Mehmet Özay 4
Ağustos 2015
Türkiye’den
‘Malay dünyası’na yapılan resmi ziyaretler kimi çevrelerde önemli bir bölgeye
ilginin gelişmesine ve tekrarına vesile olur. Öyle ki, son dönemde bu ilginin
üst düzeyde seyretmesi, Türkiye’nin kayda değer bir ‘Doğu Politikası’
geliştirme arzusu olarak yorumlanıyor.
Sayın
Cumhurbaşkanı’nın geçen hafta gerçekleştirdiği Endonezya ziyareti de bunun son
örneği olarak ortaya çıktı. Ziyaretle ilgili olarak, yerel basında (Açe) ve
ulusal basında ziyarete dair görsel ve yazılı haberler gündeme taşındı. Bu
ziyareti sembolik olarak değerlendirmeye tabii tutmaya kafi gelecek bir iki
fotoğraf karesiyle başlamak istiyorum. İlki Sayın Cumhurbaşkanı’nın, İstiklal
Camii’nde Cuma namazı sırasında çekilen fotoğrafıydı. Cumhurbaşkanı, her ne
kadar, bu tür durumlarda fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmasa da, bir şekilde
medyaya yansıyan görüntünün yanı sıra, Açe yerel medyasında Cumhurbaşkanlığı
sarayında ‘askeri kıta’yı selamlarken çekilen fotoğrafa yer veriliyordu. Yerel
ve ulusal medyanın öne çıkardığı bu görsellerin elbette ki bir anlamı var. Bu
çerçevede hem merkez hem de çevre’nin Erdoğan üzerinden vermek istedikleri
mesajlar olduğunu inkâr etmek mümkün değil.
İki
ülke arasında ekonomik ilişki öne çıkıyor. Bununla birlikte, sahip olunan tüm
potansiyellere rağmen, bugüne kadar bu alanda pratiğe geçirilebilmiş
çalışmalardan ne kadar söz edilebileceği de tartışmalı. Buna aşağıda
değineceğim. Bu ziyarette ‘ekonomi’nin önüne iki ülkenin de ‘üçüncü’ taraf
olarak yer aldıkları bir gelişmenin neden olduğu bir gerçeklik damgasını vurdu.
O da Suriye’deki ‘terör’ oluşumuna Türkiye üzerinden geçerek iştirak ettikleri
ileri sürülen Endonezya vatandaşları ile bazı Uygurluların gene aynı oluşum
için de yer alma adına, soluğu önce Endonezya’da aldıkları yönündeki
kayıtlardı. Özellikle, son iki yıldır, bölge ülkeleri arasında neredeyse en önemli
sorun olarak öne çıkan ‘İŞİD’ ve bölge vatandaşlarının bu oluşuma katılmasının
doğurduğu ‘güvenlik sorunu’, Cumhurbaşkanı’nın ziyaretiyle konunun ister
istemez bu minvalde seyretmesine neden oldu.
Bu
noktada, Endonezya’nın Türkiye ile işbirliği yapma konusundaki arzusunda yalnız
olmadığını, Malezya ve Singapur’un da bu konuda Türkiye’den ‘yardım’ ve
‘işbirliği’ beklentisi içinde olduklarını rahatlıkla düşünebiliriz. Öyle ki, bu
ziyaretten sadece birkaç gün önce Joko Widodo’nun (Jokowi), ada ülkesi
Singapur’a yaptığı ziyarette Başbakan Lee Hsien Loong ile görüşmede ‘İŞİD’
sorununa bölgesel bir tehdit olarak dikkat çekiliyordu. Bu çerçeve, İŞİD’ın
sadece Ortadoğu’yu karıştırmaya ve meşgul etmeye matuf bir ‘girişim’ olmanın
ötesinde İslam coğrafyasının doğu ucuna kadar, bir tür kartopu etkisiyle
yayılma etkisi gösterebilen bir olgu olarak ortaya çıktığına tanık olunuyor. Bu
noktada, daha çok Endonezya ve Filipinler özelinde ortaya çıktığı gibi, artık
anlaşmalarla sona erdirilmiş olan çatışma bölgelerindeki ‘tatminsiz’ eski
savaşçıların Ortadoğu’ya sürüklenebileceği ve bunun bölgede doğurabileceği
kaygı üst düzeyde seyrediyor.
Söz
konusu güvenlik olgusunun bir başka açılımı, ikili işbirliğinde ‘askeri
teçhizat’ üretimi noktasında gündeme geldi. İki ülke arasında birkaç yıl önce imzalanan
anlaşmanın henüz üretim aşamasına geçildiğini söylemek mümkün değil. Öte
yandan, örneğin ‘tank üretimi’ bağlamında ortaya konulan projeksiyonda da, bir
denizci ülke olan Endonezya’nın uzun erimli ne tür ihtiyacına çözüm olacağı
belli olmayan bir yöne kaydığı da gözlemleniyor. Türkiye bu ‘üretim’ sahasında öncülük
taşısa da, Endonezya’nın batısından doğusuna doğal afetler, uluslararası insan
kaçakçılığı, güvenli ulaşım gibi çok farklı perspektiflerden sivil ve askeri
sahil güvenliğinin donanımı gerçekleştirecek bir yapılanmaya çare olacak
girişimlere ihtiyaç var. Türkiye bu alandaki kapasite ve ehliyetini
Endonezya’nın çeşitli noktalarında ikili üretim işbirliği şeklinde pratiğe
geçirmesi mümkün. Bu konu üzerinde uzun soluklu olarak tartışılmayı ve karara
bağlanmayı bekliyor. Daha bir kaç ay önce, Endonezya’ya komşu uluslararası
sularda ve kendi kıta sahanlığında Arakanlı göçmenleri taşıyan tekneler
sorununda Endonezya resmi makamlarının nasıl bir ‘müdahalesizlik’ örneği
gösterdiğine şahit olmuştuk. İnsani ve de rasyonel olmayan bu duruşun
merkezdeki kimi güçlerin ürettiği politikanın sonucu olduğu kadar, maddi olarak
Endonezya hükümetinin kendi kıta sahanlığında sivil ve askeri güvenliğini
sağlayacak maddi donanımdan yoksun olmasının da payı olduğu unutulmamalı.
Endonezya
basınında iki ülkenin uluslararası arenadaki işbirliğinde İİT ve G-20 gibi
kurumsal üyeliklerine dikkat çekiliyordu. Tabii burada söz konusu bu iki
yapılaşmanın sınırlılıkları ve sorunlarının yanı sıra, bir ayrıştırmaya
gitmekte ve bu kurumlar özelinde ekonomi ile ekonomi dışı alanlarda
etkileşimlerin çeşitlendirilmesi gerekir. İİT’nin temel fonksiyonunun ‘ekonomi’
değil, insan hakları, İslami eğitimin sorunları, helal gıda, zekat ve hac
kurumlarının iyileştirilmesi gibi alanlarda çaba sarf edilmeli. Kaldı ki, zaman
zaman dile getirdiğimiz üzere, D-8’in halen potansiyel bir değeri olan varlığı
bir kenara da atılmamalı.
Ekonomik
işbirliğinde, Türkiye ve Endonezya sadece tekil aktörler olmak yerine biri
diğerinin ekonomik hinterlandı olan ASEAN ve Avrupa Birliği (AB) sınırlarında
rol alabilecek bir yapılanma sergileme potansiyeli var. Türkiye bunu bir
şekilde Cumhurbaşkanı’nın demeciyle gündeme taşıdı. Ancak Endonezya’nın,
örneğin Malezya gibi henüz AB içinde Türkiye’nin işbirliğiyle Avrupa’ya
yönelimi pek de gündeme taşınmıyor. Girişte dile getirdiğim ‘Doğu Politikası’
olgusunun, pratikteki karşılığının ve yapılaşmasının dinamiklerinin orta ve
uzun vadeli olarak gerçekleştirilebilecek boyutları üzerinde dikkatli çalışmayı
gerektiriyor.
Bu
noktada, dünyanın gelişmiş ülkelerinin ve ulus-aşırı şirketlerinin sadece
Endonezya’nın değil, ASEAN bağlamına giderek agresif bir şekilde yöneldiği
unutulmamalı. Örneğin, Temmuz ayının son haftasında Jakarta’ya resmi ziyarette
bulunan İngiltere Başbakanı David Cameron’un “içme suyundan, elektrik
üretimine” kadar Endonezya’da çeşitli yatırım alanlarındaki işbirliği çabasını
hatırlatmakta fayda var. Bu durum, ilgili taraflar arasında kayda değer bir
‘rekabet’ ortamının doğmasına vesile olurken, Türkiye’nin devlet ve sivil
oluşumlarının bölgede hangi coğrafyada kimlerle ne tür ilişkilerin
geliştirilebileceğini rasyonel bir şekilde ortaya koyması gerekir. Türkiye’nin
gerek teknoloji, eğitim gerekse insan iş gücü noktasında Endonezya’ya yapacağı
katkının son derece stratejik olduğu görülüyor. Türkiye’den beklenen olası yatırımlarda
salt maddi alt yapının değil, insan kaynaklarının geliştirilmesi de bir o kadar
önem taşıyor.
Endonezya
basınının dikkat çektiği bir diğer husus, Devlet Başkan Yardımcısı Yusuf
Kalla’ya atfen yapılan ‘Türkiye’nin Açe Barışı”nı çalışmak istediği yönündeydi.
15 Ağustos’da onuncu yılı dolacak olan ‘Helsinki Barış Anlaşması’nın Türkiye
tarafından bugüne kadar tüm detaylarıyla çalışılmış olması gerekiyordu.
Bunu
sadece Türkiye’nin yaşadığı ‘soruna’ bir cevap bulma amacıyla değil, geniş
perspektifli bir ASEAN politikasının önemli bir ayağı olarak bölgedeki diğer
çatışma bölgeleri özelindeki politikaları çerçevesinde de yapması gerekiyordu.
Kaldı ki, barış süreçlerinin ve akabinde ortaya çıkan imkânların da bölgesel ve
küresel güçlerce önemli bir ‘imkân’ olarak nasıl bir ekonomi-politik çerçeveye
oturtulduğu biliniyor. Bu bağlamda, aradan geçen on yılda Açe barışının, sadece
Açe’yi değil, Endonezya’yı ve bölgede kimi ilişkileri değiştirebilecek bir
yönelim sergilediği de bugün çok daha açık seçik görülebiliyor. Söz konusu
barış anlaşması, salt ‘Açe Barış’ olarak değil ‘Endonezya Barışı’ olarak da
adlandırılmayı hak ediyor. Çünkü bu ‘barış süreci’ eğitim, ekonomi, siyasi
yapılaşmalarıyla bir modellik unsuru taşısa da, bunun bugüne kadar ne kadar
gerçekleştirebildiği de tartışmaya açık.
Tüm
bu hususlar dikkate alındığında, Cumhurbaşkanları düzeyindeki ziyaretlerinin
ardından, çeşitli kurumların öncülüğünde Endonezya toplumunun alt düzeylerine
kadar sirayet edecek ve uzun vadeli etkileşimlere kapı aralayacak çalışmalar
aciliyet arz ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder