Mehmet Özay 24
Ağustos 2015
Myanmar’da
seçim tarihi 8 Kasım olarak belirlendi. Sadece ASEAN’ın değil, dünyanın dışa
kapalı ülkelerinden biri olan Myanmar’da 30 milyona yakın seçmen ülke
parlamentosunun yeni üyelerini belirlemeye hazırlanıyor. Seçimin ardından, yeni
yılın başlarında parlamento ülkenin yeni devlet başkanını atayacak. Bu anlamda,
genel seçimlere birkaç ay kala siyasi atmosfer kızışmaya başladı. Bunun en açık
belirtilerinden biri, muhalefet lideri Suu Kyi’nin olası bir devlet başkanlığı
süreci için anayasal kriz henüz aşılamamış olması. Bununla birlikte, Suu
Kyi’nin geçenlerde Çin’e yaptığı ziyaret dikkat çekiciydi. Bir diğer önemli
gelişme ise, Thein Sein hükümetini perde gerisinden yöneten askeri rejimin,
reformcu kanadın önde gelen ismi ve Parlamento sözcüsü Shwe Mann’ı hükümeti
oluşturan “Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Partisi” (USDP)’deki görevinden
alması oldu.
Yukarıda
ifade ettiğim üzere Suu Kyi’nin başkan olma ihtimali henüz mevcut olmasa da,
seçimlere katılma kararı alması dikkat çekiyor. Bununla birlikte, Thein Sein
hükümeti, 2011’den bu yana dünyaya lanse ettiği reform sürecini ‘taçlandırma’
adına, Suu Kyi’nin başkanlık yarışına katılmasını sağlayacak bir girişimde
bulunma olasılığını göz ardı etmemek lazım. Bu noktada, Çin ziyaretine
değinmekte fayda var.
Suu
Kyi’nin Çin’e yaptığı ziyaret, bugüne kadar Avrupa Birliği ve ABD nezdindeki
yoğun girişimlerle kıyaslandığında aslında bir tezat içermiyor değil. Bu
noktada, Suu Kyi’nin, ‘belirlenmiş’ demokratik değerlere mesafeli duruşuyla
bilinen Çin’den ne tür bir beklentisi olabilir sorusu akla geliyor ister
istemez. Bu hususa kısaca değinelim. 1990’ların ikinci yarısından itibaren
gündeme gelen demokrasi hareketinin lideri sıfatıyla Suu Kyi’nin, adım adım
başkanlık olasılığı güçlenen bir imajının oluştuğuna kuşku yok. Ancak
Myanmar’ın uluslararası ilişkiler ve kurduğu dengeler dikkate alındığında, Suu
Kyi’nin salt Batılı çevrelerle işbirliğine dayalı yaklaşımıyla ülke siyasetinde
kayda değer bir rol alıp almayacağı da bir kuşku doğuruyor. İşte Suu Kyi’nin
Çin ziyareti bu kuşkuyu izale etmeye yönelik bir açılım olarak okunmayı hak
ediyor.
2010’da
yapılan genel seçimleri boykot eden Suu Kyi’nin başında olduğu “Ulusal
Demokrasi Hareketi” (NLD), şimdi seçimlerde yer alma yolunda. Parti yönetimi,
ülke siyasetinde pasif bir aktör konumunda olmaktan çıkıp, aktif rol alacağının
işaretini de, 2012 yılında yapılan ara seçimde vermişti. O dönem yapılan
seçimde Suu Kyi’nin yanı sıra, NLD’nin 44 adayı Parlamentoya girmeyi başarmıştı.
Fakat
Çin, Myanmar için yeni bir ‘imkân’ değil. Geçen on yıllar boyunca, insan
hakları ihlâlleri nedeniyle Batı’nın ambargosuna maruz kalan Myanmar cuntası
soluğu Çin’le işbirliğinde alıyordu. Ancak Soğuk Savaş sonrasının değişen
koşullarında, özellikle de Çin’in Doğu ve Güneydoğu Asya’ya doğru genişleyen ‘siyasi
hakimiyet’ projesinde Myanmar’ın jeo-stratejik konumu ‘tek yönlü’ bağımlılık
ilişkisi doğurmuştu. Bu süreç, tıpkı diğer cunta rejimleri gibi, değişen
küresel ilişkileri kendi egemenlikleri lehine kullanma yöneliminin bir örneğini
Myanmar’da ortaya koyduğu gözlemleniyor. Öyle ki, tüm çelişkilerine rağmen,
adına ‘reform süreci’ denilen değişim işareti de bunun göstergelerinden biri.
Aslında söz konusu bu ‘çelişkilerin’, cuntacı rejimlerin küresel güçler
arasından ‘taraf seçme’ süreçlerinin doğal bir uzantısı olduğuna kuşku yok.
Buradan
ikinci hususa, yani Shwe Mann’ın görevden alınmasına geçelim. Perde arkasında
ülkenin temel politikalarını yöneten cuntanın bu girişimi, 8 Kasım’da yapılması
plânlanan genel seçimler öncesindeki ülke içinde olduğu kadar uluslararası
çevrelerce de, yakın gelecekte Myanmar’da beklenen olası bir rejim değişikliği
ümitlerinin zayıflamasına neden oluyor. Bu noktada dikkat çeken husus, Mann’ın,
bir süredir muhalefet lideri Suu Kyi’nin başkan olacağı yönündeki beklentilerin
gerçekleşmemesi durumunda, alternatif bir başkan olarak gündeme gelmesiydi. Bu
bağlamda, Suu Kyi’ye başkan olma şansı tanınmasa da, başında bulunduğu NLD’nin
başkan adaylarından örneğin Shwe Mann’ı destekleyebileceği düşünülüyordu. Bu
plânın bir sonraki aşamasında ise, Parlamento marifetiyle Suu Kyi’nin
başkanlığının önündeki engelin kaldırılması olacaktı.
