Devrimi’nin neye tekabül ettiğini kısaca ortaya koyuyor.