Mehmet Özay 22.01.2025
İlk etapta, naif kabul edilebilecek böylesi bir hedefin yani, ülkesini ma’mur, saygın kılma konusundaki düşüncenin sadece ABD için değil, tüm ulus-devletlerin başkanları, başbakanları tarafından bizatihi, kendi ülkelerinin uluslararası görünümü bağlamında gündeme getirilebileceklerini düşünmek mümkün.
Bu noktada, bu yaklaşımı genel geçer bir durum olarak kabul edebiliriz.
Bununla birlikte, söz konusu bu yaklaşımın reel ve gerçekliğe tekabül eden boyutu kadar, ‘tribünlerle’ ilgili bir vechesi olduğu da hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Şaka (mı?)
Yemin töreninden kısa bir süre önce, Trump’ın, ‘Büyük Amerika’ söylemini pekiştiren bazı görüşleri gündeme gelmişti.
Bunlar arasında, örneğin, Kanada’nın 51. Eyalet olması; Meksika Körfezi’nin adının Amerika Körfezi’ne dönüştürülmesi; geçenlerde vefat eden, eski başkan Jimmy Carter tarafından Panama’ya devredilen Kanal’ın işletim hakkının yeniden ABD’ye verilmesi gibi gayet önemli ve de radikal bölgesel açılım yer alıyordu.
Şayet, bunları dile getiren Trump şaka yapmıyorsa!
Bölgesel meselelerle bağlantılı olarak gündeme gelen bu ve benzeri alanlar, ABD’nin ekonomik varsıllığıyla doğrudan ilintili olan ticaret, iletişim kanalları ve jeo-politik bağlama tekabül ediyor.
Bu yeni siyasal açılımın, geçen yılki seçim kampanyasından bu yana devam eden ve hatta, 2016 seçimleriyle başlayan, ‘Önce Amerika’ ve ‘Yeniden Büyük Amerika’ gibi siyasal milliyetçi kavramlarla şekillendirilmiş bir içeriğe sahip olduğu ortada.
Niçin önce Amerika?
Burada bir an için durup, “Amerika’yı, niçin yeniden saygı duyulan bir düzeye taşımak gerekiyor? sorusunu sorabiliriz.
20 Ocak günü yemin töreni vesilesiyle Trump’ın gündeme taşıdığı söyleme ve de icraata dikkatlice göz atıldığında özellikle, kendisinden önceki ABD başkanlarının hatalarını sıralayarak bunlara çeki düzen vermeyi istediği ortada.
Önceki başkanların hataları nedeniyledir ki, ABD sadece ekonomik kayıplarla karşı karşıya kalmamış, bunun yanı sıra, itibarını da önemli ölçüde yitirmiştir...
Aslında, bir iç politika meselesi olarak dikkat çeken bu sorunun, önemli ölçüde uluslararası politikayla bağlantısı olduğunu dikkate almak gerekiyor.
Bu durum, Trump’ın agresif siyasal söyleminin ilk ayağını oluşturuyor...
Ve Trump, bu yaklaşımını ortaya koyarken bir yandan, ABD eski başkanlarına ve yönetimlerine saldırıyor öte yandan, ABD’ye saygıda kusur etmede payı olan ülkeleri ve birlikleri haklamaya çalışıyor.
Bu ülkeler arasında, komşu ülkeler Kanada, Meksika’dan Avrupa Birliği ve Çin’e, oradan şu veya bu şekilde Japonya ve Filipinler’e değin uzanan farklı kategori ve nedenlerle belirlenmiş ülkeler bulunuyor.
İlk gün
Donald Trump ve kabinesinin, ilk günden Capitol Hill’de ortaya koyduğu siyasal açılımlar, ABD’nin idare, enerji, göç vb. gibi alanlarda yaptırım ve yönergelerle yönetim etkinliğini ve verimliliğini artırmayı hedefleyen ve böylece hem, federal bürokratik sisteme hem de, ekonomik yapıya canlılık ve dinamizm kazandırmayı hedeflediği anlaşılıyor.
Bununla birlikte, doğrudan iç meselelerle ilintisi kadar, yukarıda sıralanan olguların ve benzerlerinin uluslararası boyutlarıyla da etkileşimini göz ardı etmemek gerekir.
Bu noktada, örneğin iklim değişikliği, yenilebilir enerji vb. alanlarda uluslararası sistemin konsensusle kabul ettiği normlarla çelişmenin, ABD’ye ne kazandırıp ne kaybettireceğini ilerleyen süreçte göreceğiz.
Çin olgusu
20 Ocak’ta gündeme gelen bu açılımda, henüz Çin’in yerini almamış gözükmesi, pek çok çevreyi şaşırttığına kuşku yok...
Bu hususu, bir süre önce kaleme aldığımız birkaç yazıda ortaya koymaya çalışmıştık...
Bu yazılarda, Trump yönetiminin agresif söylemle karşılık verdiği Çin’le yakınlaşabileceği ve hatta, dünyayı birlikte idare edebileceklerini bazı kayda değer referanslarıyla ortaya koymuştuk.
Çin’in özellikle, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinden bugüne kadar geçen süre zarfında ulaştığı ekonomik gelişme hızı ve bunun devam etme yönündeki güçlü eğilimi, bu gelişmenin Asya-Pasifik’ten başlayarak Afrika ve Latin Amerika’ya değin uzanan boyutu ABD’yi bir kuşatılmışlık hissine sevk ediyor.
Tabii, ABD yönetim çevrelerinden böyle bir görüşün sadır olup olmadığı konusu bir yana Trump’ın, ABD-Çin ikili ticaret açığına vurgu yaparak sorunu sanki, iki ülke sınırlarıyla ortaya koyduğu söylenebilir.
Tam bu nokta, şu soruyu yöneltmek mümkün: “Acaba, ABD yönetimi Çin ile arasındaki ticaret açığını kapattığında, Çin’in küresel ekonomideki yeri konusunda ve bunun neden olduğu ekonomik yayılmacılığı konusunda elini kolunu bağlayıp seyredecek midir?”
Kasım ayındaki başkanlık seçimleri öncesinde Çin’i hedefe alan Trump’ın ilk günden, Çin’le karşı karşıya gelmeyi yeğlemediği aksine, bir tür diyalog yolu açarak Çin’den gelecek yaklaşımı beklediğini söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, Çin’i ve de benzeri ülkeleri hedef alacak yüksek gümrük vergileri sürecinin küreselleşen dünyada yeni alternatif alanları veya var olan alanların güçleneceği yeni bir süreci tetikleyeceği konusunda en azından, Asya-Pasifik bölgesinde güçlü bir eğilim var.
Bu şu anlama geliyor...
ABD, Çin tandanslı ürünlere uygulayacağı tarifler karşısında, Çin’de faaliyet gösteren şirketlerin operasyonlarını komşu ülkeler örneğin, ASEAN bölgesine taşımaları kuvvetle muhtemel bir gelişme olarak görülüyor.
Trump’ın kampanya dönemindeki söylemleri ile reel yönetimde icraatları arasındaki ne tür benzerlikler ve farklılıklar olacağına önümüzdeki süreçte tanık olacağız.
Trump’ın Beyaz Saray’da ilk gününde ortaya koyduğu performansın iç politikaya kayan ağırlığına rağmen, bu yönelimin uluslararası bağlamıyla ilintili olduğunu unutmamak gerekiyor.
ABD yeni yönetiminin bölgesel ve uluslararası alana dair söyleminin yenilikçi boyutu olduğunu kuşku yok...
Bununla birlikte, bu söylemin icra boyutunu bekleyip görmek gerekiyor.
https://guneydoguasyacalismalari.com/ve-trump-yeniden-beyaz-sarayda-and-trump-again-in-white-house/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder