29 Ağustos 2012 Çarşamba

Helsinki ya da az yoğunluklu Açe

Mehmet Özay                                                                                                             16 Ağustos 2012

15 Ağustos tarihi Helsinki Barış Anlaşması'nın yıldönümü. Bunu bir tarafa not edelim unutmamacasına... Açe'nin hangi badirelerden sonra bu safhaya geldiğini görmek ve anlamak için önemli bir tarih ve dönüm noktası. Son birkaç haftadır Arakan'a yoğunlaşan ilginin önemine kuşku yok. Ancak Açe'yi ıskalayanların Arakan'ı anlamalarını beklemenin güç olduğunu da vurgulamak gerekir. Bu nedenledir ki, uzunca bir süredir Güneydoğu Asya'ya geniş perspektifle yaklaşmayan her türlü bakış, kusurlu ve de  hatalıdır diyoruz. Bu bağlamda, bölgenin yeni keşfedilen "zulüm sahrası" Arakan'da ne tür istikrarlı, kalıcı, yapıcı gelişmelerin olacağını hep birlikte tanık olacağız. Ancak şunu unutmayalım... Biz zaten Güneydoğu Asya'da değil miydik? Açe daha mı az kırılgandı Arakan'dan? Açeli daha mı az ızdırap çekmişti merkezi hükümetinden? Öte yandan, niçin Arakan'ı yeni hatırlıyor muşuz gibi yapıyoruz? Hatırlanacak daha başka beldeler var mı Güneydoğu Asya'da? gibi daha pek çok soru cümlesini sıralayabilirim. Elbette karşılaştırmalı bir çalışma yapmak gerekir, ancak bu metin böyle bir olanağa elvermiyor. Yukarıdaki soruları ise, sadece bir hatırlatma babında gündeme getiriyorum, kafa yormak isteyenlere.

Öyle zannedildiği gibi birkaç on yıl değil, yaklaşık 130 yıl süren Açe mücadelesini umursamazlıkla ele alıp, yapılanları  tsunaminin "görece" dar sahasına sıkıştırmak tarihe ihanettir. Açe'yle ilgileniyormuş gibi yapıp, başka işler peşinde koşmaksa olsa olsa kendini kandırmacadır. Şayet Açe Savaşı ve de Barış'ı her yönüyle masaya yatırılmamışsa, bunu Arakan'da ya da bir başka belde de yapılmasını beklemek biraz değil, oldukça zor. Açe ki, bize "çok yakın" duran bir beldeydi, ancak bu yakınlığın doğurduğu ilgi "mitsel" anlayıştan öteye de geçmedi ve geçmiyor.

Bugün Helsinki'yi konuşurken elbette Açe'nin tüm Hint Okyanusu ve Güneydoğu Asya muvacehesinde önemine vurguyu sürekli göz önünde tutmakta fayda var. "Acaba Açe'de ne yaptık, ne yapıyoruz, gelecekte bir şey yapacak mıyız?"

Tsunami elbette önemli bir hadiseydi, bizim dışımızda, insanlığın dışında bir hadise ve Açe'nin kaderi üzerinde son derece belirleyici bir gelişmeydi. Burada, hemen Açelilerin neler yaşadıkları ve bu doğa hadisesinin akabinde neler hissettiklerine dair kısa bir hatırlatmada bulunayım. Yazdık, ancak çabuk unutuyoruz. Açeliler, "tsunami bir şey değil, Rahmet'ten öte. Ondan öncesinde yaşadıklarımızı görseydiniz" dediklerini hiç mi hiç unutmamak lazım... Gelelim Helsinki Anlaşması'na...

Helsinki Anlaşması'nı en azından, birbiriyle çelişir gibi gözükse de, iki bağlamda ele almakta fayda var. Birincisi Açe'yi küresel ölçekte sahneye çıkartan ve kendilerinden gaspedilmiş insanlık onurunu Açelilere yeniden kazandıran bir süreç olması bakımından büyük bir tarihi gelişmedir. İkincisi ise, Açe'nin uzun yıllar verdiği bağımsızlık imkânını ortadan kaldıran bir anlaşmadır.

Özellikle ikinci hususla ilgili şu tespitte bulunalım. Anlaşmaya giden süreçte ortaya konması gereken bir fedakarlık varsa -ki vardı-, bunu Açe Özgürlük Hareketi yapmıştır. Bunun doğruluğunu sınamak için şu soruma cevap verebilirsiniz. Tsunami'den kaç gün sonra Açe dünya gündemine geldi? Merkezi hükümetçe yok sayılmış Açe, yokluğa terk edilmiş Açeliler nasıl 'gecikmeli olarak' hatırlandı? O dönem, yeni başkan'a (SBY) ve kurulan hükümete rağmen, 2003 yılında Megawati'nin ordu yığınağı 2004'te de Açe'yi boğmaya devam ederken, üstüne bir de doğal afetin gelmesi, yıllarca dışardan hiçbir Allah'ın kulunun girmesine izin verilmeyen bu beldedeki moral, sosyal, siyasi ve de mücadele ruhunda yaptığı tahribatı düşünelim.

Temelde bu anlaşma, otuz yıla varan ve binlerce kişinin ölümüyle, bir o kadarının  işkenceye maruz kalmasıyla sınırlı olmayıp, Açe'nin onyıllar içerisinde Cakarta'nın şu ya da bu şekilde gerçekleştirdiği toplumsal ve ekonomik kalkınma hamlelerinden neredeyse hiç nasibini almamasına neden olan bir sürecin sona erişidir. Veya şöyle de okuyabiliriz: Cakarta'da 1998'de sona eren Suharto'nun 'Yeni Düzen' politikasının Açe'de nihayete erişidir 15 Ağustos 2005 ve de 'Yeni Açe'nin hayata geçirilişinin başlangıcı... Anlaşma maddelerine göz atıldığında, aslında Açe'nin orta ve uzun vadede her türlü açılımına kapı araladığı da görülür. Bununla birlikte, bu anlaşma "her şeydir" çıkarımında bulunmanın yanılsatıcı olacağına kuşku yok. Ne demek istiyoruz? Anlaşma metninde de belirtildiği üzere, Açe yönetim yapılanmasını belirleyecek yegâne karar organı Açe Eyalet Parlamentosu işaret ediliyor. Ancak sorun ya da çözüm de biraz burada başlıyor. Açe'de siyasi yönetimi yapılandıracak ve Anlaşma Metni'yle uyumlu yasalar henüz tam anlamıyla çıkarılmış ve hayata geçirilmiş değil henüz.

Geleneksel Açe toplum yapısında siyasi ve de sosyal bir değeri ve önemi olan "Wali Nanggroe" unvanını taşıyan Teungku Malik Mahmud, daha geçen gün, Açe Parlamentosu'nun, LoGa/UUPA (Undang Undang Pemerintah Aceh) adıyla bilinen Açe Yasası'nı bir an önce tamamlanmasını dile getirirken, elbette her günün altın değerinde olduğunu ve gecikmelere Açe'nin tahammülü olmadığını dolaylı olarak vurguluyor. Çünkü söz konusu bu yasa, Açe'nin anlaşma metninde yazılı haklarını gündelik yaşama yansıtacak araç konumunda da ondan. Öyle ki, 2006 yılında o dönem, -ki aralarında sözde İslamcı partilerinde bulunduğu- ulusal partilerin güdümündeki Açe Parlamentosu'nda çıkartılmış olan Açe Yasası (LoGA/UUPA), Barış Anlaşması metniyle çelişen bazı maddeleri de içermektedir. Söz konusu bu maddeler, Açe Valisi ve özellikle de Parlamentosu'nu saf dışı bırakıp, karar mekanizmasını Cakarta'ya endekseleme uğraşının bir sonucudur. Bugün Tgk. Malik Mahmud'un şu anki Parlamento'ya çağrıda bulunuşu işte bu aymazlığı düzeltecek girişimlere kapı aralamak içindir. Öte yandan, Tgk. Malik, bir yandan Açe halkının bu anlaşmanın kıymetini bilmeye davet ederken, öte yandan, merkezi hükümete gönderme yapmaktan da geri kalmıyor.