Rejimin
devamı mahiyetinde de olsa, USDP içinden reform konusunda çok daha etkin bir
isim kabul edilen Shwe Mann’ın görevden alınması, cuntanın ipleri hiç de öyle
kolay kolay elden bırakmayacağının bir göstergesi. İşte bu nedenle, Mann’ın 12
Ağustos’da, parti binasını saran askerlerin gözetiminde apar topar görevinden
alınması kaygıların artmasına neden oldu. Bu gelişme, USDP’nin hâlâ ordunun
güçlü yönlendirmesi altında olduğunu kanıtlıyor. Karamsarlığı artıran bir başka
husus ise, 2011’den bu yana başkanlık görevini yürüten, ülke içi ve dışı
çevrelere ‘reform’ yolunda verdiği sözlerle ve bu yönde attığı bazı ciddi icraatlarıyla
gündeme gelen Thein Sein’in, parti içinde kendine yakın sayılabilecek reformcu isimleri
korumaktan aciz olduğunu ortaya koyuyor.
Muhalefet
ve Batılı çevreler nezdinde, Kasım ayındaki seçimler neredeyse NLD’nin ‘mutlak’
başarısına odaklanmış gözükse de, yukarıda dile getirilen hususlar çerçevesinde
acaba cuntanın bir sonraki hamlesi ne olacak sorusu da akla gelmiyor değil.
Çünkü, 1987-1988’de yaşanan dev gösterilere karşı cuntanın sert tepkisinin
ardından, 1990’da yapılan seçimlerde açık ara önde bitiren NLD, cunta
‘duvarına’ çarpması daha dün gibi hafızalarda tazeliğini koruyor.
Bu
noktada, Suu Kyi çok iyi biliyor ki, gerek komşu Çin ve gerekse başta ABD olmak
üzere Batılı güçlerin desteği olmadan yapılacak seçimlerde başarılı olması
mümkün değil. Bu nedenle, zaten ‘çok iyi’ ilişkilere sahip olduğu ABD’li
yetkililerin yanı sıra, bölgede sözü geçen Çin’in de yanına almayı hedefleyen
bir çizgiye geldiği görülüyor. Aslında ortada bir çelişkiden de söz etmek
mümkün. Karşımızda ‘demokrasi gülü’ Suu Kyi’nin Çin gibi demokratikleşme yönünde
en azından Batılı standartları yakalama gibi bir iştiyak içinde olmayan bir
güçten, yani Çin yönetiminden destek talebi, Myanmar halkına ve de dünya
kamuoyuna verdiği demokratikleşme mesajlarıyla örtüşmüyor. Tabii, Çin’le
ilişkilerin ‘demokrasi’ dışında ekonomik ilişkiler gibi çok güçlü bir yönü de
bulunuyor. Özellikle Arakan Eyaleti’ndeki zengin yer altı kaynakları, Hint
Okyanusu’na açılma projesi gibi oldukça kapsamlı jeo-ekonomik ve stratejik
politikalar Çin için vazgeçilmez önemde. Bu bağlamda, Suu Kyi’nin olası bir
başkanlık serüveninde ülkenin tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi ‘insan
hakları ve demokratikleşme’ değerlerinin sürdürülebilirliği veya
kısıtlanabilirliği kadar, ekonomik değerlerin ne şekilde bir paylaşıma konu
olacağı da önde gelen konular arasında yer alıyor.
Tam
da bu noktada, Myanmar’da seçimlerin bir diğer önemli alanı kuşkusuz ki,
Arakanlı Müslümanların ahvali oluşturuyor. Vatandaşlık haklarından yoksun,
yabancı çevreleri teskin etme anlamında kendilerine ‘bahşedilen’ bir tür tanınırlık
belgesi ile seçimlerde oy kullanıp kullanmayacakları bir kez daha gündeme
gelecek. Tabii burada unutulmaması gereken bir husus var. Daha işin başından
beri, örneğin 2012 yılı Haziran ayından bu yana, gündemimize giren Arakan
konusunda, Arakan halkını toptan bir algıya muhatap kılmak mümkün gözükmüyor.
Myanmar yönetimi, Arakan halkı içerisinden de kendine ‘yakın’ bulduğu kesimlere
bazı haklar verirken, köklü bir Arakan politikasını hayata geçirme yönünde adım
at/a/mıyor. Arakanlılara verilen vatandaşlık, ‘yaşadıkları’ daha doğrusu
yaşamaya çalıştıkları eyaletin yönetimde söz sahibi olma gibi hususlar açıkçası
gelişmeler dikkate alındığında ‘lüks’ kaçıyor. Arakan halkının hakları ve
mücadelesi kadar, Arakan bölgesinin yer altı zenginlikleri çerçevesinde de
uluslararası politikaya konu olduğunu unutmamak gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder