30 Ocak 2025 Perşembe

Müslüman toplumlar ile Doğu ve Batı ilişkisi / Relationship between Muslim societies and East and West

Mehmet Özay                                                    30.01.2025 

İslam ve Müslüman toplumlar konusunda ‘öteki’ toplumlarca üretilen akademik ve entellektüel eserlerin bir din olarak İslam’ı ve bu dinin mensupları olarak Müslümanları tanımlamaya, tasvir etmeye, yapılaştırmaya ve belirli bir formda algılamaya neden olduğuna kuşku yok. 

Bu noktada, akademi dünyasında mevcut çalışmalara bakıldığında, Müslüman toplumların Doğu ve Batı toplumlarıyla serüvenleri bağlamında öne çıkan unsurun, Doğu’dan ziyade, Batı yani, Avrupa ile ilişkilerin egemenliğinde gerçekleştiği konusunda ağırlıklı bir yaklaşım olduğu gözlemlenir. 

Batı’nın tanımlamacılığı

Batı’da yani, Avrupa’daki veya Avrupa’yı temsil makamındaki toplumlar ile Müslüman toplumlar arasındaki ilişkilerin tanımlanması, açıklanması, yorumlanması süreçlerinde, ilkinin ikincisi üzerindeki egemenliği uzun dönemli tarihsel süreçte ortaya çıkıyor. 

Müslüman toplumlar ve Batı yani, Avrupa toplumları arasında bu şekilde gelişme gösteren ilişkinin, neden bu şekilde ortaya çıktığı sorgulanmayı hak ediyor. 

Bu yaklaşımda, tarihin çeşitli süreçlerinde ortaya çıkan, maddi etkileşimlerin kendinde ve doğal akışına atıf yapılarak, bunda bir sorun olmadığı düşünülebilir.

Bununla birlikte, kültürel ve entellektüel boyutlarda tarihi akışı içerisinde, Batı’nın veya daha doğrusu Batı düşünce sistemini oluşturan kurumların ve bu kurumların temsilcilerinin, İslam’ı ve Müslüman toplumları tanımlama çabasının -ki, genel şekilde ifade edildiği üzere 19. yüzyıl değil, aksine, en azından 16. yüzyıldan başlatılabilecek bir süreçtir bu-, akademi ve entellektüel çevrelerde belirleyici bir yapı olarak egemenlik tesis ettiği görülür.

Doğu nerede? 

Buna karşılık, Doğu toplumlarının diyelim ki, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin gibi iki önemli kültür evreninin İslam’ı ve Müslümanları tasvir, tanımlama, inceleme, analiz ve yorumsama süreçlerinde nasıl bir yerde durdukları araştırılmayı hak ediyor. 

Batı yani, Avrupa tarafından İslam ve Müslüman toplumları anlamlandırma çabası, tedrici olarak belirleyici bir nitelik kazanırken, bir din olarak İslam’ın ve Müslüman toplumların Doğu toplumları ile -örneğin Hindistan, Malay Dünyası ve Çin gibi bölgelerle- ilişkilerinin gözardı edilmiş olduğu ile karşılaşılır. 

Veya bunun tersi bir ifadeyle, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’in erken yüzyıllarda İslam ve Müslüman toplumlara yönelik ilgilerinin nerede durduğu ve bu ilginin karşılığı olarak ne tür ürünlerin ortaya konduğu meselesi de gayet önemlidir. 

Bu noktada, İslam ve Müslüman toplumların Doğu ile karşılaşmalarının, en az Batı ile karşılaşmaları kadar anlamlı olması beklenir.  

Bugüne etkisi

Yukarıda dikkat çekilen hususun, salt tarihsel ilişkilere ait bir alan olması aksine, bugünkü kültürel ve siyasal yapılaşmalar ve bunlara dair algıları gayet önemli ölçüde beslediği görülür. 

Bu nedenle, tarihin değişik evrelerinde Doğu ve Batı ile gündeme gelen etkileşimlerin, İslam’ı ve Müslümanları nasıl bir tanımlamaya sevk ettiğinin önemi burada ortaya çıkar. 

İslam ve Müslüman algısını vb. alanlarda Doğu’da görülen bu eksikliğin veya bu alanlarda, Batı’nın egemen bir tutum ve belirleyiciğine neden olan bu ‘kültürel ve siyasal’ yapılaşmanın ve gelişmenin, bugün çokça hissedilen sorunlu ilişkiler ağının temelini oluşturduğunu ifade etmek mümkün gözüküyor. 

Bu sorunlu yapıdan maksat, bizatihi Batı’nın aktörlüğüyle gerçekleşen, İslam’ı ve Müslümanları tanımlama ve bu tanımlama sürecinin kanıksanan, kemikleşen, yapılaşan unsurlar haline gelmesi, günümüz İslam ve Müslümanları’nın kültürel, dini, siyasal vb. süreçlerde nasıl algılandığı ve ne tür bir müdahaleye ve yaklaşıma konu olduklarıyla yakından ilgilidir. 

Bizans: Batı temsili

Batı ile karşılaşmayı, bir din olarak İslam’ın ve Arap Yarımadası’ndan başlayan siyasal, toplumsal, kültürel gelişimlerin öznesi olarak Müslüman toplumların, yanı başlarında Bizans İmparatorluğu gibi Avrupa medeniyetini temsil eden bir siyasal ve kültürel yapıyla etkileşimden başlatmak mümkün. 

Bu etkileşimin aralık verilmeksizin gerek barışçıl, gerek mücadelesi ve savaşçı boyutlarıyla devamlılığı, Batı’nın yani, Avrupa’nın İslam’ı ve Müslümanları anlama çabasını tetiklediği verilen eserlerle kendini ortaya koyuyor.

Aslında, söz konusu bu bölge ilişkilerine bakıldığında, daha İslam öncesi süreçten başlayan bir etkileşimin varlığına kuşku yoktur. 

Öyle ki, Hz. Peygamber’in gençlik yıllarında dahil olduğu bölgesel ticaret süreçlerinde Suriye topraklarına yaptığı yolculuklar, O’nun peygamberlik öncesinde Bizans gibi önemli bir ‘Batı’ kültür ve medeniyetinin -en azından bazı unsurlarıyla temasa geçtiğini söylememize yol açıyor. 

Doğu ile etkileşim

Öte yandan, İslam’ın bir din olarak ve Müslüman toplumun Arab Yarımadası’ndan çıkışıyla başlayan tarihsel serüveninde, Doğu toplumlarının diyelim ki, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’in İslam ve Müslümanlar ile karşılaşmaları ve bu karşılaşmaları tasvir eden, anlamlandırmaya çalışan, yorumlayan vb. süreçlere dair verilerin ya yokluğu veya azlığı, bir tür eksiklik olarak anlaşılması gerektiğini söylemek mümkün. 

Ancak, İslam’ın ortaya çıktığı bölgede yani, Arap Yarımadası’nda aynı Arap toplumunun benzer şekilde -doğrudan olmasa da, kara’dan yani, Orta Asya üzerinden ve suyolları üzerinden yani, Hint Okyanusu vasıtasıyla, bir yandan, Hindistan ve Malay Dünyasıyla öte yandan, Çin’le de irtibatlı olduğu görülür. 

Bu erken evrelerdeki irtibatın, mücadeleci ve/ya savaşçı olmayan, en azından ağırlıklı olarak böylesi bir seyir takip etmeyen bir yapılaşması söz konusudur. 

Böylesi bir alternatif etkileşime rağmen, Hind, Malay Dünyası ve Çin toplumlarının, İslamiyeti temsil özelliğine sahip olduğu söylenebilecek Arap, Pers ve Türk Müslüman unsurlarıyla etkileşiminde, İslam ve Müslüman toplumlar hakkında tanımlayıcı, izahcı, yorumlayıcı ürünler ortaya koyup koymadıkları üzerinde durmayı hak ediyor. 

En azından, Batı’da yani, Avrupa’da ortaya konulan İslam ve Müslümanlar hakkındaki yazılı çizili malzemeye ve ürünlere karşılık, Hindistan, Malay Dünyası ve Çin’de bu alanda belirleyici olabilecek düzeyde bir üretkenliğin olup olmadığı gayet önemlidir. 

Nihayetinde, bir din olarak İslam’ın ve bu dinin mensubu olan Müslüman toplumların, Doğu ve Batı ile ilişkilerinde yeksenâk bir yapılaşmanın olmadığı aksine, her iki coğrafyaya yani hem, Batı ve hem de, Doğu’ya doğru bir yönelimin ve açılımın tarihsel olarak yer aldığını düşünmek ve dikkate almak gerekiyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/musluman-toplumlar-ile-dogu-ve-bati-iliskisi-relationship-between-muslim-societies-and-east-and-west/


28 Ocak 2025 Salı

Malay dünyası Osmanlı ilişkileri ve mitolojikleştirme... / The Malay world Ottoman relations and mythologization

Mehmet Özay                                                     28.01.2025

Malay dünyası ile Osmanlı ilişkilerinin mitolojik karakterine dair veriler, akademi çevreleri kadar, popüler alanda -ve bu alanın görünür yanı olan, standart medya/tik iletişim süreçlerinde- önemli bir yer işgal ediyor. 

Bu mitolojik karakterin varlığına yönelik nitelikli eleştirilen yapılmaması ve/ya yapılan eleştirilerin kabul görmemesinde, bu mitolojik yaklaşımın çeşitli çevrelere sağladığı psikolojik tatminin önemli bir payı bulunduğunu söylemeliyiz. 

Öte yandan, mitolojik yaklaşımın görünürlüğünün önüne set çeken bir durum var ki, o da mitolojik anlatının, sürecin ‘akademi’ çatısı veya kisvesi altında yapılıyor olmasından kaynaklanıyor. 

Bu durum, tastamam, işin görünür olmayan yönünü teşkil ediyor...

Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, ‘akademi’ bir zırh işlevi görerek, gerçeklik ve mitoloji dikotomisini aşmamıza imkân tanımıyor. 

Temelde, burada bir çelişkinin olduğu gözlerden kaçmıyordur. Değil mi? 

Mitolojik karakter 

Söz konusu mitolojik karakterin olup olmadığını veya hangi boyutlarda seyrettiğini, akademi dünyasında gündeme getirilen söylemler ile akademi dışı çevrelerin söylemlerinin karşılaştırılmasıyla ortaya konulabileceğini ileri sürebiliriz. 

Bunun yanı sıra, tarihsel ilişkileri anlamlandırmada başvurulan ‘mitolojik’ bağlam sanıldığının aksine, salt Malay ve Osmanlı ‘yanlısı’ (-centric) yaklaşım sergileyen ve kendilerini Müslüman coğrafyanın -veya ümmetin diyelim- parçası olduğu iddiasındaki çevrelerle sınırlı değil. 

Aksine, bizatihi Batı modernleşmesini ortaya koyan, geliştiren ve bu süreci, Malay Takımadaları ile -başkenti de dahil olmak üzere- Osmanlı coğrafyasında faaliyet gösteren sömürgeci güçler tarafından yapıldığına tanık olunuyor. 

Bu çerçevede, Batı Avrupa sömürgeci güçlerinin ve de ‘sömürgeci olmasalar da’, sömürgeci geçmişiyle gizli/açık gurur duyan uluslara mensup akademisyen çevrelerin, Malay Dünyası ve Osmanlı ilişkilerine dair yaklaşımlarında ise, Avrupa Ortaçağları’nda üretilen ve gayet de başarılı sonuçlar doğurmuş olan (!), ‘öteki’ni gözlemlemede başvurulan gerçeklik-dışı (out-of-reality) veya gerçeklik-olmayan (non-reality) bir yaklaşımın işlevsel hale getirilmesi söz konusudur. 

Bu noktada, belki de, yazının sonunda ifade etmemiz gereken husus burada dile getirerek, ortaya çıkan bu durumun, birbirlerini pohpohlayan; bunun üzerinden bir tür meşruiyet arayışında olan ve hatta, bunu sağlayan ve bunların birleşiminden oluşan psikolojik tatmine yol açtığını söylemek mümkün. 

‘Kelin merhemi olsaydı...’

‘Kelin merhemi olsaydı...’dan kasıt, Osmanlı öncellenmesiyle (Ottoman-centric) Malay Dünyası’nı anlama çabasının -veya bunun tam tersinin-, yukarıda dile getirilen mitolojik karaktere teslim edilmişliğine vurgu yapılmasıdır. 

Aynı zamanda, Malay Dünyası’nı -sömürgeleştirilmişliği nedeniyle-, ‘nesnesi’ olduğu tarihsel süreçlerde bu nesnelikten siyasal, askeri, ekonomik, eğitim vb. bağlamlarında kurtaracak olanın Osmanlı olduğu yönündeki yanılsamadır. 

Bu hususu, kısaca pratik gelişmeler üzerinden değerlendirecek olursak, -önceki süreçler bir yana-, 19. yüzyıl şartlarında, Malay Dünyası ile Osmanlı ilişkilendirilmesinde kimin, neye, hangi şartlarda, ne hususta katkısı, desteği vb. olup olmadığı önemli bir sorgulamayı gerektiriyor. 

Söz konusu 19. yüzyıl itibarıyla, Osmanlı merkezlilik ile Malay Dünyası’nın sömürgeleştirilmiş ve sömürgeleştirilmemiş siyasal yapıları arasındaki ilişkililiği dinamik boyutlarıyla ele almak yerine, mitolojikleştirmeye yönelik yaklaşım, tarihsel gerçeklikleri, dinamikleri görmemize engel oluyor. 

Bunun yanı sıra, Osmanlı’yı kendi içerisinde ve de 19. yüzyıl karakteristikleri dikkate alınarak değerlendirdiğimizde, Osmanlı’nın, var olan siyasal, ekonomik, askeri, vb. süreçlerde karşılaştığı sorunları ve/ya Batı Avrupa modernleşmesi ve bunun bir yönelimi olarak siyasal, ekonomik, askeri alanlarda kurulmaya çalışılan hegemonik yapılaşma karşısındaki konumunun, Malay Dünyası’nı Batı Avrupa’nın, -aynı yüzyıl içerisinde oluşturduğu ve de oluşturmaya çalıştığı- sömürgecilik sürecinden kurtarmaya elverirliğinin gayet sorunlu olduğu bir durumla karşılaşıyoruz. 

Şayet, Osmanlı, Batı modernleşmesi ve de bunun uzantısı olarak gizli/açık Batı sömürgeciliği karşısında ayakta kalabilmeyi başarabilseydi, elindeki siyasal, ekonomik, askeri vb. varlıkları bizatihi kendisi başarılı ve sürdürülebilir bir şekilde kullanması beklenirdi... 

Yanılsatmacı tutum

Osmanlı merkezlilik ile Malay Dünyası’nda oluşan Osmanlı algısı, tarihsel ve siyasal gerçeklikleri göz ardı eden tutum ve yaklaşımları, birbirini negatif anlamda besleyen bir özellik sergiliyorlar. 

İşin bir yanında hem, Malay Dünyası’nın hem de, Osmanlı’nın kendi tarihini, tarihi süreçlerini, toplumsal dinamikleri, gerçeklikleri, paradigmaları vb. anlamlandırma konusundaki zaafiyet bulunuyor. 

Bu zaafiyetin temel nedeni veya nedenlerinden belli başlıcasının, Malay Dünyası ve Osmanlı ilişkilerini ele aldığı varsayılan ve adına akademisyen denilen grubun, mensub oldukları ve içinden çıktıkları geniş toplum kesimlerinin, hayata bakış ve hayatı değerlendirme konusunda, -bunu temelde, weltanschauung olarak adlandırıyoruz-, genel eğilimlerden kopamamış, akademinin gerekliliklerini anlamada belirgin bir zaafiyet sergilemiş ve ilgili toplum kesimlerinde var olan bir tür aşağılık kompleksi türü genel eğilimleri gizli/açık destekleyici bir tutum takınmış olmalarının rolü yadsınamaz. 

Her ne kadar, bu çevrelerin ortaya koydukları ürünlerin, akademi denilen kurumun belirlediği şartları asgari düzeyde sağladıkları varsayılması, maalesef, var olan bu yazılı ürünlerin, metinlerin ‘akademik geçerliliğe’ ve de içeriğinin bir tür ‘meşruiyeti’ sağladığı tarzında bir algının oluşmasına neden oluyor. 

Kutsallaştırma işlevi

Ortaya çıkan ürünün/ürünlerin ‘maddi bağlamıyla’ akademik bir ürün olarak kabul edilmesi, -akademi olgusu ve kurumu kutsallaştırılmadığı (sacralize) taktirde-, aslında, pek de bir anlam ifade etmiyor. 


Hakkını yemeyelim, bu ürünlerin, -temelde yukarıda dile getirildiği üzere- var olan dünyayı ‘yanlış’ anlama ve yorumlama tutum ve davranışlarına katkısı nedeniyle, bir anlam (!) çerçevesine oturtulabileceğini söylemek mümkün. 

Tıpkı, akademi dünyası dışında oluşturulan ve adına, ‘popüler’ denilen bakış açısının ortaya koyduğu ‘yoz’, ‘sanal’ gerçeklikte olduğu gibi... 

Adına ‘popüler’ desek de, bu kesimin içinde de, kurumsal akademi dünyası içerisinde yer alan bireylerin de olduğuna tanık oluyoruz. 

Bu bireylerin, ‘gerçeklik’i anlama ve anlamlandırma konusunda sergiledikleri tutum ve davranışlar bir yandan, akademi dünyası içerisindeki etkinlikler değirmenine su taşırken öte yandan, popüler açlığı doldurmaya yönelik bir işlevi de yerine getiriyor. 

Bu durumun hasılı ise, ortaya ‘tarihsel, sosyolojik, siyasal, dini gerçeklikler’ ortaya koymak yerine, çokça yapılan “nasıl bu alanlar üzerinden bir tatmin sağlarız” konusu oluyor.

Malay dünyası ile Osmanlı ilişkilerinin mitolojik karakterden arındırabilmek ve tarihsel ve sosyal gerçekliği ortaya koyabilmek için mevcut düşünce sistematiğinin kayda değer bir eleştiriyle ele alınması gerekiyor.

Bunun yapılabilmesi, sadece bu iki coğrafya ile sınırlı olmayan bir düşünce yapılaşmasıyla mümkün olacaktır. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/malay-dunyasi-osmanli-iliskileri-ve-mitolojiklestirme-the-malay-world-ottoman-relations-and-mythologization/


Prabowo’nun ilk 100 günü / The first 100 days of Prabowo

Mehmet Özay                                                     27.01.2025

Endonezya devlet başkanı Prabowo Subianto’nun devlet başkanlığında 100 günü, adet olduğu üzere bir değerlendirme sebebi olarak gündeme geliyor.  

Yüz gün, yani üç aydan biraz fazla bir zamanda, 280 milyona varan nüfusu ve devasa coğrafyasıyla Endonezya gibi bir ülkede bir başkanın -tabii ki, oluşturduğu kabine ile neler yapabileceği konusunu biraz kuşkulu kılıyor. 

Şayet yüz günlük süre, ülkenin farklı bölgelerindeki toplum kesimlerine alt yapı, yatırım, istihdam, eğitim vb. gibi temel kamu işlerinin götürülmesi, iyileştirilmesi, artırılması anlamına geliyor ise, bunun Endonezya şartlarında oluşturulabilmesi için yeni bir başkan ve hükümetten ziyade, böylesi bir süreç öncesinde oluşturulmuş temel politikalar ve bunların sağlık derecesinin dikkate alınması gerekir. 

Öğle yemeği!

Bu noktada, bugüne kadar Prabowo’dan daha devlet başkanı olarak atanmadan sadır olan yaklaşım, halk arasında ihtiyaç sahibi kesimler ve öğrencileri içine alan ‘ücretsiz öğle yemeği’ projesinin dışında ve ötesinde, belirgin bir icraatın gündeme gelip gelmediği incelenmeye değerdir. 

Bu projenin söylem düzeyinde gündeme gelmesi ile bizatihi icra edilişi arasında, -ilk menünün 6 Ocak’ta öğrencilerin önüne getirilmesiyle-, 18 aylık bir sürenin olması da aslında, politika karar vericiler ile icraat arasındaki derin uçurumun ne şekilde olabileceğinin bir örneğini oluşturuyor...

Üstüne üstlük, projenin isim babası Prabowo’nun, ‘ihtiyaç sahiplerinin çocuklarının’ yanına oturup, onlarla öğle yemeği yememesini de siyasi elit lider ile toplumun aşağı sınıfları arasındaki belirgin bir ayrışma olarak yorumlamak mümkün... 

Öyle ya, 18 ay boyunca en önemli ‘sosyal icraat’ olarak dillendirilen ‘öğle yemeği projesi’ üstüne üstlük ülkenin geleceği olan ilk öğretim/orta öğretim sıralarındaki öğrencilere verilmesi karşısında, başkan Prabowo’nun empati kurabilme düzeyinde belirgin bir yakınlaşmayı ortaya koyması beklenirdi...

Dış politika 

Endonezya toplumunda halk arasında ihtiyaç sahibi kişiler tarafından memnuniyetle karşılandığına kuşku olmayan bu politika ve söyleminin dışında, başkan Prabowo’yu gündeme taşıyan siyasal yaklaşımların, bölgesel ve küresel ilişkilerde kendine yeni bir yer edinme çabasında karşılık bulduğunu söylemek gerekir. 

Yine, daha başkanlık koltuğuna oturmadan hem, bakan sıfatı hem de, seçilmiş başkan sıfatıyla Avustralya’dan Fransa’ya çeşitli ülkelere yaptığı resmi ziyaretlerle dış politikada selefi Joko Widodo’dan gayet farklı bir rota takip edeceğinin sinyalini vermişti. 

Prabowo’nun önce Çin ve ardından ABD’ye yaptığı ziyaretler, uluslararası politikada iki süper güçle eşit şekilde ikili ilişkiler kurabileceği iddiasının pratikteki yansıması olarak ortaya çıktı. 

Ancak, bu uluslararası ziyaretlerde Prabowo’nun, “Endonezya’yı uluslararası çevreler enasıl yansıttığı’” ile “uluslararası çevrelerden ne tür taleplerde bulunduğuna dair” belirgin açılımların gerçekleştiğini söylemek güç. 

Bununla birlikte, son yirmi yılın ikili ilişkiler ile uluslararası ilişkilerinde  popüler olarak ortaya çıktığı üzere, ‘enerji’, ‘savunma’, ‘gıda güvenliği’ vb. gibi temel başlıkların masaya getirilen matbu metinlerde yer aldığını da söylemek gerekir. 

BRICS gündemi 

Prabowo bu ziyaretlerinin hasılı olarak ortaya ne çıkacak sorusuna cevap bundan birkaç hafta önce geldi. Ve Prabowo, Rusya’nın dönem başkanlığını üstlendiği BRICS’e tam üye olarak başvurusu kabul edildi. 

Bu durumda, “Endonezya’nın BRICS’e üyeliğini nasıl değerlendirilmeli?” sorusu gündeme geliyor. 

Akla, Prabowo’nun gerçekleştirdiği ziyaretlerin hasılası demek biraz acelecilik olur...

Bir başka ifadeyle, Prabowo’nun el çabukluğuyla denilebilecek şekilde, BRICS’e üyeliğinin gerçekleşmesini başka bir nedene bağlamak gerekir. 

Kanımca, Endonezya dış politikasında, Jokowi’nin son on yılda geliştirdiği Çin yanlısı dış politika görünümün devamlılığından bahsetmek mümkün. 

Bu çerçevede, Prabowo’nun bir başkan olarak bireysel çabası ve Rusya’yı iknasından öte, BRICS içerisinde kanımca, Rusya’dan daha önemli rol oynayan Çin’in bu gelişmedeki rolünü dikkate almak gerekir. 

BRICS, ekonomi odaklı bir uluslararası kurumsallaşma olduğu kadar, temelde ve de bu ekonomi merkezlilikten neşet eden siyasal bir duruşun varlığı Endonezya’yı, uluslararası sistem içerisinde belirli bir yere yöneldiği anlamı taşıyor. 

Bunu söylemekle birlikte, pek fazla aceleci olmamak da gerektiği kanaatindeyim. 

Diyelim ki, birkaç ay sonra ABD’nin çiçeği burnunda başkanı Donald Trump, Asya-Pasifik bölgesine yönelik sürpriz bir yönelimi gündeme getirdiğinde, Prabowo yönetimi bu gelişmeye ilk evet diyecek ülkelerden biri olması -en azından bizi- şaşırtmayacaktır. 

Bu durum, yani bir yandan BRICS üyeliği öte yandan olası bir ABD eksenli yeni bir eonomi bloğu üyeliğinin siyasal olarak sindirilebilirliğini, Endonezya dışişleri bakanlığı’nın geçen yüz günlük süreçte olan biteni değerlendirmesinde başvurduğu “bağımsız ve aktif” politikası ile karşılayacağına kuşku yok...

Aslında, tam da bu durum, benzeri ilişkiler ağını tarif ederken bir süredir başvurduğum, “post-modern dış politika” (post-modern foreign policy) kavramıyla ele alınabilir gözüküyor. 

Bir başka ifadeyle, eko-politik olarak ideolojik belirlenmişlerin değil, gevşek, değişken, adapte kabiliyeti yüksek vb. süreçleri benismeyen ülkelerin birbirine rakip güçlerle aynı zaman ve mekân içinde birlikte hareket edebilmelerine olanak tanıyor. 

BRICS üyeliği ile Endonezya’yı ASEAN içerisinde bir ilkle karşı karşıya olduğunu da burada zikredelim. 

Bu durum, ASEAN içerisinde açıkça Çin yanlısı olan Kamboçya ve Laos ile, BRICS’e görücüye çıkmış olan ASEAN dönem başkanı Malezya’nın, önümüzdeki süreçte bu bloğa üyeliklerinin gayet olası olduğunu söylememize yol açıyor.

Endonezya’da başkan Prabowo’nun yüz günü neye tekabül ediyor denildiğinde, karşımıza elle tutulur politik değişimleri görebilmek mümkün gözükmüyor. 

Bununla birlikte, bugünlerde yapılan bir kamuoyu yoklamasında başkan’ın ilk yüz günü çalışmasına onay verenlerin oranının yüzde 80’a yaklaşmasının neye tekabül ettiği derinlikli olarak incelenmeye değer. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/prabowonun-ilk-100-gunu-the-first-100-days-of-prabowo-government/


25 Ocak 2025 Cumartesi

Tarih 24 Ocak 1874: Kaybeden Açe değildi! / Date: January 24 1874: Aceh was not the loser!

Mehmet Özay                                                   24.01.2025

Bundan 151 yıl önce yani, 24 Ocak 1874 tarihi, Açe’de bir dönemin sona ermesi anlamına geliyordu...

Bu tarih, Hollanda Krallığı’nın Sumatra Adası’nın kuzeyinde, Açe devleti’nin siyasal sınırlarına yönelik işgal girişimi, Doğu Hint Takımadaları’nda yüksek sömürgecilik döneminin en önemli gelişmesidir. 

Hatta, bu dönemin başlangıcı anlamına geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır... 

Hollanda sömürge ordusunun temel hedefinde yer alan, -tıpkı diğer bölgelerdeki benzeri sarayların ele geçirilmesiyle- Açe Sarayı’nın uzun çatışmalar sonrasında alınmasıyla, Hollandalılar, Açe’nin siyasi egemenliğinin sona erdiğini düşünse de, bu süreç aslında, daha uzunca bir süre bölgede askeri varlığını sürdürmek zorunda kalacakları anlamına geliyordu.

Küreselleşen sorun 

Yukarıda yüksek sömürgecilik sürecinin ‘en önemli gelişmesi’ derken, bunu sadece Sumatra Adası ve Malay Takımadaları ile sınırlı olarak söylemiyorum. 

Açe’deki sömürge savaşının, daha fiili olarak başlamasından önce başgösteren siyasal gelişmeler, Açe’yi dönemin küresel güçleri nezdinde dikkatle izlenmesi gereken bir yere taşımıştı. 

Sürecin böylesi bir hȃl almasının, bölgenin sömürge öncesi ve sömürgecilik döneminde sahip olduğu kendine özgü nitelikleriyle özellikle de, jeo-politik ve jeo-ekonomik konumuyla açıklamak gerekir.

Bu durumu anlayabilmek için “bölgede kimler vardı?” sorusunu yöneltmek ve cevapları doğru bir şekilde ortaya koymak gerekir. 

Açe siyasi elitinin yanı başındaki Penang’deki İngiliz yönetimi ve ardından, komşu Ada Singapur’da diplomatik temsilcilikleri bulunan İtalyan, Fransa, Amerika gibi batılı devletlerle barış veya siyasi ittifak kurma girişimleri temelde bir tesadüf arayışı değil, bölgede zaten var olan ve Açelilerle tarihsel ve ekonomik ilişkileri olan Batılı güçleri yeni bir siyasetin içine çekme çabasıydı... 

Açeliler bunun benzerini, o yıllarda (1873) Osmanlı’ya gönderdikleri elçilerle yani, Abdurrahman el-Zahir ve Teuku Nyak Abbas ile de göstermişlerdi. 

Bu siyasal iletişim süreci önce Singapur ve ardından İstanbul üzerinden Paris’e, Londra’ya, Berlin’e, Washinton’a taşınırken tüm bu Batılı güçlerin Malay Takımadaları’ndaki gelişmeyi değerlendirme biçimini iyi değerlendirmek gerekir. 

Savaşın kaçınılmazlığı

26 Nisan 1873’de başlayan ve Açelilerin ‘Hollanda Savaşı’, ‘Kutsal Savaş’ (Prang Sabil) adlarıyla zikrettikleri bu önemli sömürge savaşının ilk safhası, Açelilerin Hollanda birliklerini başkenten sürmeleriyle sonuçlanmasına rağmen, sömürge gücünün tüm askeri ve siyasi varlığıyla Açe’ye egemen olma arzusu sona ermedi. 

1873 Mayıs ve Haziran aylarında bölgeden çekilen Hollanda donanması kısa ancak önemli bir hazırlık evresinin ardından aynı yılın Ağustos-Eylül aylarında başlayarak, Cava Adası’ndaki sömürge yönetim merkezindeki tüm askeri unsurlar ile birincil, ikincil derecedeki insan kaynaklarının tümünü mobilize etti. 

Bunun yanı sıra, Malay Yarımadası’nda, özellikle, İngilizler hakimiyetindeki Boğazlar Yönetimi (Straits Settlements) adıyla anılan sömürgeci yapı bünyesindeki çeşitli unsurların karşı çıkmalarına karşın, Singapur ve Penang Adaları da, bu süreçte azımsanmayacak bir lojistik destek işlevi gördü. 

Batavya’daki (bugünkü Cakarta) Hollanda sömürge yönetimi ve den Haag’daki Hollanda Krallığı nezdinde savaşın devamlılığı konusundaki ısrar aslında, tam da, yukarıda dile getirmeye çalıştığımız bölgenin jeo-politik ve jeo-ekonomik gerçekliğiyle örtüşmektedir. 

Görünür sebep 

Hollanda sömürge ordusunun Kuzey Sumatra’daki bu icraatının müsebbibi olarak, iki temel argüman bulunuyor. Bunlardan ilki, Açe devleti’nin Açe sularında uluslararası ticarete mani olan korsanlara yönelik girişimde bulunmamış olmasıdır. 

İkincisi ise, Anthony Reid’in ileri sürdüğü üzere, Hollanda yönetiminin Singapur’daki konsolosunun bireysel ve yanıltıcı girişimleri neticesinde Batavya’daki sömürge yönetiminin savaş kararı almış olmasıdır. 

O dönem itibarıyla, gelişmelere bakıldığında, her iki nedenin de birarada ele alınabileceği bir siyasal zeminin oluştuğuna kuşku yok. 

Bununla birlikte, 19. yüzyıl başından itibaren, Sumatra’nın güneyinde Palembang’dan başlayarak, teritoryal egemenliği tesisde süreklilik gösteren Hollanda sömürge yönetiminin, Ada’nın kuzeyinde Açe topraklarını kendinde, bağımsız ve önemli bir üretim ve ticaret rekabeti yüksek bir bölge olarak bırakması kendi içinde rasyonel bir karar olmayacaktı. 

Bu bakış açısı, bize yukarıda, “savaşın nedeni olarak ileri sürülen” iki nedenin ve bunlarla bağlantılı alt nedenlerinin tüm sömürge yapısını hedef almak yerine, ‘kasıtlı-kasıtsız’ yanlışlar üzerine kurgulanmış bir savaş ve istilȃ olgusuyla karşı karşıya kaldığımız algısının geçersizliğini ortaya koyacaktır. 

Ve Hollanda yönetimi de Açe topraklarını -her şeye rağmen-, ele geçirme kararı vermek suretiyle bu kararını uygulamaktan kaçınmadı. 

İngilizlerin karşı çıkışı 

19. yüzyıl şartlarında, Malay Takımadaları olarak zikredilen geniş coğrafyada, siyasal ve de ekonomik faaliyetleri kontrol altına alan İngiliz ve Hollanda Krallıkları’nın -kendi içlerinde hem, siyasal hem de, dönemin öne çıkan gazetelerinin -en azından bir bölümünün karşı çıkmasına karşın  devam ettirilen bir sömürgecilik süreci gözlemliyoruz. 

İngilizler açısından savaşın Penang ve Singapur ile gelişmiş ticaret ilişkilerine konu olan Açe’nin Hollanda yönetimine geçmesinin doğuracağı sorun, salt ekonomik nedenler özelinde kendini ortaya koyuyordu. 

Bununla birlikte, bazı yazılarda dikkat çekildiği üzere ortada bir ‘hümanist’ duruştan söz edilse de, tüm boyutlarıyla sömürgecilik süreci karşısında hümanist duruşun esamesinin pek de bir yeri olmadığını tarih bize gösteriyor. 

Açe’nin, adı geçen sömürgeci yapılar nezdinde teritoryal olaraka ele geçirilmesi, siyasal olarak meşruiyetinin ortadan kaldırılması gereken ilk nokta değil, aksine son noktalardan biri olduğunu fark etmek gerekiyor. 

Gözardı edilen iç süreçler

Tüm bu süreçlerde, siyasal egemen bir yapı olarak Açe’de, iç politik ve sosyal sistemin zaafiyetlerinin kendi içinde değerlendirilebilecek gayet önemli arızaları olduğuna kuşku yok...  

Üstüne üstlük, bizatihi bu durumun bile, Hollanda sömürge yönetiminin siyasal ve de askeri faaliyetlerini hedefe Açe’ye koymuş olarak 1850’den itibaren tedrici olarak geliştirmesi ve aradan geçen çeyrek yüzyıl sonrasında, Açe topraklarında egemen olma arzusunu fiiliyata geçirmesinin nedenlerinin başında geldiğini bile söylemek mümkün. 

Mucize bekleyişi

Kuzey Sumatra’da başgösteren istilȃnın, bölgedeki tüm Malay toplumlarında gözlerin Açe’ye çevrilmesine neden olduğuna kuşku yok. 

Bu durum bir yandan, söz konusu bu coğrafyanın en önemli siyasal yapısı olarak dikkat çeken ve bağımsızlığını son raddeye kadar koruyabilmiş olması kadar, Açelilerin savaşın kapıya dayanmasıyla bölgedeki çeşitli Malay toplumları, bunların bir şekilde siyasal liderliğini yapan kesimleriyle irtibat kurma çabalarında görmek mümkün. 

Ancak bu yaklaşım, diğer Malay toplumları nezdinde, bazı fiiliyata neden olmuş gözükse de, büyük ölçüde, “bekle-gör” yaklaşımıyla, -veya bundan başka yapacak bir şey olmayışından ötürü- Açe’den, bir anlamda ‘mucizevi’ bir sonucun çıkmasına odaklandığını ifade etmek gerekir. 

Diğer Malay toplumlarının başına gelen ‘kaderin’, bir benzerinin Açelilerin tecrübe etmemesi için ne gibi şartların oluşması gerekirdi? Söz konusu Malay toplumları tarafından, bunun hesabının yapılıp yapılmadığı kuşkuludur. 

Cava Adası’nda, Batavya’da yerleşik Hollanda sömürge idaresinin girişimleri ve özellikle de, Singapur’daki Hollanda konsolosu Reid ve de Avrupa’daki Hollanda Krallığı’nın ortak bir siyasal projesi olarak ortaya çıkan Açe’de saldırı sürecinin  tedrici olarak gelişen savaşın ikinci safhasının bittiği tarihtir 24 Ocak 1874. 

Bu tarihin, öncesi ve sonrası gelişmelerle anlaşılabilmesi bize sadece Kuzey Sumatra’da değil, dönemin küresel ilişkilerinin neye tekabül ettiğini ve bu ilişkilerde yer alan ve almayan unsurların, uygulanan ve uygulanamayan politikaların neler olup olmadığı konusunda önemli veriler sağlayacaktır.  

https://guneydoguasyacalismalari.com/tarih-24-ocak-1874-kaybeden-ace-degildi-date-january-24-1874-aceh-was-not-the-loser/


22 Ocak 2025 Çarşamba

Ve Trump yeniden Beyaz Saray’da / And Trump again in White House

Mehmet Özay                                                     22.01.2025

ABD’de ikinci dönem başkanlığına 20 Ocak’ta yapılan yemin töreniyle başlayan Donald Trump’ın hedefinde ABD’yi, ‘yeniden saygı duyulan’ bir ülke seviyesine çıkarmak bulunuyor. 

İlk etapta, naif kabul edilebilecek böylesi bir hedefin yani, ülkesini ma’mur, saygın kılma konusundaki düşüncenin sadece ABD için değil, tüm ulus-devletlerin başkanları, başbakanları tarafından bizatihi, kendi ülkelerinin uluslararası görünümü bağlamında gündeme getirilebileceklerini düşünmek mümkün. 

Bu noktada, bu yaklaşımı genel geçer bir durum olarak kabul edebiliriz. 

Bununla birlikte, söz konusu bu yaklaşımın reel ve gerçekliğe tekabül eden boyutu kadar, ‘tribünlerle’ ilgili bir vechesi olduğu da hatırdan çıkarmamak gerekiyor.

Şaka (mı?)

Yemin töreninden kısa bir süre önce, Trump’ın, ‘Büyük Amerika’ söylemini pekiştiren bazı görüşleri gündeme gelmişti. 

Bunlar arasında, örneğin, Kanada’nın 51. Eyalet olması; Meksika Körfezi’nin adının Amerika Körfezi’ne dönüştürülmesi; geçenlerde vefat eden, eski başkan Jimmy Carter tarafından Panama’ya devredilen Kanal’ın işletim hakkının yeniden ABD’ye verilmesi gibi gayet önemli ve de radikal bölgesel açılım yer alıyordu. 

Şayet, bunları dile getiren Trump şaka yapmıyorsa!

Bölgesel meselelerle bağlantılı olarak gündeme gelen bu ve benzeri alanlar, ABD’nin ekonomik varsıllığıyla doğrudan ilintili olan ticaret, iletişim kanalları ve jeo-politik bağlama tekabül ediyor. 

Bu yeni siyasal açılımın, geçen yılki seçim kampanyasından bu yana devam eden ve hatta, 2016 seçimleriyle başlayan, ‘Önce Amerika’ ve ‘Yeniden Büyük Amerika’ gibi siyasal milliyetçi kavramlarla şekillendirilmiş bir içeriğe sahip olduğu ortada. 

Niçin önce Amerika?

Burada bir an için durup, “Amerika’yı, niçin yeniden saygı duyulan bir düzeye taşımak gerekiyor? sorusunu sorabiliriz. 

20 Ocak günü yemin töreni vesilesiyle Trump’ın gündeme taşıdığı söyleme ve de icraata dikkatlice göz atıldığında özellikle, kendisinden önceki ABD başkanlarının hatalarını sıralayarak bunlara çeki düzen vermeyi istediği ortada. 

Önceki başkanların hataları nedeniyledir ki, ABD sadece ekonomik kayıplarla karşı karşıya kalmamış, bunun yanı sıra, itibarını da önemli ölçüde yitirmiştir... 

Aslında, bir iç politika meselesi olarak dikkat çeken bu sorunun, önemli ölçüde uluslararası politikayla bağlantısı olduğunu dikkate almak gerekiyor. 

Bu durum, Trump’ın agresif siyasal söyleminin ilk ayağını oluşturuyor... 

Ve Trump, bu yaklaşımını ortaya koyarken bir yandan, ABD eski başkanlarına ve yönetimlerine saldırıyor öte yandan, ABD’ye saygıda kusur etmede payı olan ülkeleri ve birlikleri haklamaya çalışıyor. 

Bu ülkeler arasında, komşu ülkeler Kanada, Meksika’dan Avrupa Birliği ve Çin’e, oradan şu veya bu şekilde Japonya ve Filipinler’e değin uzanan farklı kategori ve nedenlerle belirlenmiş ülkeler bulunuyor.

İlk gün 

Donald Trump ve kabinesinin, ilk günden Capitol Hill’de ortaya koyduğu siyasal açılımlar, ABD’nin idare, enerji, göç vb. gibi alanlarda yaptırım ve yönergelerle yönetim etkinliğini ve verimliliğini artırmayı hedefleyen ve böylece hem, federal bürokratik sisteme hem de, ekonomik yapıya canlılık ve dinamizm kazandırmayı hedeflediği anlaşılıyor.

Bununla birlikte, doğrudan iç meselelerle ilintisi kadar, yukarıda sıralanan olguların ve benzerlerinin uluslararası boyutlarıyla da etkileşimini göz ardı etmemek gerekir. 

Bu noktada, örneğin iklim değişikliği, yenilebilir enerji vb. alanlarda uluslararası sistemin konsensusle kabul ettiği normlarla çelişmenin, ABD’ye ne kazandırıp ne kaybettireceğini ilerleyen süreçte göreceğiz. 

Çin olgusu

20 Ocak’ta gündeme gelen bu açılımda, henüz Çin’in yerini almamış gözükmesi, pek çok çevreyi şaşırttığına kuşku yok... 

Bu hususu, bir süre önce kaleme aldığımız birkaç yazıda ortaya koymaya çalışmıştık... 

Bu yazılarda, Trump yönetiminin agresif söylemle karşılık verdiği Çin’le yakınlaşabileceği ve hatta, dünyayı birlikte idare edebileceklerini bazı kayda değer referanslarıyla ortaya koymuştuk.

Çin’in özellikle, 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliğinden bugüne kadar geçen süre zarfında ulaştığı ekonomik gelişme hızı ve bunun devam etme yönündeki güçlü eğilimi, bu gelişmenin Asya-Pasifik’ten başlayarak Afrika ve Latin Amerika’ya değin uzanan boyutu ABD’yi bir kuşatılmışlık hissine sevk ediyor. 

Tabii, ABD yönetim çevrelerinden böyle bir görüşün sadır olup olmadığı konusu bir yana Trump’ın, ABD-Çin ikili ticaret açığına vurgu yaparak sorunu sanki, iki ülke sınırlarıyla ortaya koyduğu söylenebilir. 

Tam bu nokta, şu soruyu yöneltmek mümkün: “Acaba, ABD yönetimi Çin ile arasındaki ticaret açığını kapattığında, Çin’in küresel ekonomideki yeri konusunda ve bunun neden olduğu ekonomik yayılmacılığı konusunda elini kolunu bağlayıp seyredecek midir?” 

Kasım ayındaki başkanlık seçimleri öncesinde Çin’i hedefe alan Trump’ın ilk günden, Çin’le karşı karşıya gelmeyi yeğlemediği aksine, bir tür diyalog yolu açarak Çin’den gelecek yaklaşımı beklediğini söyleyebiliriz.

Bununla birlikte, Çin’i ve de benzeri ülkeleri hedef alacak yüksek gümrük vergileri sürecinin küreselleşen dünyada yeni alternatif alanları veya var olan alanların güçleneceği yeni bir süreci tetikleyeceği konusunda en azından, Asya-Pasifik bölgesinde güçlü bir eğilim var. 

Bu şu anlama geliyor... 

ABD, Çin tandanslı ürünlere uygulayacağı tarifler karşısında, Çin’de faaliyet gösteren şirketlerin operasyonlarını komşu ülkeler örneğin, ASEAN bölgesine taşımaları kuvvetle muhtemel bir gelişme olarak görülüyor. 

Trump’ın kampanya dönemindeki söylemleri ile reel yönetimde icraatları arasındaki ne tür benzerlikler ve farklılıklar olacağına önümüzdeki süreçte tanık olacağız. 

Trump’ın Beyaz Saray’da ilk gününde ortaya koyduğu performansın iç politikaya kayan ağırlığına rağmen, bu yönelimin uluslararası bağlamıyla ilintili olduğunu unutmamak gerekiyor. 

ABD yeni yönetiminin bölgesel ve uluslararası alana dair söyleminin yenilikçi boyutu olduğunu kuşku yok... 

Bununla birlikte, bu söylemin icra boyutunu bekleyip görmek gerekiyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/ve-trump-yeniden-beyaz-sarayda-and-trump-again-in-white-house/


20 Ocak 2025 Pazartesi

Suriye’ye Singapur modeli! / Singapore model for Syria!

Mehmet Özay                                                     20.01.2025

Ütopik bir başlık değil mi? 

Evet, doğru... 

Böyle bir başlığın, ütopik bir yaklaşıma tekabül ettiği düşünülmesinde haklılık payı yok değil. 

Bununla birlikte, bu başlığı gündeme getirmemizi sağlayan gayet önemli nedenlerin olması ve bunların bir dizi açmazlarla kendilerini ortaya koyması, ütopik olan bu yaklaşım üzerinden hareketle, “Acaba, bunun gerçekleştirilebilmesi mümkün mü?” sorusuna yönelmek mümkün. 

Nihayetinde, insan toplumlarında ütopik addedilen pek çok hususun, bir dönem sonra reelde karşılık bulduğuna özellikle, son birkaç yüzyılda tanıklık etmemiz işimizi kolaylaştıracaktır. 

Buna bir yenisi eklemek neden mümkün olmasın...

Kaos geleneği

Burada gündeme getirilen konunun Suriye olması sadece, bugün yaşanan nedenlerden ve gerçeklerden kaynaklanmıyor. 

Bir coğrafi mekȃn, bir ulus-devlet olarak Suriye’nin yerine, tam benzeri veya aşağı-yukarı benzeri başka bir ulus-devleti de koymak mümkün... 

Örneğin, adı ‘Arap Baharı’ ile anılan ancak, bu baharın İlkbahar mı, yoksa Sonbahar mı olduğu evvelinde pek de kestirilemeyen gelişmelere konu olan ülkeler diyelim...

Suriye’de sadece, 2011’de başlayan ve bundan bir ay öncesine kadar yaşananlarla sınırlı olmayan aksine, orta tarihi genişlikte bağımsızlık sürecinden başlatılabilecek, uzun tarihi süreçte ise, 1800’lerden itibaren gündeme getirilebilecek siyasal ve toplumsal kaotik ortamın varlığı bulunuyor. 

Singapur’un bir model olup olamayacağı konusundaki sorgulamada, bir İslam coğrafyası, İslam toplumu vb. olup olmaması üzerinde düşünülebilir. 

Aslında, tam da bu neden yani, Singapur’un içerisinde yer aldığı geniş coğrafyası bağlamında İslam’la, Müslüman toplumlarla yakın ve pozitif ilişkisi kadar, belki de, bu olumlu ilişkinin dışında ve ötesinde, kendini siyasal, toplumsal ve ekonomik olarak ortaya koyabilmiş olmasının getirdiği bir cazibeden hareket ediyoruz. 

Çelişki var mı? Evet öyle gözüküyor...

Ancak, bu noktada, Singapur’un inşa ettiği siyasal ve toplumsal sistemin dinamiklerini belirle ölçülerde ele almak suretiyle Suriye için modelliğinin mümkün olabileceğini öngörüyoruz.

Niçin Singapur?

Suriye’nin takip etmesi gereken modelin, Singapur gibi bir Ada devletinin seçilmesi sıradan, gelişigüzel bir seçime tekabül etmiyor. 

Bu söylemde, öne çıkardığım ülkenin Singapur olmasının birkaç temel nedeni bulunuyor. 

İlki, Singapur siyasal yönetiminin görüşü ve yaklaşımı bir yana, bir gözlemci olarak Singapur’un Suriye ile ilişkisizliğinin doğurduğu bir nötrlük durumu bulunuyor.

İkincisi, Singapur’un hem, geniş coğrafya olarak içinde yer aldığı mekȃn hem de, insan kaynakları bakımından, Doğu’da ve Doğu’yu temsil edebilme kapasitesinden kaynaklanıyor. 

Bir başka ifadeyle, Singapur tarihsel olarak Suriye toprakları, coğrafyası, siyasi sistemi vb. ile ilintili bir ilişkiler ağına sahip değil. 

Üçüncüsü, küçük bir Ada ülkesi veya şehir devleti olmasının getirdiği pragmatikliği bütünüyle bünyesinde barındırıyor Singapur... 

Suriye’nin, yukarıda dikkat çekilen orta ve uzun tarihi geçmişte karşı karşıya kaldığı sorunlar, açmazlar vb. süreçlerden ötürü, bugün Suriye’nin yeniden inşasının konuşulduğu bir dönemde “Ümitvar olunabilecek ögeler, kavramlar, düşünceler ile bunları ortaya koyabilecek bir toplumsal yapı, bir siyasal yönelim vb. bulunuyor mu?” sorusuna olumlu cevap üretebilmek mümkün gözükmüyor. 

Mümkün olsaydı bugüne kadar olurdu zaten... Öyle değil mi? 

Bu nedenle, Singapur’un modelliğinin bir laboratuvar olarak işlev görebileceği öngörüsüyle yazının başlığına, “Suriye’ye Singapur modeli” uygun görüldü. 

Laboratuvar imkȃnı

Bundan yaklaşık yirmi yıl önce, Kuzey Sumatra’dan başlayarak Hint Okyanusu’nun öteki ucuna yani, Somali’ye kadar uzanan geniş suyoluna bitişik, on bir ülkede etkili olan deprem ve tsunamiden en çok etkilenen Endonezya Cumhuriyet’nin Açe Eyaleti’ni, “gayet önemli bir laboratuvar” olduğunu dile getirmiş ve yazmıştık. 

Ardından, aynı bölgeden meselȃ, Mindanao ile laboratuvar şartına hazırlanan Patani’yi de buna ekleyebiliriz demiştik süreç içerisinde. 

O günlerde Kuzey Sumatra, Güney Filipinler ve ardından, Güney Tayland için söylediklerimizin, bir yerlerde karşılık bulmamasının olumluluğu veya olumsuzluğundan bahsedilmeyebilir. 

Ancak, bugün Suriye’nin -farklı nedenlerle de olsa- karşı karşıya olduğu gerçeklik aslında tam da, Açe’nin tsunami sonrası tüm dünyaya özellikle de, Müslüman toplumlara ve halkının kahir ekseriyeti Müslüman olan devletlere sunduğu laboratuvar olma imkȃnını sunuyor olmasıdır. 

Tsunamiden sonra, Açe’de böylesi laboratuvar oluşumundan istifade edilememesi, sadece negatif önyargıyla değil, tarihsel ve sosyolojik gerçekliklerle benzerinin, Suriye’de de laboratuvar oluşumundan istifade edilemeyeceğini ortaya koyuyor. 

Bu nedenle, eli çabuk tutup, Suriye’de yeniden kaosun ve anarşinin ortaya çıkmaması için, laboratuvar koşullarının sunduğu imkȃnı reele dönüştürme yönünde adım atıp, Singapur modelini uygulamayı denemek gerekiyor. 

Bu denemeyi, en azından, Suriye’de -bugüne kadar yaşandığı üzere- kaosa ve anarşiye dönme potansiyelinden daha çok zarar getirmeyeceğini öngörerek gerçekleştirmek mümkün. 

Ayrıca, bugüne kadar Suriye coğrafyasında denenenlerin, bu coğrafyada yaşanan toplumlara pek de sağlıklı siyasal ve toplumsal yapı oluşturamamış olması karşısında, bir alternatif olarak Singapur modelinin uygulanmasının -en azından- bugüne kadar yaşanmışlıkların daha da kötüsü bir sonucu yol açmayacağı yönündeki olumlu düşünceden hareket etmek gerekiyor. 

Suriyeliler bunu istiyor!

Singapur modelinin ütopik ol/a/mayacağının temel bir göstergesi, 2011 sonrasında Suriye’nin önce üst varsıl, ardından orta varsıl sınıflarının ülkeyi terk ederek Kanada’dan İsveç’e, İngiltere’den Avustralya’ya kadar mevcut Anglo-Sakson ülkelerine yollarını düşürmüş olmalarıdır. 

Aynı ülkenin alt sınıflar, söz konusu bu Anglo-Sakson ülkelerine gidememelerine rağmen, gittikleri ülkelerle yetinmiş olmalarını da izah etmek mümkün. 

Örneğin, bu alt sınıfların gittikleri ülkelerde, orta varsıl sınıf konumuna erişmeleri halinde onların da gözünün benzeri Anglo-Sakson veya en azından bu sisteme aşağı-yukarı eşdeğer örneğin, Avrupa ülkelerine yollarını düşürme hedefinde olduklarını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Ailevi, coğrafi, dini-kültürel faktörlerle Suriye ve benzeri ülkelerde olabildiğince memnun bir hayat sürme çabasında olan Suriyelilerin varlığını yadsımıyorum. 

Ancak hem, reelde hem de, idealde Suriyelilerin nerede yaşamak istedikleri sorusuna verilebilecek cevabın bizatihi, -yukarıda dikkat çekildiği üzere- kendi eğilimleriyle toplumsal ve siyasal yapısı -görece- olgunluk arz eden, kamusal alanını orgazine olmuş, siyasal ve özel yaşamı belirli kurallar dizgeleriyle belirlenmiş ve böylece, bireyi genel itibarıyla, gündelik yaşamı akışı içerisinde ‘kontrpiye’de bırakmayan bir sistem olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

2011 yılından başlayarak, ülkelerinde kaos, anarşi ve savaş ortamından kaçan Suriyelilerin Anglo-Sakson ülkeleri ve/ya diğer Avrupa ülkelerine yollarını düşürmüş olmalarının ardından, gittikleri bu ülkelerin toplumsal yapısına adapte olma konusundaki becerikliliklerini bir zemin kabul edip, Singapur modelinin bugün Suriye’de, bizzat hayata geçirilebilmesinin olanaklı olduğunu ileri sürebiliriz. 

Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse, göç edilen Anglo-Sakson ülkeler sistemini gizli/açık bile isteye benimseyen Suriyelilerin on yıllarca kendi anavatanlarında bu tür bir sistem gerçekleştirememiş olmalarından hareketle, Suriye’de yeniden kurulması öngörülen sistemin Singapur modeli olmasını söylemekte bir yanlış gözükmüyor. 

https://guneydoguasyacalismalari.com/suriyeye-singapur-modeli-singapore-model-for-syria/


19 Ocak 2025 Pazar

Trump, Amerika’da neyi temsil ediyor? / What system does Trump represent in the U. S.?

Mehmet Özay                                                     18.01.2025

Yaklaşık on yıl önce, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” söylemiyle ortaya çıkan  Donald Trump bu söylemiyle yine karşımızda. 

Hem de söylemi dile getirdiği gündekinden daha güçlü toplumsal destekle...

Trump adı, Amerika’da ‘sistem değişikliği’ denilebilecek boyutta bir süreç anlamına geliyor. 

Bu durum, Amerikan değerleri üzerine inşa edilen ve yerleşik siyaset yapma biçimi olarak karşımıza çıkan siyasal ve sosyolojik gerçekliğin bizatihi, Trump eliyle ve hükümetiyle ortadan kaldırılması veya değiştirilmesine tekabül ediyor. 

Bu gelişme, Trump’ın Amerika siyasal ve toplumsal yapısında neyi temsil ettiğini sormamızı gerektiriyor.

Yeniden büyük ABD

“Amerika’yı yeniden büyük yapmak” ifadesinin, salt psikolojik ve sosyolojik bir tahrik anlamına gelip gelmediği tartışılabilir. 

Ancak, Amerikan siyasal gerçekliği, 2016’da olduğu gibi bugün de, Trump’ın bu söyleminde bir haklılık olduğuna işaret ediyor. 

Bu durum, Amerika değişen bir şeylerin olduğunu gösterirken, aynı zamanda “Trump, hangi Amerika’yı temsil ediyor?” sorusunu da sormamıza yol açıyor. 

Bu sorgulamanın, özellikle son on yılda ABD siyasetinde ve toplumunda yaşanan değişimleri anlamayı da sağlayacağı düşünülebilir. 

Son on yıl

Kısaca, on yıla bakmak gerektiğinde şu hususların öne çıktığı görülür. 

2016 seçimleri öncesinde kendisine pek az şans tanınan Trump, büyük bir sürprizle başkanlık yarışını önde tamamladı. 

2020 seçimlerine büyük bir özgüvenle giren ancak, seçimi kaybeden Trump, bu gelişmeyi hazmedememesi üzerine başkent Washington’da ve parlamento binasında ortaya çıkan toplumsal ayaklanmanın bir şekilde müsebbibi olmasıyla dikkat çekti. 

İçerisinde, söz konusu bu toplumsal ayaklanmayı tetikleyen kişi sıfatıyla olmak üzere, hakkında açılan onlarca davaya rağmen, ‘hukuk sisteminin’ boşluklarından, aralıklarından’ istifadeyle, 2024 başkanlık seçimlerine kadar süren savcılar ile Trump arasında tabiri caizse, bir tür kedi-fare kovalamacasına tanık olundu. 

Nihayetinde, 2024 Kasım’ında yapılan başkanlık seçimlerinde Trump’ın, Demokrat Parti adayı Kamala Harris karşısında elde ettiği siyasi başarı, “olağanüstü” olarak nitelendirilerek tarihe geçti. 

Böylece, Trump’ın başkan seçilmesiyle hakkında açılan davalar da geçerliliğini yitirdi... 

Sisteme meydan okumak

Bu süreçte, 2024 seçimlerine karşı karşıya kaldığı çeşitli davalarda haklılığını ortaya koymaya çalışan ve bu davalar üzerinden, ‘Amerikan sistemine’ meydan okuyan bir Trump tavrıyla karşılaştık. 

Aynı Trump, seçim kampanyası döneminde, “Amerikan’ın elitleri” olarak adlandırdığı kesimleri suçlayıcı ifadeleriyle kendisini ve kendisine oy veren kitleleri Amerikan sistemi içerisinde farklı bir yere konumlandırıyordu. 

Son on yılda ortaya çıkan ve özetle ortaya konulan bu durum bize, “Trump’ın neyi veya hangi sistemi temsil ettiği?” sorusunu gündeme getirmemize zorunlu kılıyor. 

Değerlerde erozyon (mu?)

“Amerikan değerleri” denilen ve içinde “seküler kutsallık” (secular sacred) boyutunun çokça yer ettiği sistemin temsili ve temsilcileri bağlamında bir ayrışmanın yaşandığına kuşku yok. 

Amerikan değerleri denilerek, 19. yüzyıl ikinci yarısında kuzey-güney savaşının ardından, ‘birleşik’ hale gelen Amerika’nın genel bir konsensuse konu olduğu düşünülür. 

Ancak Trump, küresel kamuoyuna yeni bir Amerika ve yeni bir siyaset yapma biçimiyle ortaya çıktığını kanıtlıyor. 

Trump’a, Amerikan siyasetinden ve toplumundan gelen eleştiriler sadece, geleneksel siyasal rakip Demokrat Parti’den gelmiyor. 

Aksine, son iki seçim sürecinde görüldüğü üzere, Trump karşıtlığının, Cumhuriyetçi Parti içerisinde de kayda değer bir karşılık bulduğu görülüyor. 

Öyle ki, bu durum, en başta Cumhuriyetçi Parti içerisinde aday adaylık sürecinde kendini ortaya koymuştu. 

Yani, başkan aday adaylığı süreçlerinde, Nikki Haley’in tutumu, Cumhuriyetçi Parti içinde ‘klasik’ muhafazakȃrlık ile Trumpçı tutum arasında bir ayrışmaya kesin bir şekilde işaret ediyordu. 

Seçmen nezdinde bunun karşılığı ise gayet ilginç açılımlara konu oluyordu... 

Ve bu durum, kampanya döneminde, Cumhuriyetçi Parti seçmenlerinden bazılarından sadır olan görüşte yani, “Oyumu, Biden’e vereceğim... Bu benim Cumhuriyetçi olmadığım anlamına gelmiyor...” söyleminle somut karşılık buluyordu. 

İlerlemeci değil, muhafazakȃr değil

Son seçim kampanyasında, Demokrat Parti’de değişen başkan adayı yani, Kamala Harris özelinde, Trump’ın hedef aldığı kesim ‘komünistler’di. 

Trump’ın ‘komünist’likle suçladığı kitle, kendini ‘ilerlemeci’ (progressive) olarak adlandıran kesim... 

Ancak, öte yandan ‘muhafazakȃr’ Cumhuriyetçi Parti ve çevrelerde, Trump’a yönelik eleştirilerin de olması, “Trump’ı, Demokrat Parti karşısında ne kadar muhafazakȃr kılıyor?” sorusu da, yukarıda soruya eklenlenmesi gereken bir açılıma yol açıyor. 

Tam da bu durum, hem, Cumhuriyetçi Parti’den hem de, Demokrat Parti’den önemli eleştiriler alan Trump’ın, Amerikan toplumunda neyi temsil ettiği sorusunu gayet anlamlı kılıyor. 

Bu soruya kapsamlı cevaplar üretebilmek ancak, kayda değer bir saha araştırmasıyla olabilir... 

Bununla birlikte, Amerikan toplumunda son üç seçim çerçevesinde karşılaşılan söylemler özellikle de, ‘Büyük Amerika’yı inşa’ söylemi ile Trump’ın sessiz çoğunluğu temsil ettiği yönünde bir yaklışımı karşımıza çıkıyor. 

Örneğin, Trump destekçilerinin, “Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti elitlerince alay konusu edildiklerini ve Trump’da içlerinde sakladıkları kinin, Trump tarafından açıkça ortaya konulduğunu” ifade etmeleri gayet önemli bir izah. 

Bununla birlikte, “elitler karşısında alay konusu edilenlerin”, ezilen, işçi sınıfı vb. gibi Avrupa bağlamında bir işçi retoriğine karşılık gelmediği de ortada...

Sahip olduğu ekonomik statüsü ile Amerikan sisteminin ürettiği sıradan bir kişi olan Trump’ın, ne tür bir siyasal hıncı olabilir? 

Bu durum, bize servet sahibi olmanın, aynı zamanda -en azından Amerikan şartlarında- siyasal ve/ya toplumsal elitler arasına girebilmenin yeter şartı olmadığını da açıkça gösteriyor. 

Trump’ın, belirli bir siyasal ideolojik bağlamdan ziyade, Amerikan siyasetinin kurulu sistemindeki zaafları, açıkları, ya da bizatihi yerleşik tutumları hedef alan söyleminin, yeni bir tür siyasetçi kültü ile tanımlanmasına yol açıyor.  

20 Ocak Pazartesi günü ikinci Trump döneminin ABD’de önemli değişimlere yol açacağı hususunda bir konsensus oluştuğuna kuşku yok. 

Trump karşıtlarının bu gelişmeleri kaygıyla izlemeleri ve Trump taraftarlarının da gelişmeleri büyük bir memnuniyetle karşılayacakları konusunda bir beklenti var. 

Gerçekte ABD’de önümüzdeki birkaç yılda, nasıl bir değişimin olacağını hep birlikte bekleyip göreceğiz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/trump-amerikada-neyi-temsil-ediyor-what-system-does-trump-represent-in-the-u-s/


13 Ocak 2025 Pazartesi

Japonya’dan Güneydoğu Asya açılımı: Ishiba Endonezya’da / Japan's Southeast Asia expansion: Ishiba in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                            12.01.2025

Japonya başbakanı Shigeru Ishiba, 10-11 Ocak günlerinde resmi ziyaret amacıyla Endonezya’daydı.

Ishiba bir gün öncesinde Malezya’ya yaptığı ziyaretin ardından, 10 Ocak öğleden sonra Jakarta’ya geçti.

Japon başbakanı Ishiba ve devlet başkanı Prabowo Subianto arasındaki resmi görüşmeler ise, 11 Ocak Cumartesi günü Bogor’daki başkanlık sarayında yapıldı.

Yeni bir süreç mi?

Geçtiğimiz Ekim ayında Japonya’da başbakanlık koltuğuna outran Shigeru Ishiba’nın Endonezya’ya yaptığı bu ziyaret, Japonya’nın son dönemde Güneydoğu Asya ile ilişkilerindeki en önemli süreç olarak adlandırılmayı hak ediyor.

Japonya başbakanı Ishiba’nın, Endonezya devlet başkanı Prabowo Subianto ile Bogor’da yaptığı görüşme, iki ülke ilişkileri kadar özellikle, son on yılda gayet komplike ve de kompleks bir düzeye ulaşan uluslararası ilişkiler açısından da değerlendirilmesi gereken bir durum.

Bu ziyaretin öncelikle, Japonya-Endonezya ikili ilişkileri başta olmak üzere, bölgesel ilişkiler yani, Japonya’nın ASEAN ile ilişkilerin geliştirmesi bağlamında da, yeni bir ivme kazandıracağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Görüşmeler

Yapılan görüşmelerde, özellikle güvenlik, gıda, enerji vb. gibi günün en önemli alanlarında ikili ilişkilerin geliştirilmesinin öngörülmesi Endonezya açısından sadece Çin’e, bağımlı olduğu yönünde bir görünümün ortaya çıktığı Jokowi döneminin aksine, yeni bir diplomatik alan olarak anlaşılabilir.

Çin’in aksine, Japonya’nın -birazda abartarak-, Endonezya’da neredeyse her alanda bir model ülke olarak algılandığını hatırlayacak olursak, bölgesel ve küresel gelişmelere baktığımızda, Ishega’danın bu ziyaretinin zamanlamasının, gayet yerinde olduğunu ifade edebiliriz.

Alternatif mi?

Bu çerçevede, iki rakip konumundaki “Çin ve ABD’nin bölge ve de Endonezya ile ilişkileri karşısında Japonya ne yapıyor, ne yapmalı?” vb. sorulara cevap bulma noktasında Ishiba’nın ziyareti bazı fikirler veriyor.

Bu noktada bazı temel hususlar akla geliyor…

Bunlardan ilki, özellikle, gözlerin Çin’in bölgedeki kontrol süreci ile ABD’nin bunun önünü alma yönündeki girişimlerine odaklandığı uzunca bir dönemin ardından, Japonya’dan gelen bu çıkışı doğru okumak gerekiyor.

İkincisi, ABD’nin bölge politikalarını özellikle, güvenlik eksenli geliştirme çabalarının bölge ülkeleri tarafından, özellikle de, ASEAN’da ne denli olumlu karşılık bulduğu tartışmaya açıktır.

Üçüncüsü, Endonezya’nın bu ziyaretten sadece birkaç gün önce BRICS’in onuncu resmi üyesi ilânıdır. Endonezya BRICS’e üye olma sinyallerini geçen yıl yapılan açıklamalar ve görüşmelerle vermişti…

Bu temel hususları destekleyici mahiyette olmak üzere, Endonezya siyasetinde, en azından liderlik konumunda yaşanan değişimin de, bu ziyaretin gerçekleştirilmesinde önemli olduğunu söyleyebiliriz.

Öyle ki, Endonezya’da yaşanan başkanlık değişimi, Prabowo’nun bölgesel ilişkiler başta olmak üzere, dış politikada verdiği ‘aktif katılımcı olma’ mesajı kanımca, Japonya başbakanının kısa ancak, önemli ziyaretinin alt yapısını oluşturan ögelerden biri.

ASEAN

On ülke -ve Timor Leste’nin üyeliğinin kesinleşmesiyle on bir ülkenin- teşkil ettiği AESAN’ın küresel güçlerin çekim merkezinde olduğuna -en azından, bu yüzyılın başından itibaren tanık olunuyor.

Bölgesel birliğin öne çıkmasında Çin’in ekonomik modernleşmesinin önemli bir ayağını ASEAN bölgesi oluşturması bu faktörün bir yanını oluşturuyor.

Bir diğeri ise ASEAN’ın toplam 700 milyona varan nüfusu ile hem, üretim hem de, tüketim gücünü ortaya koyuyor.

Bu noktada, ASEAN’ın ekonomik değerler açısından görünümü nedir diye sorulduğunda karşımıza 4.1 trilyon dolarlık bir ekonomi çıkması küresel güçlerin niçin bölgede olmak istediklerini açıklamaya yetiyor.

Çin’in uzunca bir süredir bölgenin en önemli ticaret partneri olması, ve bunun sayısal karşılığının 2023 yılında Çin-ASEAN toplam ticaretinin 911,7 milyar doları bulması, buna karşılık Japonya’nın dördüncü sırada yer alması, bugün başbakan Ishiba’nın Endonezya gibi önemli bir ülkeye ziyaretinin nedenlerinden birini teşkil ediyor.

ASEAN’ın küresel suyollarının en önemlilerine sahip olması ve dünya ham petrol dolaşımının yüzde 37’sinin bölge suyolları üzerinden gerçekleştirilmesi, enerji ve güvenlik meselelerinin aynı ölçüde önemle ele alınmasını gerektiriyor.

Geniş işbirliği alanları

ASEAN’ın ve de bu bölgesel birliğin, hiç kuşku yok ki, en önemli üyesi ve bazı açılardan gizli lideri konumundaki Endonezya’nın yaygın eğitim, yüksek öğretim, mesleki eğitim, sağlık, küçük ve orta ölçekli işletmeler merkezli ekonomik kalkınma, denizcilik vb. alanlarda çokça ihtiyaç duyduğu bilgi, kurumsallaşma, teknoloji, boyutlarına en önemli katkının Japonya’dan geleceğinin herkes farkında.

Tam da, bu boyutların, güncel politika ve uygulamaları noktasında, öne çıkan veya çıkartılan hususlarından olan ve Prabowo’nun başlattığı milyonlarca öğrenciyi ve ihtiyaç sahibi kesimleri kapsayan “ücretsiz öğle yemeği” projesine Japon başbakanı’ndan destek talebi gayet ilginçti.

Japonya’da bu alanda yapılan ve başarılı olduğu görülen “ücretsiz öğle yemeği” (kyushoku) uygulamasından Endonezya’nın alabileceği dersler bulunuyor.

Kyushoku uygulamasının 1889’lara kadar giden, görece uzun bir tarihi olması herhalde Japonların bu uygulamada haklı bir üne ve öneme sahip olduklarını gösteriyor olsa gerek…

Endonezya yönetiminin gelişmiş ülke Japonya’dan ikinci talebi ise, doğal kaynakların varlığı ve kullanımında yaşanan gerilemeyle mücadeleydi.

Görüşme sürecinde, Ishiba, geçtiğimiz Aralak ayında yapılan ikili anlaşmaya binaen, Japon Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın desteğiyle bir sahil güvenlik gemisi bağışında bulundu.

Bu desteğin, yukarıda dikkat çekilen ‘güvenlik’ ilişkileri çerçevesinde olduğu açık.

Bununla birlikte, Adalar ülkesi Endonezya’nın ‘bir tek’ sahil güvenlik gemisi bağışının sembolik olduğuna da kuşku yok.

Denizcilik işbirliği noktasında, Japonya’nın Endonezya deniz kuvvetlerinin kapasite geliştirme konusunda yapacağı teknik ve eğitim yardımı stratejik bir öneme sahip olacaktır.

İki ülke heyetleri arası görüşmelerin içeriğinde olup olmadığı bir yana, Endonezya’nın hem, sivil hem de, askeri anlamda denizlerini çok daha işlevsel kılacak köklü bir Denizcilik politikasına ihtiyacı olduğunun herkes farkında.

Ancak, bunun nasıl gerçekleştirileceği konusu ise muamma…

Denizcilik konusunda Jokowi döneminde başlatılan politikanın kapsamlı ve uzun dönemli olarak ele alınıp gerçekleştirilmesi Endonezya açısından bir zorunluluk.

Endonezya’nın bu süreci yönetebilme konusunda ise, tıpkı kendisi gibi Adalar ülkesi olan Japonya ile işbirliğinin sağlıklı olacağına ise kuşku yok.

Japonya’nın çeşitli alanlarda Endonezya’ya modellik taşıdığını söylemek mümkün.

Bunun görünür yanlarından birini, bu ülkeye gönderilen ve özellikle mühendislik alanlarında üniversitelerde öğrenim gören gençler oluşturuyor.

Endonezya’da Prabowo ve Japonya’da Ishiba’nın yeni başlayan iktidar süreçlerinin iki ülke ilişkilerinin yeniden artarak geliştirilebilmesini sağlaması bekleniyor.

Bu alanda Japonya’nın desteği kadar, Endonezya’nın da bu süreci yönetebilecek mekanizmaları sağlıklı bir şekilde ortaya koyması gerekiyor.

https://guneydoguasyacalismalari.com/japonyadan-guneydogu-asya-acilimi-ishiba-endonezyada-japans-southeast-asia-expansion-ishiba-in-indonesia/

10 Ocak 2025 Cuma

ABD ve Çin arasında yeni bir siyasal süreç (mi?) / A new political process between the U.S. and China?

Mehmet Özay                                                                                                                            10.01.2025

Pekin’den, Washington’a kim gidecek?” sorusuna cevap yavaş yavaş belirginlik kazanmaya başladı.

Amerika Birleşik Devletleri, Donald Trump’ın ikinci devlet başkanlığı sürecine hazırlanırken, daha resmi başkanlık süreci başlamadan Trump, küresel rakip Çin ile diplomatik diyalog sürecine çoktan başladı.

Trump’ın Aralık ayında yaptığı bir açıklamada, Çin devlet başkanı Şi Cinping’i 20 Ocak’ta yapılacak başkanlık törenine davet etmesinin yankısı bugüne kadar devam ederken, Pekin’den nihayet bugün gelen açıklama en azından diplomasinin yeni bir evreye doğru yöneldiğini gösteriyor.

Şi Cinping’in, rakibi Trump’ın sürpriz davetine katılıp katılmayacğını bir önceki yazıda kısaca tartışmış ve katılım ile katılmamanın doğuracağı bazı gelişmelere dikkat çekmiştim.

Cinping yerine kim katılıyor?

Pekin’den bugün gelen haber, Şi Cinping’in törene katılmama yönünde aldığı kararın, Çin devlet aklının temkinli tutumu olarak değerlendirmek gerekir.

Bununla birlikte, Şi Cinping’in yerine göndermeyi plânladığı isim ise hâlâ kamuoyuyla paylaşılmış değil.

Pekin’i yakından takip eden kaynaklar, iki ismi öne çıkarırken, Trump’ın siyasi ekibinin kendi belirledikleri bir ismi uygun gördükleri yönündeki açıklama da bugün basında yer aldı.

Pekin’in gündeminde olduğu belirtilen ilk isim, başkan yardımcısı Han Zheng.

İkinci olası isim ise, Dışişleri bakanı Wang Yi.

Bununla birlikte, Trump’ın siyasi ekibinin gelmesini beklediği isim Polütbüro üyesi Cai Qi’nin olması, bu ziyaretin seremonik görünümünden öte anlam taşıdığını ortaya koyuyor.

Cai Qi’nin, Şi Cinping’in “sağ kolu” olduğu yolundaki açıklama bize, ABD’de yeni yönetimin bu ziyarete sembolik anlamın dışında ve ötesinde bir önem verdiğini gösteriyor.

Sürpriz görüşmeler

Öyle ki, Trump’ın daha daveti yapma niyetinden başlayarak, bugüne kadar geçen süre ve bugün ortaya çıkan isimler, ABD ve Çin arasındaki siyasi görüşmelerin Trump’ın başkanlık koltuğuna oturacağı, daha ilk günden başlayacağı anlamını çoktan kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Şi Çinping’in Washington’a gitmeyi reddetmesini, önceki yazıda Trump’ın olası agresif politik çıkışlarına maruz kalmayı istememesine bağlamıştım.

Bugün, öne çıkan ve Pekin ve Wastington tarafından farklı değerlendirildiğine kuşku olmayan isimler bize, yine ortada önemli bir görüş alış verişinin olacağını göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Tam da bu noktada, Trump’ın daha seçim kampanyası sürecinde gündeme getirdiği üzere, ikinci başkanlık sürecinde Çin’le önemli bir hesaplaşmaya gireceği yönündeki açık söylemini, kanımca daha ilk günden ortaya koyma konusunda hevesli ve istekli olduğunu yaşanan bu gelişmeyle ortaya koyuyor.

Ancak, görünen o ki, “şahin politikalara” dışında alternatifleri de olan bir Trump yönetimiyle karşı karşıyayız...

Trump ne istiyor?

Bu soru önemli...

Nihayetinde, Trump, ABD kamuoyunu Çin mallarına yönelik yüksek gümrük tarifleri uygulayacağı yönünde hazırlamıştı.

Yukarıda dikkat çekilen davet bağlamında, son bir aydır gündeme gelen söylem üzerinde durulacak olursa, Trump yönetiminin, Çin’le barışçıl ilişkiler geliştirme konusunda adım atmaya istekli olduğu gibi bir yaklaşım ortaya çıkıyor.

Bu durum, “Acaba Trump Çin mallarına yönelik tarif konusunda tavizkâr mı davranacak?” sorusunu gündeme getirmemize yol açıyor.

Bu soruyu sormamıza yol açan somut bir gelişme, Trump’ın hafta başında yaptığı bir açıklamaya dayanıyor...

Trump, Çin devlet başkanı Şi Cinping’le temsilciler aracılığıyla görüştüğünü belirtirken, “iyimser” ve “umutlu” bir ton kullanması dikkat çekicidir.

Bunun yanı sıra, söz konusu bu görüşme trafiğini teyit eden Pekin’den yapılan açıklama aynı ölçüde önem taşıyor.

Bugüne kadarki haliyle anlaşılacak olursa, süreci Trump’ın ve siyasi ekibinin yönettiğini söyleyebiliriz.

Biraz gerilere doğru gittiğimiz, Trump’ın Aralık ayı ortalarında benzer bir tonla muhatabı Çin hakkında bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.

Trump, o günlerdeki açıklamalarında “... ABD olarak, ekonomik anlamda çok darbe yedik... Artık buna izin vermeyeceğiz...” anlamına gelen cümlesi, bugün ABD-Çin görüşmelerinde ABD tarafının görüşmelerde belirleyici bir konumda olduğuna işaret ediyor. 

Trump’ bugün daha da netlik kazandığı anlaşılan iyimserliğine rağmen, Çin tarafının görüşmelerin içeriğine dair veya Çin tarafının, kendi tutumlarına dair bir açıklamada bulunmamış olmasını, ABD’de resmi başkanlık sürecini beklenmekte oldukları şeklinde yorumlamak mümkün.

Tarif politikası rafa mı kalkacak?

Yukarıda dikkat çektiğim, “Çin mallarına uygulanacak tarifler” konusuna dönecek olursam...

Trump, yeni başkanlık sürecinin ilk gününde söz konusu yüksek tarifleri uygulamaktan vazgeçen bir başka politikaya dönecek olursa, herkes açısından bunun, ‘şok’ bir gelişme olacağına kuşku yok....

Bunun yanı sıra, adı henüz ortalıkta gözükmeyen ancak, bir tür ekonomik çıkarlar içeren politikanın, muhtemelen Çin tarafından gerçekleştirilmesi beklenen ve niteliksel olarak gayet önemli bir karşılığının olması gerekir.

Acaba, Çin’den beklenen ne olabilir?

Unutmayalım, Trump tarif uygulama konusunda sınırını sadece Çin’le çizmiş değil.

Çin’in yanı sıra, sırada pek çok ülkenin olması, Trump’ı küresel bir karşılaşmaya doğru süreklediği hususunda, konuya vakıf olanların hem fikir olduğunu söylemek mümkün.

Böylesi yenilikçi bir politikaya kapı aralayacak olan Trump yönetiminin, Çin’le yan yana duran ülkeler birliğini bölmeyi hedefleyip hedeflemediği konusu şimdilik ütopik kaçabilir.

Ancak, Trump yönetiminin ülke çıkarları için içerisinde -nihai anlamda- askeri çözümlerin de olduğu her ihtimali göze alabileceği dikkate alınacak olursa, ‘barışçıl’ bir politika önceliğini de bu çerçevede gündeme almak mümkün gözüküyor.

Son bir aydaki gelişmeler, ABD-Çin ilişkilerinin yeni bir evreye doğru ilerlediği konusunu ortaya koyuyor.

Bununla birlikte, iki tarafın siyasal tutumlarının, 20 Ocak gününden itibaren daha belirginleşeceğini ve dünya kamuoyuyla paylaşılacağını söyleyebiliriz.

https://guneydoguasyacalismalari.com/abd-ve-cin-arasinda-yeni-bir-siyasal-surec-mi-a-new-political-process-between-the-u-s-and-china/