Öteden beri söyleyegeldiğimiz üzere, Açe nesline tarihi bilinç vermeyen, bu anlamda dilini, kültürünü, dini ve siyasi algısını kuvvetlendirmeyen bir eğitim politikası ne kadar zararlıysa, yeni neslin Helsinki Anlaşması'ndan bihaberliği de o denli kabul edilemez. Bu nedenledir ki, Tgk. Malik niçin bu gelişme yeni nesle aktarılmalı sorusunun ardından cevabını veriyor: "Bu anlaşmanın Açelilerce anlaşılmaması, şartlarının birer birer yerine getirilmemesi bizi 'Lamteh Anlaşması'na geri götürür. Yani Lamteh'de anlaşmaya varılmasına rağmen uygulamaya konulmamış ve sorun yeniden nüksetmiştir."[1] Bir yandan da anlaşma sürecinde yapıcı katkısından ötürü Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono'ya (SBY) gönderme yapıyor Tgk. Malik. Aslında bu gönderme, görev süresi 2014'de sona erecek başkanın ardından, yerine bir ultra-Cava milliyetçisinin gelmesi ihtimalinden doğan kaygıdan besleniyor. Öyle ki, zaten metnin yorumlanmasında mevcut sıkıntılar varken, üstüne üstlük bir de bile-isteye "ulusal yasama" bağlamında Helsinki Anlaşması'nı yok sayacak veya saydırılacak girişimler hayra alamet olmayacaktır. Tgk. Malik, ayrıca, otoritelere bir kez daha çağrıda bulunarak, merkezi hükümetin ilgili birimlerini Anlaşma metninin ne kadar uygulandığını incelemeye davet ediyor. Bunun, aynı zamanda, topluma kazandıracağı bir değer de olduğunu vurgulayarak.

Yedinci yılına girmesine rağmen, özellikle genç nesil arasında Anlaşma'ya dair bir bilinç geliş/tiril/e/memiş olmasının farklı boyutları yok değil. Yeni neslin Anlaşma'ya bu türden konumlaşındaki sıkıntı çeşitli kesimlerce dile getiriliyor. Örneğin, Helsinki'de beş kişilik Açe görüşme heyetinde yer alan ve kendisini zaman zaman ziyaret ettiğim kıymetli insan da bu husus üzerinde ısrarla duruyor diyor ki: "Genelde, bu anlaşma barış getirdi ve önemli bir metin. Ancak toplumda içeriğine dair bir bilgi ve bilinç henüz hasıl olmadı." Bu ve benzeri kaygıları pek çok kişiden duymak mümkün. Bunda değişik faktörleri göz önünde bulundurmak gerekir. Tsunami öncesinde merkezi hükümet, "ulus-devletçi" zihniyet kodlarını etnik unsurlar üzerinde, özellikle de Açe etnisitesi üzerine alabildiğine boca etmesi, Açe genç nesilleri üzerinde kimlik krizine ve tarih bilinci yoksunluğuna zaten zemin hazırlıyordu. Buna ilâveten, özellikle, Açe'ye tsunami sonrasında gelip yerleşen ve Açe'ye ve Açelilere önyargılı -her türlüsünden- Cavalı ve dışarlıklıların yeni nesil üzerinde çeşitli toplumsal araçları kullanarak gerçekleştirdikleri kültürel erozyonun rolü unutulamaz. Ve özellikle bu konuda ısrarla Cava kültür havzasında yetişmiş olanlarla ve bu havzaya özgü yapısal unsurlarla iş tutanları da göz ardı etmeyelim.

[1]Lamteh Anlaşması, 1953-65 yıllarındaki Dar'ul Islam/Endonezya İslam Devleti (DI/TII) hareketini sonlandıran; Açe Özerk Yasası olarak da bilinen ve din, eğitim ve kültür alanlarında Açe'ye özerklik veren, ancak hayata geçirilmeyen anlaşma.

http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=223092&q=mehmet+%C3%B6zay

16 Ağustos 2012 Perşembe

Arakan’ın Erdem Beyazıt’ı Dahi Yok!


Mehmet Özay                                                                                                               15 Ağustos 2012

1980’lerin ilk yarısı bitmiş... Üniversite yıllarımız... Ankara Bentderesi’nde onbeş katlı Refah Apartmanı’nda kalıyoruz. İkinci ve üçüncü katlar öğrencilere yurt olmuş... Üst katta bir abi var, yaşı elliye yaklaşmış... Afgan cihadına gitmiş... Hikâyelerini dinliyoruz... Savaş sırasında gerçekleşen mucizeleri... Tam o günlerde yanılmıyorsam Erdem Beyazıt’ın Afganistan’a Ağıt’ıyla tanışıyorum... Kasetli dönemin başlarıydı herhalde... Dergilerde de çıkmıştı bu ağıt... Bugünlerde Arakan’ı ‘okumaya çalışırken’ birden fark ettim, dedim ki kendi kendime ‘Arakan o kadar yoksun ki, bir Erdem Beyazıt’ı bile yok, ağıt yakacak.” Ağla Arakan ağla, kaybettiklerine, seni unutanlara, unutturanlara, hatırlamayanlara ağla... Ağla ki, Erdem Beyazıt yok, sana ağıt yaksın... Ağla Afgan dağlarında çığlığını duyacak bir garip Müslüman dahi yok...

Dedim ya, bir süredir Arakan’ı anlamaya çalışıyorum. Ulaştığım metinlere, bölgeyi yakinen bilenleri sorularımla hırpalıyorum. Tam bu sırada Singapur’da bir akademisyenle tanıştım... Harika metinler kaleme almış. Anak bir tanesi çok ilginç... Arakanlı mültecilerin varoluş mücadelesini edebiyat, sanat bağlamında irdeliyor. Saha çalışmasına konu olan araştırması sırasında, Bengaldeş sınırında şu günlerde adı çokça geçen kamplardan bazılarını ziyaret etmekle kalmamış, zulümden köşe kucak kaçarak ormanın bir köşesine ilişmiş annelerle çocuklarla yüzleşmiş.

Öyle ya, mülteci bir yerden bir yere zorunlu göç etmiş kişidir. Ancak göçe neden olan hadiseler, ana yurdundaki yaşam elbette belleğinde derin izler bırakmış, tıpkı yaşadığı işkenceler, zulümler gibi... Belki de böylesi anlarda insan karşı karşıya kalır belleğiyle, hem de tüm açıklığıyla... Arakanlılar da pek de kimseden bulamadıkları duyuşu, okşayışı, hissedişi benliklerini tazeleyerek hayatta kalmaya, diri durmaya çalışıyorlar. Tarafınızdan “Nedir araçları peki?” diye sorulacaktır elbette. Araçları şiirler (tarana), ağıtlar ve de resimler... Bu insanlar her şeyden yoksun oldukları gibi onlarca yıldır bildik anlamda formel eğitimden de yoksunlar. Ancak bu ‘cahil’ olduklarını ortaya koymaz. Hayatı okuma, anlama biçimleri ve yaşamlarını bununla bileme iradesine sahipler. Naf Nehri’nin kuzeyi ve de güneyi düşman olmuşken Arakanlılara, ne diyelim dünyada bir tür ‘Araf’ı maddeden yaşarken nasıl sürer hayat onyıllarca kampta.

Bu şiirler, ağıtlar ve resimler süreklilik arz eden zulme sessiz başkaldırıyı temsil eder aynı zamanda... Topu silahı olmayan bir toplumun, varlık aleminde kaybolmamacasına verdiği mücadelede şiirdir ağıttır onu yegâne ayakta tutan...

İşte bu ağıtlardan biri... Ne kadar mümkündür çevirisi bilemem... Ancak bir nebze olsun belleğimizde yer etsin istedim.

Rohingya Ağıtı:  “Hayatımız ağlayarak geçti”
Günlerimiz geçti göz yaşlarıyla
Burma’da Magh’ların zulmüne maruz kalarak
Ana yurdumuzu terk ettik
Zalim devlet korkusuyla
İlkokul mezunu Magh’lar yönetici olmuş, ellerinde sopalar
Biz se, diplomalı sebze satıcısı
Niçin ölmeli kundaktaki bebeler, yavrular
Evimizi yurdumuzu terk ettik
Zalim devlet korkusuyla...

Bu ağıtta Arakanlıların yaşadıkları temsil etmesi anlamında “zulüm” (dor) kelimesinin sekiz defa tekrarlandığı görülür. Zulüm devletin sivil kanadından, asker kanadından yetmezmiş gibi, aynı ırka mensup Budist Maghların bir başka adıyla Rakhinelerin kıyımıyla da ortaya çıkar. Zulüm ki, her çeşidiyle musallat olmutur Arakanlılara... En temel insani değerlerden sayılan ne sosyal, ne dini ne de ekonomik varlıklarına izin vardır ana vatanlarında.

Bu ve benzeri şiirler yaşananlara bir itirazken, bir yandan da hayata tutunmanın geleceğe umutla bakmanın aracı kılınırlar bellekleri yenileyerek.

Kamp yaşamının belli zaman aralıklarında, özellikle Dolunay’da çadırlarının önünde küçük gruplar halinde biraraya gelen Arakanlılar ağıtlarını yakarken, geleneksel müzik enstrümanları olan juri ve tobla’yı da eksik etmezler... O enstrümanlar ki, ruhun en ince derinlikleriyle irtibatı kuran mucizevi araçlar....

Bir de çizimler var tarih yapan... Anayurtlarında maruz kaldıkları zulmü sergileyen. Dev sanat eserleri değil, zaten bundan da bahsetmiyoruz... Ancak bir kaybolmaya yüz tutmuş bir toplumun kendi tarihini yazışıdır bu resimler. Yemyeşil verimli topraklarda yaşam sürerken baskına, ayrımcılığa maruz kalarak durağan yaşamlarından koparılıp, Pol-potları andıran barınaklara tıkılmaları öykülenir bu resimlerde... Askerlerin ve Rakhinelerin nasıl işkence ettikleri...

Not: Bu yazıya konu olan çalışmasını kullanmama izin verdiği için Farzana’ya teşekkür ediyorum.

http://www.dunyabizim.com/manset/10706/arakanin-bir-erdem-bayaziti-dahi-yok.html

Cakarta Kime Emanet?


Mehmet Özay                                                                                                                9 Ağustos 2012

Cakarta yeni valisini seçmek üzere... Toplam 6.9 milyon kayıtlı seçmenin bulunduğu Cakarta’da seçimler için dörtü siyasi parti ikisi bağımsız olmak üzere altı aday başvurdu. Temmuz ayında yapılan birinci tur seçimlerde en çok oyu eski adıyla Surakarta yeni adıyla Solo Belediye Başkanı Jokowi Widodo (%42.6) ile son beş yılın valisi Fauzi Bowo (%34.5) aldı. Bu iki aday, 20 Eylül’de yapılacak ikinci tur seçimlerde trafik, konut, sel baskınları, eğitim vb. sorunlarla boğuşan Cakarta’da “iktidar” olabilmek için yarışacaklar.

Hemen yeri gelmişken belirteyim, elenen adaylar arasında Hidayat Nur Vahid de bulunuyor. Kimdir Hidayat Nur Vahid? Suharto sonrasının reform döneminde (1999) siyaset sahnesine çıkan pek çok İslamcı partiden biri olan Adalet ve Kalkınma Partisi (PKS)’ın kurucu başkanlarından. Türkiye’de de bazı kesimlerin takip ettiğini dikkate alarak kısaca bu gelişme çerçevesinde PKS’in duruşuna bir bakalım... Nur Vahid’in Cakarta gibi önemli bir şehirde valilik yarışını hele hele ilk turda kaybetmesi PKS’in politikalarını yeniden gözden geçirmesini gerektirecek boyutta. Hatta, Nur Vahid’in, bir önceki devlet başkanlığı seçimlerinde başarısız olmasının ardından Cakarta’da da saf dışı kalması, PKS adına ikinci büyük darbe olarak değerlendirilebilir. Yakın zamana kadar merkez siyasette önemli rol alacağı düşünülen ve özellikle şehirlerde güçlü olduğu izlenimi veren PKS’in bu kaybının ardında elbette önemli nedenler var. Bu konuyu hususi bir yazıya konu edeceğimizi belirterek Cakarta Valilik seçimlerine dönelim.

İkinci turda yarışacak iki adayın kimi özellikleri üzerinde durulmaya değer. Fauzi Bowo, Betawi’den, yani Cakartalı ve devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun başında olduğu Demokrat Parti adayı. Bu yönüyle adaylığının güçlü bir yanı olduğuna kuşku yok. Kendisinden önceki vali -eski general- Sutyoso’nun yardımcılığını yapmasına rağmen, yaptırım gücü sınırlı olması nedeniyle yöneltilen eleştiriler karşısında duramayan ve palyatif çözümlere yönelen bir isim olarak adlandırılıyor kimilerince. Tabii bunda eski patronu Sutyoso’nun direngen kişiliği ile karşılaştırılmasının rolü göz ardı edilemez. Elitist bir duruşu olduğu ifade edilen Fauzi’nin halk nezdindeki popülaritesinin bir diğer yönü ise kamu çalışanlarına “sahip çıkarak” ya da bir başka ifadeyle kamu çalışanlarına “bağlılık göstererek” merkezi hükümetten daha fazla maaş vermesi... Tabii bu politikanın yürürlükte olabilmesinin temel şartı olarak, şehir bütçesinin “temiz ellerde” bulunduğu izlenimi veriyor... Geçen beş yıl zarfında Cakarta’yı rehin alan sel, trafik, konut sorunları ile ne kadar boğuşabildiği şüpheli olan Fauzi, Endonezya siyasetinin önemli safhalarından biri olan Cakarta için çeşitli siyasi partilerin desteğini alma uğraşında. İkinci turda İslamcı partiler olarak da bilinen PPP, PAN’ın yanı sıra, Golkar ve Hanura gibi “devlet partilerinin” desteğini almış gözüküyor. Aslında bu hesaplar, merkez siyasette birlikteliğin valilik seçimine yansımış hali gibi gözüküyor.

Solo eski Belediye Başkanı Jokowi, Megawati Sukarnoputri’nin başında bulunduğu Endonezya milliyetçi partisinin adayı. Her ne kadar söz konusu parti son dönemde ülke genelinde başarılı olamasa da, Solo gibi Doğu Cava gibi güç merkezlerinden olması nedeniyle dikkat çekiyor. Ancak Jokowi’yi öne çıkaran unsur, siyasi parti bağlılığı değil, aksine sergilediği belediyecilik sayesinde sadece kendi kentinde değil, Cava Adası’nda adından söz ettiriyor olması. Örneğin, yoksul ailelerin çocuklarının eğitimine önemli katkı sağlayan “Akıllı Kart (kartu pintar) ve gene benzer kesimlerin sağlık hizmetlerinden faydalanmasına yönelik “Sağlık Kartı” (kartu sehat) gibi dar gelirlileri gözeten politikaları ve icraatları ile Solo’daki son seçimlerde %98 gibi inanılmaz bir oy oranı alarak başkan seçilmişti. İlk tur seçimlerde aldığı yüksek oy oranı dikkate alındığında Jokowi’nin şansı yüksek gözüküyor. Her ne kadar, Fauzi’yi destekleyen siyasi partiler çoğunlukta olsa da, Cakartalı seçmenlerin siyasi partilerle arasının hiç de “sıkı fıkı” olmaması nedeniyle valilik seçiminde siyasi partilere değil, adayların niteliklerine bakacağı vurgulanıyor. Pek çok sıkıntıyla yüzleşen dar gelirli Cakartalıların bu seçimi fırsat bileceklerine hiç kuşku yok.

Cakarta seçimleri ile ilgili bir diğer önemli gelişme, Valilik seçimlerine bağımsız aday katılımının ilk defa gerçekleşiyor olması. Bu, Cakartalılara verilen  bir imtiyaz değil. Pek çok kez dile getirdiğimiz üzere, Açe’de işlerlik kazanan siyasi gelişmelerin ülke başkentine yaptığı doğrudan bir ‘katkı’ olarak değerlendirilmeli. Açe’de olan biteni yakinen takip eden Endonezya’nın diğer eyaletlerindekiler, “Açeliler valilerini seçiyorlar da, biz niye seçemiyoruz” söylemini dillendirirken, nihayet beş yıl sonra Cakartalılar da valilerini seçme hakkı kazandırdı.

“Özgürlükçü” bir atmosferde geçen kampanya ve seçim sürecinin kentin dev problemleri karşısında tebessüm ettiren bir yönü olduğuna kuşku yok. Aşağıda detaylarına değineceğimiz üzere, mega kent hüviyetindeki Cakarta’nın sorunlarına yaklaşımda pek de sağlıklı işlerliğin olmamasının, merkezin yaptığı atamalarla bir ilintisi de sorgulanmayı hak ediyor. Mega kentin önemli bir kesim için önemli maddi getiri kaynağı olduğu dikkate alınırsa, atamaların bir dizi ilişkilerin sonucu olduğuna kuşku yok... Bu nedenledir ki, gündelik kent yaşamında sorunlarla doğrudan muhatab olan geniş kitleler nisbeten merkez dışı ve de başarılı olmuş bir adayı göreve getirmesi kuvvetle muhtemel.

Endonezya modernleşme projelesinin görünür yüzünde yer alan başkent Cakarta, özellikle içinde yer aldığı Cava Adası’nın simgesi olduğu kadar, maddi anlamda, yüzölçümü küçük ancak nüfusu kabarık Ada’da önemli göç alan bir kent. Bu anlamda, Cakarta dediğimizde akla tıpkı Mexico City, Sao Paolo, Kahire, Mumbai, gibi dünyanın en kalabalık ve yaşanması en zor şehirlerinden birinin geldiğine kuşku yok. Önümüzdeki yıl kuruluşunın 486. yıldönümünü kutlayacak olan kent, üç yüz yılı aşkın bir süre Hollanda sömürgeciliğine başkentlik etmiş, modern Endonezya Cumhuriyeti ‘nin 1947’de başlayan serüveninde, özellikle kalkınmanın babası lakaplı Yeni Düzen’in “kralı” Suharto’nun ülkeye egemen olduğu yıllarda kent kalkınma hamlelerinin en yüksek oranda gerçekleştirilmesine tanık oldu. Ancak bu geçmiş, kentte uzunca bir süredir kendini ortaya koyan sorunların üstesinden gelinebildiği anlamı taşımıyor. Sömürge kelimesi her ne kadar tüm etimolojik anlamıyla olumsuzluğa atıf yapsa da, Batı Avrupa’nın kent girişimciliğinin doğudaki yansıması olarak bugüne neler kaldığı şüphelidir. Öte yandan, modernleşme süreçlerinin en kaçınılmaz ve görünür kesimini teşkil eden kent yapılaşmacılığı Cakarta’ya ne kadar uğradığını da sorularımızı ekleyebiliriz.

Her büyük şehrin, özellikle de mega başkentlerin yöneticilerinin seçimlerinde adayların görkemli projeleri kent halkına sunmaları kanıksanmış bir gerçektir. Bundan Cakarta’yı azade tutmuyoruz. Ancak verilen her sözün ya da sözlerin büyük bir bölümünün hayata geçirilmesindeki kısırlık salt yöneticilerin ehliyetsizliği ile açıklanamaz elbette. Özellikle son dönemde interaktif yaşam süreçlerinin giderek gündemde yer işgal ettiği düşünülürse, kent varlığında yer alan bireylerin önemi yadsınamaz. Cakarta bağlamında da, kentin özellikle Cava Adası’ndan aldığı geniş iç göçün doğurduğu karmaşa, zamanla eğitim, uluslararası ticaret, turizm vb. ögelerin katkısıyla kozmopolit bir yapıya evrildiği dikkat çekiyor.  

Zaman içinde giderek kabaran nüfusun ihtiyacını karşılamaya yönelik talepler, çözüm önerileri ve adayların vaatlerinin ne kadarının gerçekleştirildiği aslında sadece Cakarta ile sınırlı değil. Cakarta’yı yönetebilme iradesini söylem bazında ortaya koymuş olan siyasi partiler ve liderler işin realite kısmında sergiledikleri başarısızlık ile belki de ülkenin diğer alanlarındaki sorunların başkent boyutunu ortaya koyuyorlardı. Ne demek istediğimizi izah babında yakın geçmişteki gelişmelere şöyle kısaca bir göz atalım.

1980’li yıllarda önemli iç göç alan Cakarta’nın trafik probleminin çözümü için önerilen raylı sistem, ülke siyasetinde baskın bir lobi gücüne sahip Japon otomobil şirketlerinin müdahalesiyle ortadan kaldırıldığı biliniyor. Akabinde Suharto’nun otobanlar, üst geçitleri kapsayan inşa dönemi başladı. Bu rekabette, ülkenin araba ihtiyacını karşılamak üzere önerilen “milli otomobil” projesi de bizzat Suharto’nun oğullarından birinin Güney Kore firmalarından birinin üretim hakkını almasıyla akamete uğradı... İşte o gün bu gündür kentin kamu taşımacılığının üstesinden gelinmesi bir yana, içinden çıkılmaz bir hâl aldığını Cakarta’ya yolu düşenler bilir. Kentin Suhartolu yıllarda aldığı darbenin bir diğer boyutu önceliklerle ilgili. Suharto, orta sınıf kalkınmacılığını tetiklerken, dar gelirlilerin ve onların yaşam alanlarını göz ardı etmesi, örneğin süreklilik arz eden sel baskınlarından en çok bu kesimlerin etkilenmesine yol açar. 

Son on yıldaki gelişmelere örnek vermek gerekirse, 2000’li yılların başlarında hafif raylı sistem inşaası girişiminin pek çok badirenin ardından hayata geçirilemeyerek, 2008’de projeden vazgeçilmesi gösterilebilir. Bugün ise gündemde hızlı otobüs projesinin yaygınlaştırılması projesi gündemde. Bir diğer örnek ise 2000’li yılların ikinci yarısına ait... Proje kentin merkezinden ve çeperinden geçen 13 nehrin aktif ulaşıma açılmasına yönelikti. 2007 yılında, yaklaşık 21 milyon Dolarlık bütçe ile başlayan proje başarısızlığa maruz kalarak iki yıl sonra vazgeçildi. Bunun temel nedenini tahmin etmek güç değil. Yeri gelmişken Cakartalıların bildiği bir ifadeyi paylaşayım... Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da 3km otoban maliyeti ile Cakarta’da 1km otoban inşa ediliyor. Karşılaştırmanın boyutu, kaynakların kullanımı, gelişmişlik, temiz yönetim vb. bağlamlarla yakından ilgili değil mi? Hele bir de daha geçen gün ulusal yolsuzlukla mücadele biriminin açıkladığı üzere son dört yılda medyada çıkan yolsuzluk haberlerinin yüzde beşbin (%5000) artış gösterdiği dikkate alındığında yerel yönetimlerin bundaki payını hesaba katmak gerekir. Öyle gözüküyor ki, uluslararası Transparency International’ın ülkenin en önemli açmazı olan yolsuzlukla mücadelede üstesinden gelmesi gereken daha çok iş var.

Bir de siyasi husumetler var ki, Cakarta yönetimi bağlamında bir türlü aşılabilmiş değil. Örneğin, kentin alt yapı sorunlarının çözümü için merkezi hükümetin tahsis ettiği bütçelerin bir türlü hakkıyla kullanılamaması valilerin siyasi popülarite kazanarak öne çıkmalarının istenmemesiyle açıklanıyor. Nihayetinde merkezle yerel yönetim arasındaki bu çekişmenin faturası elbette ki doğrudan halka yansıyor.

Özellikle su yollarının kullanımının bir türlü hayata geçirilememesi kentin önemli bir baş ağrısı ile yakından ilintili. Yani Cakarta’yı bu imkânı kullanmaktan mahruz bırakan husus, kente akın eden kırsal nüfusun öncelikli yerleşim yerleri olarak nehir kenarlarını seçmesi ve aşırı nüfuslanmış kentin tüm atıklarının söz konusu bu nehirlere boşaltılmasıdır. Aslında yukarıdaki son örnek bu dev şehrin karşı karşıya kaldığı problemi bir başka boyutuyla ortaya koyuyor. Bu örnekte açıkça görüldüğü üzere, tarihte önemli işlev görmüş su yollarının günümüz gelişmiş teknolojik olanaklarına rağmen kullanılamaması kent yönetiminin karşı karşıya kaldığı sorunların karmaşıklığını sergilemesi açısından dikkat çekici. Son birkaç yıldır ise, bir yandan sayıları giderek artan yabancı çalışanlara ve turistlere şirin görünmenin yolu, öte yandan şu veya bu şekilde varlık gösteren eğitim sayesinde çevrecilik konseptinin gelişmesinin bir ürünü olarak “özel bisiklet hattı” çalışmasının da yukarıdakilere benzer bir akamete maruz kalmasıdır. Kaldı ki, varsılların araba lüksünden vazgeçmeyecekleri, yoksulların ise tropik güneşi ve neminde kalitesiz bisikletlerle yol alarak kan-revan içinde kalmak istemeyecekleri dikkate alınırsa bu projenin daha baştan işe yararlığı şüpheli olduğu görülür.

Muson yağmurları döneminde kentin sık sık sele maruz kalması da bir başka husus. Her ne kadar, Hollandalılar, kenti geniş kanallarla donatmış olsalar da, bugünkü yapılanma içerisinde ihtiyacı karşıladığı söylenemez. Düz bir satıhta gelişme gösteren kent, özellikle Bogor gibi dağlık bölgelerden doğan nehirlerin taşmasıyla “ulusal afet” bölgesi haline dönüşüyor.

Burada ülkenin dini aidiyetini dikkate alarak başkentteki dokuya dair birkaç cümleyi esirgemeyelim. Halkı Müslüman olan bir ülke ve devlet otoritelerinin, yeri geldiğinde övünmekten geri durmadıkları İslami kimliği ve nüfus kalabalığı ile İslam kültür coğrafyasının doğudaki önemli kalelerinden biri olması yönündeki beklentiler bugün karşı karşıya kaldığımız kent gerçekliğiyle örtüşmüyor. Cakarta dendiğinde kültür aidiyetine dair akla gelen herhangi bir yapı bulunduğu kolay kolay söylenemez. Kimileri “İstiklal Camii” diyor, biliyorum...  Ancak o da tarihi kiymeti harbiyesi olmayan, bağımsızlığı ve de ulus-devlet kuruluşunu temsil makamında bir yapı o kadar...  Bir başka vecheden ele alındıkta, bu cami, sonraki yıllarda Suharto’nun “devlet kontrolünde İslamileşmenin” uzantısı olarak devlet hiyerarşisinde “işlev verdiği” İslami dokulara belki bir ilk teşkil etme makamında. Öte yandan, kentin yüzyıllar boyunca Protestan Hollanda sömürgeciliğine konu olması da, özellikle kırsalda varlığını gösteren İslami kültürel dokunun başkent Cakarta’ya yansımadığı şeklinde bir yorumu da olanaklı kılıyor.

Bir yandan kanıksanmış trafik, sel, konut vb. sorunlar, öte yandan ülkenin son yıllarda tanık olduğu ekonomik gelişmişlikle birlikte yatırımlar ve sayıları artan orta sınıfın ideallerini gerçekleştirme arzusu genişleme sınırlarını çoktan doldurmuş Cakarta’nın yeni valisinin görevinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor.

9 Ağustos 2012 Perşembe

Arakan Düğümü Karmaşıklaşmadan


Mehmet Özay                                                                                                       4 Ağustos 2012 

Arakan öyle gözüküyor bu Ramazan ayında yazılarımızın hakim konusu olmaya devam edecek. Arakan meselesi, Myanmar merkezi yönetiminin diğer etnik unsurlara karşı uyguladığı ayrımcı politikaları göz ardı etmeksizin, azımsanacak, üzerinde öylesine durulacak bir konu olmadığı gün geçtikçe daha net anlaşılıyor. Aslında Arakan’a dikkat çekmeye 2008 sonunda başlamıştık. 2010 yılında Myanmar seçimleri arefesi öncesinde daha geniş perspektiften ele aldığımız bu ülke içerisinde Burma etnik çoğunluğunun diğer etnik unsurlar üzerindeki siyasi, kültürel baskılara değinmiş ve zaman zaman bu konuya doğrudan ve dolaylı olarak sizlere sunmuştuk.
Myanmar’da reform sürecinin doğal bir uzantısı olarak uluslararası çevrelerin yaptırımlarının görece kaldırılması, bu ülkenin dünya gündeminde giderek yer almasına neden oldu. Özellikle çeşitli devletlerin önde gelen yetkililerinin Myanmar’a ziyaretlerine, Suu Kyi’nin Avrupa ziyareti de eklenince ortaya bir anda umutvar bir ülke görüntüsü çizilmeye başlandı. Ancak bu sürecte velev ki ekonomik kalkınma kulvarına adım atmış Myanmar’da olası bir maddi gelişmişlik olacaksa bundan kimlerin pay sahibi olacağını ve bu bağlamda kaygılarımızı dile getirmiştik. Bunun yanı sıra, ülkede köklü bir geçmişi olan etnik ayrımcılık, insan hakları ihlalleri gibi siyasi ve toplumsal sorunların ‘Tamam değiştik’ söylemlerine konu olan öyle birkaç uyarı ve demeçle ortadan kalkmayacağını da vurguladık. Hatta bir yazımızda dolaylı olarak Türkiye’nin Myanmar politikası olup olmadığını da dikkatlerinize sunmuştum. Bugün herhalde bu sorunun değeri bir nebze olsun anlaşılmıştır... Bu soruyu bir kez daha ancak bu sefer daha geniş bir perspektifte dile getirmek istiyorum: Türkiye Dış İlişkileri’nin Güneydoğu Asya’ya dair kayda değer herhangi bir politikası var mı? Kışkırtıcı olduğunu düşünebileceğimiz bu soruya cevaben elbette bir tür politikası vardır Dış İlişkiler’in diyebiliriz. Ancak bunun ne kadar etkin ve verimli olduğu, ne denli sonuç almaya yönelik olduğu en azından şimdilik tartışmalıdır. Bunun tartışmalı olması, Arakan meselesinde dikkat çekilen ilginin, ‘sorunu çözdük’ yaklaşımının aksine, Arakanlıların bugünlerde giderek daha çok baskı ve zulme maruz kalmakta oluşlarından kaynaklanıyor. Şunu da hatırlatalım ve soralım... Örneğin, Bengaldeş Başbakanı’nın Nisan ayındaki Türkiye ziyareti sırasında Arakanlı mülteciler sorunu üzerinde ne kadar duruldu? Mmyanmar’daki demokratikleşme hareketi çerçevesinde Bengaldeş’in Arakan sorununa dönük olarak Myanmar hükümetiyle ne tür bir etkileşim içine girmesi gerektiği konusu ele alındı mı? İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve D-8 özelinde Bengaldeşi merkeze taşıyarak bir çözüm yoluna gidildi mi? Çünkü aşağıda değinileceği üzere Bengaldeş’in mültecilere yönelik olumsuz tutumu yeni değil...
Arakanlıların maruz kaldıkları zulüm sadece Myanmar hükümetinin, silahlı güçlerinin ve bu iki yapının desteğini almış Rakin Budistlerinin zulmüyle sınırlı değil. Bengaldeş hükümeti, sınırlarında yaşayan Arakanlı mültecilere yönelik uluslararası yardımın bir nebze olsun artış göstermesi karşısında Arakanlılara “diş bilercesine” yasak üstüne yasak getirmesi, Arakanlıları umudun sonuna getiriyor. Önce duruma dair tespitte bulunalım. Dediğimiz gibi Bengaldeş’in uyguladığı bu devlet politikası ilk değil... Şayet ilgili taraflar soruna köklü bir çözüm bulmazsa son da olmayacak... Daha geçenlerde Bengaldeş Başbakanı Dr. Şeyh Hasina, Arakanlıları kabul etmeyeceklerini ve geri gönderilmeleri konusunu yeniden gündeme getirdi. Bu yaklaşımın Myanmar Devlet Başkanı Thein Sein’in sunduğu çözümden bir farkı var mı? Bengaldeş’i böylesi bir karar almasında çeşitli  nedenler bulunabilir. Örneğin, mülteci olarak tanınan 26.500 Arakanlıyı BM’den yardım aldığını gören yoksulluk içerisindeki Bengaldeşlilerin ‘husumeti’ ve bunun bir toplumsal patlamaya neden olacağı endişesi...  Gündelik yaşamda, yoksul Bengaldeşliler yanı başlarında BM ve uluslararası kuruluşların yardımlarını alan Arakanlıları gördüklerinde onların ne hicret etmişliğine ne yoksunluğuna bakıyor. Söylemleri birden yerini “Onlara var da bize niye yok”a bırakıyor... Bu çerçevede Bengaldeş yönetimi 2 Ağustos’da yaptığı açıklamada MSF (Fransa), Action Against Hunger ve Muslim Aid (İngiltere) mültecilere yönelik faaliyetlerini yasakladı. Bengaldeş Sivil Toplum İşleri Müdürlüğü’nün bu kararı ülkenin genel politikası bağlamında ele alındıkta oldukça ‘rasyonel’: “Adı geçen bu yabancı sivil toplum kuruluşları, kayıtsız binlerce Arakanlı mülteciye illegal yardımda bulunuyor.”
Bengaldeş tarafındaki olumsuzluklardan bir diğeri, bizzat yerel otoriteler eliyle gerçekleştiriliyor oluşu. Kimi yardım kuruluşlarının Kutupalong’da son pirinç dağıtma işinde de rol aldığı ifade edilen MB adındaki yerel bir politikacı ve aynı zamanda, mafya babasının sabıkası kabarık... BM’in gözetimindeki kamptaki Arakanlılara bizzat BM tarafından dağıtılan erzakı, tehdit ve zorbalıkla mültecilerden düşük fiyatla geri alan bu mafya lideri ve adamları Arakanlı kadınlara tecavüzden de geri durmuyor. Bu şahıs, birkaç yıl önce ırza geçme suçuyla tutuklanmasına rağmen, nüfuzunu kullanarak rüşvetle serbest bırakıldığı biliniyor. Yardım kuruluşlarının kimlerle iş yaptıklarını bilmelerinde yarar var. Öte yandan, bölgede faaliyet gösteren kurumların Arakanlılara mı yoksa Bengaldeşlilere mi yardım yaptıkları da önemli. Bengaldeşli ve Arakanlı dostların söylediği üzere, Bengaldeşliler de yardıma muhtaç. Evet orası doğru... Bu duruma vurguyu çoktan yaptık zaten... Ancak Arakan adına yardım toplayıp, ardından Bengaldeşli yoksullara aktarmak en azından “etik açıdan” doğru değil... Bu duruma hassasiyetimizin bir nedeni de, hiç şüphe yok ki, benzerlerine Açe’de tanık olmaklığımızdır... Açe’de ne olup bittiğini anlayanların, Güneydoğu Asya’nın diğer bölgelerine dönük yaklaşımları hesap etmesi o kadar da zor değil... Öte yandan, Açe konusunda yanlış yönlendirildiği izlenimini aldığımız Başbakan’ın, Arakan konusunda kimler tarafından ne tür bilgilendirildiği de üzerinde durulması gereken bir diğer husus.
Arakan Müslümanlarının Bengaldeşteki varlığı konusunda hemen şunu söyleyelim. Bu kitle Bengaldeş’e dün geçmiş değil. Bugün sayıları toplam 26.500’ü bulan ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gözetiminde yardım alan “kayıtlı” Arakanlı Mülteciler 1991-1992 yıllarında sınır bölgesindeki Kutupalong ve Nayapara’ya yerleştirilmiş olanlar. UNHCR burada düzenli olarak yardıma devam ederken daha sonradan bölgeye göç edenler ise hiçbir şekilde kayıt altına alınmış değil. Bu anlamda Teknaf, Ukhia ve Cox’s Bazaar’da kayıtsız mülteci sayısı ise 326.500 olarak biliniyor. Yani statüleri bir anlamda ‘illegal’. Buna rağmen, mevcut bu iki kampı çevreleyen bölgelerde çok daha fazla sayıda insan kendi imkânlarıyla yaşam sürmeye çalışıyor. Vasıfsız işlerde çalışanlar, Bengaldeşli işverenlerin insafına terk edilmiş durumda. Her türlü sömürüye, baskıya ve zulme açıklar ki, herhangi bir haksızlık durumunda hak arayacak ne bir yerleri var ne de başvuracakları bir kapı... Bu yoksunluk içerisinde bu çileden en azından ‘kız çocuklarını’ kurtarmak adına Bengaldeşli ailelere hizmetçi verenler ve ‘gelin vermeyi’ seçenler de yok değil. BM tarafından kayıt altına alınmamış ve de Bengaldeş güvenlik güçlerinin baskınlarından kaçan Arakanlı bazı gruplar var ki, dağlık bölgelerde saklanarak, Afrika derinliklerinde görülebilecek koşullarda yaşam mücadelesi veriyorlar. Tüm bu açmazlar içerisinde kayıt altına alınmış Arakanlıları bir başka ikilem bekliyor. O da geri döndürülme korkusu... Bu korku ki, ellerindeki BM belgelerini yok ederek, kayıtsız mülteci konumuna geçiyorlar gönüllü olarak ve geniş toplum içerisinde ‘kaybolmayı’ yeğliyorlar...
Bengaldeş’in bu politikasına dair gelişmeleri izlerken, bölgeyi yakından bilen uzmanlarla yüzyüze görüşürken, şu soru açıkça gündeme geliyor. Bengaldeş İslam İşbirliği Teşkilatı üyesi değil mi? Şayet bu birlik adında geçtiği üzere İslamla özdeşleştirilen bir çaba içerisindeyse, Bengaldeş’in uyguladığı zulme ne oranda karşı koyuyor. İİT’nin soruna yönelik yaklaşımını Haziran ayındaki gelişmeler üzerine ortaya koyması, sorunun henüz yeni algılanmakta olduğunun bir göstergesi değil mi? Aynı kurum, bölgeye insani yardım götürme çabasındaki kimi kuruluşlara çağrıda bulunup, kendi liderliğinde ortak hareket edilmesini isterken, acaba Bengaldeş hükümetinin Arakanlılara yönelik politikasından ne kadar haberdar ve bu politikayı değiştirme adına ne gibi bir çaba içerisinde? Bu çağrı bile kendi içinde tutarsızlığı barındırmıyor mu? Sorun onlarca yıldır ortada dururken henüz yeni fark etmişcesine -ki öyle gözüküyor- Arakanlılara yardımı organize etme işi gündeme getiriliyor. İşin bir diğer tuhaf yanı, zaten Arakanlılara yardım götüren kuruluşlardan, en azından bir bölümü İİT’nin içindeki yardım kuruluşları birliğinde yer alıyor oluşu. Bu nedenledir ki ve de çok acıdır ki, aynı kurum içinde örgütlü yapının işlerliğindeki kısırlık gözlerden kaçmıyor.
Arakan’da olan biteni doğru anlamadıkça ve çözüm konusunda istikrarlı bir yaklaşım sergilemedikçe, görünen o ki, en azından Güneydoğu Asya’da çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde, hükümetlerin kayıtsızlığı karşısında, Müslüman kitlelerin Budist azınlığa karşı bir dizi toplumsal yaptırımları gündeme gelebilir. Bu ise mevcut durumu daha da karmaşık hale getireceği kesin. Bu nedenledir ki, Arakan krizini yönetemeyen bölge ülkeleri yöneticilerinin, Müslüman halkın sabırlarının sınırlarını aş/tır/maları söz konusu olduğunda gelişmeler istenmedik boyutlara varabilir. Bu türden gelişmeler yol vermemek için, ilgili kurumların konuya yaklaşımlarındaki hassasiyet kadar, bütünlükçü yaklaşımları önem taşımaktadır. Bütünlükçü yaklaşımdan kastımızı önceki yazılarda dile getirmiştik. Kısaca ifade etmek gerekirse, Arakanlıların kurduğu tüm siyasi hareketleri, Myanmar’daki diğer etnik unsurları özellikle de Suu Kyi’nin başını çektiği siyasi hareketi, Budist kitlelerinin saygı gösterdiği figürleri çözüm için biraraya getirecek çabaların kayda değer sonuçlar vereceğine kuşku yok. Elbette ki, bu sıralamada ASEAN ve D-8 üyesi, halkı Müslüman olan ülkelerin -her ne kadar kendileri de, bir ölçüde benzer sorunlarla boğuşuyor olsalar da- yapabileceği birşeylerin olduğuna inanıyoruz. Kendi içine kapalı, sorunu Ortadoğu merkezli yaklaşımlarla çözmeye çalışmak, bugüne kadar olduğu gibi sorunlu bölgelerdeki aktörlerin ikincil plâna itilmesine hatta ve hatta dışlanmasına vardırılacak girişimler bugünden yarına yapısal bir çözüm sunamayacaktır. Sayın Ali Caksu Bey’in “Malezya’nın girişim yok mu?” yönündeki sorusuna ‘şimdilik’ susarak cevap vermeyi yeğliyorum.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Açe’de Bir Kültür Mekânı: Prof. Dr. Ali Haşimi Kütüphanesi


 Mehmet Özay                                                                                                                                                                5 Ağustos 2012

Kütüphaneyle nasıl tanıştığım, nasıl bir ilişki geliştirdiğim bugüne kadar bu mekanın beni nerelere taşıdığını burada konu etmeyeceğim... Kısaca bu kıymeti sizlere tanıtmak arzusundayım...

Şehirlerin vazgeçilmez mekanlarından biridir kütüphaneler... Banda Açe’nin de buna benzer yapılanmaları yok değil... Bunların öne çıkanlarından biri Prof. Dr. Ali Haşimi Kütüphanesi. Adına bakıp, “Aa evet, bir profesör vefatından önce kitaplığındanoluşturduğu bir mekân” diyerek küçümseyebilir kimileri. Ancak vaziyet öyle değil. Niçin öyle değil açıklayayım...

Birincisi Ali Haşimi sıradan bir profesör değil. Kısaca tanıtmak gerekirse, Prof. Dr. Ali Haşimi 1957-64 yılları arasında Açe’de valilik de yapmış, Açe’nin iki önemli yüksek öğrenim kurumu Şah Kuala Üniversitesi ve IAIN Ar-Raniri Yüksek İslam Enstitüsü’nün kurulmasına ön ayak olmuş, IAIN’ın rektörlüğünü yapmış bir akademisyen, siyaset ve en önemlisi dava adamı... 20. yüzyıl Açe tarihinde son derece önemli bir şahsiyet. Ali Haşimi sahip olduğu enerji, çalışkanlık, ve yazdığı eserlerle daha sonra tanıştığım bütün entellektüellerin ve akademisyenlerin sürekli referansta bulunduğu bir entellektüel. Bu bağlamda, Haşimi’yi ele alacak özel bir yazıya konu ettiğimi burada belirtmek isterim.

İkincisi bu mekân bir kütüphane olarak adlandırılsa da, aslında içindeki kıymetli maddi değerler kadar manevî özellikleriyle de dikkat çekin unsurlar dikkate alındığı bir etnoğrafya müzesi denilmeyi epeyce hak ediyor. Banda Açe’ye yolu düşüncelerin sıklıkla katettiği önemli yol güzergâhında, Sudirman Caddesi No: 21’de yer alsa da, pek kimsenin yolunu düşür(e)mediği bir yerdir... Kütüphanenin sadece hafta içi öğlene kadar açık olması idari anlamda ne tür sıkıntılarla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

Zaman zaman Açe’yi ziyarete gelen kimi konukları biraz da zorlayarak ya da “Hadi denize gidiyoruz oradan sonra” gibi stratejiler geliştirerek gezdirdiğim önemli mekânlardandır...

İki kat üzerine inşa edilmiş binanın giriş katlarını oluşturan bölmesi ve ikinci katta kimi odaları Endonezyaca, Arapça, Açece envanî türden kitaplar, dergiler, broşürler, fotoğraflar, resimler, Açe kültür dokusunu açıkça gözler önüne seren etnografik malzemelerle donanmıştır. Girişte klasik oturma takımı karşılar misafirleri. İçeriye doğru enlemesine uzanan bir salonun abartısız her köşesindeki raflar dizilidir. Salonun öteki ucunda ise arka bahçeye açılan bir kapı... Hiç unutmuyorum, böylesi güzel bir bahçe olur da kapısı açık olmaz mı diye içimden geçirirken, kütüphane müdürü Said Amca’dan rica etmiştim “Kapıyı açabilir miyiz?” diye. Ardından her gidişimde kapı açılır olmuştu...

Giriş katında, büyükçe salonun haricinde üç oda daha vardı.  Odalardan biri Ali Haşimi’nin çalışma odası olarak kullandığı ve ağırlıklı olarak özel eşyalarının yer aldığı nadide bir köşe. Özel eşyaları mı? Elbette ‘daktilosu’, gözlükleri, konferanslara giderken kullandığı evrak çantası, ağaç oymacılığının nadide örnekleri olarak bir kenarda duran bastonları vs. vs. Bu odayı komşu odada ise, birkaç yıl önce envanteri çıkartılan 322 adet el yazma eserlerinin sergilendiği bir mekan... Kur’anlar, tefsirler, tasavvuf ve edebiyat eserleri... Bu oda aynı zamanda, geleneksel bir silah olan ‘rencong’ların sergilendiği bir yer de... Ayrıca, her ziyaretimde, 1873-1904 yılları arasında gerçekleşen Açe Savaşı’nda kullanıldığı düşüncesine kapıldığım, dönemin askeri malzemelerinden bazıları da sergileniyor. Misafirlerin en çok ilgisini çeken bölümün burası olduğu gözlemimi burada aktarmak isterim. Tabii şunu da söylemeden geçmemeyim. Kütüphanedeki bu kıymetli objelerin çoğunun camekânlı korunaklara alınmaması dolayısıyla misafirlerimizin ‘dokunma güdülerine’ mani olamadıklarını, rencognları, mızrakları, kalkanları ellerine alma teşebbüsleri karşısında yanımda duran kütüphane görevlisine karşı mahcup düştüğümü de hiç unutmam... Medeni bir ülkeden vatandaşları olarak kıymetli objelerle ilişkimizi doğrudan kılma noktasında zaafiyetimizi açığa çıkarıyor. Değil mi? Bir oda daha var ki tamamıyla kültür objelerinden oluşuyor. Burada Ali Haşimi’nin özel eşyalarının devamı niteliğinde son derece kıymetli otantik eşyalar sergileniyordu. Kılıçlar, rencong, minyatür toplar, resimler, kıyafetler, yazı takımları, daktilo vs. Duvarlar Ali Haşimi’nin yaşamından önemli kesitleri içeren fotoğraflarla doluydu. Resimler demişken, Açe tarihinin önemli figürlerinden İskender Muda’nın, Dullar Ordusu (Inong Balee) komutanı Malahayati’nin, Cut Nyak Dhen’inkiler ilk aklıma gelenler...

Bu giriş bölümüyle yan yana ve merdivenle çıkılan binanın ikinci katında da genişçe bir oda bulunuyordu. Burada Haşimi’nin daha çok seyahatleri sırasında topladığı anlaşılan kitaplar, broşürler, dergiler yer alıyor. Bunlar arasında, Türkiye’yi tanıtan,İngilizce birkaç eser var. Yeri gelmişken, Haşimi’nin en büyük oğlu Surya Bey’le zamanında yaptığım sohbette 1994 yılında Mısır ve Türkiye’yi ziyaret ettiğini öğrenmiştim. Bu eser de herhalde o dönemden kalma olsa gerek...
Bahçe’ye geçelim... Bahçe de neyin nesi demeyin lütfen... Şirin mi şirin bu bahçe Haşimi’nin uzun yıllar yaşadığı, şimdiler de ise kızlarından birinin kaldığı eve açılıyor. Geniş bahçenin sağ tarafında ise, Açe mimarisinden otantik bir örnek bir yapı karşılıyor ziyaretçileri. Üç yanı açık, yerden yaklaşık bir metre kadar yüksekçe inşa edilmiş namaz kılınan, sohbet edilen ahşap malzemeden inşa edilmiş bir yapı, Açece ifadesiyle meunasah. Bu yapının bir tarafından devasa bir Açe Davulu asılıdır. Bu davullar 19. yüzyılın ikinci yarısında Hollanda ile yapılan savaşlarda önemli bir iletişim aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. Tabii işlevi sadece bununla sınırlı değil... Ayrıca dini müzik icrasında da kullanılan önemli bir enstrümandı. Meunasah’ın yanında bir insan boyu yüksekliğinde temel direkler üzerine inşa edilmiş geleneksel Açe evi... Pek de ziyaretçisinin olmadığını ortaya koyar gibi örümcek ağları kaplamış çoğu yerini... Buna rağmen, gene de çarpıcı güzellikleri beslemeye devam ediyor.

Bu mekânla ilgili güzel düşüncelerimizi vardı kimileriyle paylaştığımız… Türk-Açe ilişkilerine konu olacak bir akademi-kültür evine dönüştürülmesi hem mekânın zamanın gereklerine uygun elden geçirilmesine olanak tanıyacaktı, hem de buranın Açe içinde bir entellektüel donanım merkezi olmasını sağlayacaktı. Ancak olmadı… Ali Haşimi Kütüphanesi hâlâ ayakta çok şükür. Temennim ayakta kalmaya devam etmesi…

http://www.dunyabizim.com/manset/10554/acede-ali-hasimi-kutuphanesi-hl-ayakta.html

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Arakan'ı Anlıyor muyuz?


Mehmet Özay                                                                                                               28 Temmuz 2012
Türkiye'de son birkaç haftadır olan biteni sorgulamamızı gerektirecek bir gelişmeye tanık oluyoruz. "Olan biten nedir?"den kastım Arakan dolayımında yaşananlar elbette. Arakan ile ne anlıyoruz, neler yapıyoruz bu yazıda kısaca ele alacağım. Arakan derken, bir halkın bir yerden bir yere göçe zorlanması mıdır? Açlık ve sefaletle yüzleşmesi midir? Ya da çok daha geniş kapsamlı sosyolojik ve siyasi bir sorunla karşı karşıyayız da anlamak istemiyoruz ve palyatif tedbirlerle işi geçiştirmek mi istiyoruz? Cesaretle bu ve benzeri sorular üzerinde durmak Arakan'ı ve Arakan'da olan biteni anlamanın önemi tartışılmaz.
Kısaca yardım boyutuna bir bakalım... Arakanlıların açlığa, sefilliğe, yoksulluğa ve yoksunluğa maruz bırakılmalarıdır görülmesi gereken ilk elden. Ancak sorunu bununla sınırlandırmadan, salt bu sorunu sürekli ön planda tutmadan, işi yerli yerine oturtarak yapılması gerekenleri yapmak. Neden mi? Çünkü Arakan'a aşağıda değineceğimiz çerçevede bulunacak çözüm, zaten Arakan'ı bu açlıktan sefaletten ve yoksunluktan kurtaracak yeterlilikte de ondan. Arakan coğrafyası, tıpkı diğer Güneydoğu Asya coğrafyasının genelinde olduğu gibi irili ufaklı pek çok nehrin suladığı verimli tarım arazilerinin, balıkçılığın ve ormancılığın geliştiği geleneksel ekonomik yapının hakim olduğu ve bununla birlikte, moda tabirle jeo-stratejik önemi kadar yer altı kaynakları ile de öne çıkmaktadır. Yani Arakan "kendi halinde ele alındıkta, yardıma ihtiyaç duymayacak değerlere sahiptir.
Bununla birlikte, Arakanlılara yapılan ve adına "insani yardım" denilen olgunun, gönüllerimizi okşayan manzaralara yol açtığını düşünebilir miyiz? Önceki yazımızda dile getirdiğimiz üzere "Arakanlılar Mücahir olmuş, Ensarını bekliyor" dememizin karşılığında, Arakanlılara pirinçten (bunu sembolik olarak ifade ediyorum, çünkü bölge halkının temel gıda tüketimi pirince dayalıdır) ibaret kalacak bir yardımla sınırlandırılıyorsa, demek ki Mühacir/Ensar ilişkisini anlamakta zorlanıyoruz. Zorlandığımız husus, Mücahir'in ve Ensar'ın bizde neye tekabül ettiğinde yatmaktadır. O zaman tarihe dönüp Ensar-Mücahir diyalojik ilişkisine bir kez daha dikkat kesilmek gerekir.
Yoksa, wikipedia enformasyonuyla sorunu müdahil olmaya çalışmak,"online" yardımlarımızdan hoşnut kalıp, birkaç gün sonra başlayacak bayramla tatile gönül rahatlığıyla çıkacak olmak hiç kimseyi rahatsız etmeyecektir. Bir kez daha ifade edelim, insani yardım denilen olgunun bu bağlamda değerlendirilmesi Arakan'ın anlaşılması için elzemdir. Öte yandan, "insani yardımı" öne çıkartartmak kimi ölçülerde anlamlıdır. Ancak orta ve uzun vadede temel sorunun göz ardı edilmesi gibi bir çelişkiyi de beraberinde getirmektedir. Öyle gözüküyor ki, Ramazan ayının getirdiği hassasiyetlerle birlikte, önce yazılara, ardından ekranlara yansıyan Arakanlı Müslümanların hicretine doğal bir tepkiydi yapılanlar ve en azından bir süre daha devam edeceğe benziyor... Bu doğal tepki, kendiliğindenliği ile dikkat çekerken, "el çabukluğu marifet"inin de ortaya konulmakta oluşu gözlerden kaçmıyor. Yaptıklarımızın ne anlama geldiğini görmek içinörneğin Açe'de, Padang'da, Patani'de "Daha öncene yaptık?" sorusuna cevap vermek gerekir. Arakan bağlamında yukarıda sıraladığımız sorunları "insani yardım"la mı ve bu yardıma müsebbib olanlarla mı sırınlandırmalıyız? Şayet böyle bir yönelim varsa, fotoğrafı pek de net görmediğimiz, bugünden yarına pek de etkisi hissedilmeyecek girişimlerle oyalandığımız intibaı ortaya çıkar farkında olarak veya olmayarak...
İşin bir diğer boyutan geçelim isterseniz. Siyasi boyutunu kastediyorum... Türkiye'de halk nezdinde nüksettirilen yardım hassasiyetinin siyasi alandaki yansımasını henüz ciddi olarak görmüş değiliz. Ülkede Arakan üzerine, Burma etnik yapısı üzerine konuşacak kaç kişinin olduğu kuşkulu olduğuna göre, siyasi çözüm üretme konusunda yaklaşımların da kısırlığı kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte, duyumlarımız siyaset makamında ilgili kurum ve kişilerin birdizi girişime ön ayak oldukları yönündedir. Bununla birlikte, ACİLEN belirtelim ki, twitlerde, "Tamam biz girişimde bulunduk, Arakan'da baskılar sona erdi" açıklamalarının hiç kuşku yokki meselenin siyasi otorite alanında ne denli anlaşıldığının da (!) göstergesidir. Yani, Arakan sorununu -ve de diğerlerini- 'twitter'a sıkıştırmak kısırlığı gözler önüne sermiyor mu? Sizin "sorun bitti" dediğiniz vakitlerde, Burma silahlı güçleri "Pakistan'dan gönderilen" tehditlere karşılık olarak onlarca imamı gözaltına aldığını hemen belirteyim.
Şunu açık ve seçik bir şekilde ifade edelim ki, Arakan Müslümanlarının karşı karşıya kaldıkları durum dünden bugüne uzanantarihi süreçlere atıf yapılmaksızın anlaşılması mümkün değil. Sorun, bir açlık ve yoksulluk bağlamına sıkıştırılamayacak kadar kapsamlıdır ve ilgili kesimler tarafından büyük bir sorumlulukla ortaya konmalıdır. Yani Arakan'da sorun siyasidir, tıpkı Burma (Myanmar)'ın diğer eyaletlerinde ve de diğer bölge ülkelerinde yaşananlar da olduğu gibi.Bu anlamda sosyolojik bir değer olarak sorunun farklı boyutları gündeme getirilmelidir. Merkezi hükümette çoğunluğu oluşturan Burma Budistlerinin neden Arakan etnisitesini onlarca yıldır ülkeye ve ülke halkına yabancılaştırma çabası içinde oldukları; bunda Müslüman olmalarının rolü ile İngiliz sömürgeciliği döneminde geliştirilen siyasetin bugüne yansımaları; özgürlük mücadelesinde devletin kurucu babası rolündeki Augn San'ın etnik unsurlarla hangi bağlamlarda ilişkiler geliştirdiği ve bunda Müslümanları yeri ve devletin temellerini kurarken bunun nasıl bir işlevsellik kazandığı; San'ın katledilmesinin ardından komünizmle, bu toprakların antropolojik bir gerçekliği olan Budizmle de eklemlenen mutlak Burma milliyetçiliğinin ülkenin diğer asli ancak minor etnik unsurları üzerindeki baskı araçları vb. sorular, sorunlar üzerinde durmadan, araştırmadan, anlamadan, tartışmadan ve de nihayetinde politika geliştirmeden bugünkü sorunla ne yüzleşmek mümkün ne de çokça arzu edilmesine rağmen çözüm bulmak...
Görülüyor ki, güçlü temeller üzerine bina edilen acil bir siyasi çözüme ihtiyaç var. Bu siyasi çözüme gidecek süreçlerde her kim rol almak istiyorsa bahsi geçecek süreçleri anlaması, içselleştirmesi, ilgili taraflarla müzakere etmesi gibi bir dizi zorunluluğu gerektirmektedir. Yoksa, tekrar ediyorum, "insani yardımla" sınırlandırılmış ve öncellenmiş bir yaklaşım arzu edilen sonuçları vermeyecektir. Siyasi olarak da çözümü salt Birleşmiş Milletler'e havale etmek, Başta Budist dünyasının öncüleri ile Güneydoğu Asya Budist toplumlarının katkılarını küçümsemek; Arakan'ı temsil kabiliyetindeki detaylarını başka yazıda tartışacağım güçleri yok saymak, ya da onları re-aktive etmemek, Burma'daki diğer etnik unsurlarla ortak bir hedef doğrultusunda çalışmalar gerçekleştirmemek vb. Arakanlıların daha çok mazlum ve mağdur kalmalarına yol açacaktır.

http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=220622