25 Aralık 2018 Salı

Bangladeş seçime gidiyor / Elections in Bangladesh


Mehmet Özay                                                                                                                        25.12.2018

foto:thedailystar.net
Bangladeş, hafta sonu yapılacak 11. genel seçimlere hazırlanıyor. Demokratik usullerin bir gereği olarak 300 sandalyeli yeni meclisi oluşturmak için 30 Aralık Pazar günü yapılacak seçimlere yüz milyonu aşkın seçmenin oy kullanma hakkı bulunuyor.

Pazar günü yapılacak seçimlere dört temel partinin yarışması bekleniyor. Bunlar, iktidardaki Halk Partisi, Jattiyo Partisi, Ulusal Parti (BNP) ve İttifak Partisi. Siyasi yapılaşmaları ve ittifak ilişkileri bağlamında bakıldığında iki temel siyasi bloktan bahsetmek mümkün.

Üçüncü dönem iktidara taşınmayı hedefleyen Halk Partisi ve bu partiyi destekleyen Jattiyo Partisi ilk siyasi bloğu temsil ederken, Ulusal Parti geleneksel muhalefet kanadı oluşturmasıyla dikkat çekiyor.
Bu yapılaşma, ülkenin son otuz yılına damgasını vuran iki önemli siyasi figürü Şeyh Hasina ve Begüm Halide Ziya’nın mücadelesi olarak da okunabilir.

Başbakan Şeyh Hasina’nın başında bulunduğu Halk Partisi (Awami League) hükümetinin, özellikle son beş yıldır uygulamakta olduğu politikalar ülkeyi içe kapanan bir yapıya büründürmeye devam ediyor.

Muhalefet meydan okuyabilecek mi?
Hakkında açılan bazı yolsuzluk davalar sonrasında beş yıl ceza alan ve geçen Şubat ayından itibaren cezaevinde bulunan Ulusal Parti başkanı Begüm Halide Ziya, seçim öncesinde serbest bırakıldı.

Bu rağmen, Begüm Halide Ziya’nın yaşadığı sağlık problemleri nedeniyle partisinin seçim kampanyasında etkin rol alamamasının, partinin performansını olumsuz yönde etkilediğine kuşku yok. Öte yandan, bazı küçük siyasi partilerle koalisyon yaparak Ulusal Cephe İttifak’ı oluşturulsa da, bu yapının iktidarın etkin yapılaşması karşısında nasıl bir varlık göstereceği ise kuşkulu.

Aşağıda değinilecek gelişmelere rağmen, Cemaat-i İslami’nin gizli/açık BNP cephesinde yer alması bekleniyor. Yeni bir oluşum olan İttifak Partisi’nin ise toplumsal desteğinden söz edilememesi nedeniyle varlık göstermesi zor gözüküyor.

Ancak İttifak Partisi kurucuları arasında bağımsızlık sonrası ulusal anayasanın kaleme alınmasında rolü olan 81 yaşındaki Dr. Kemal Hüseyin’in varlığı, ülkede memnuniyetsizler kesimi arasında önemli bir aydın kitlenin de olduğuna işaret ediyor.

Bu partinin amacının, seçimlerde siyasi bir başarı kazanmaktan öte, ülkenin içinde bulunduğu siyasi baskılar ve belirsizlik karşısında yükselen bir ses olmaktan ibaret olduğu anlaşılıyor.

Seçim umut vaat etmiyor
Ülkede son on yıla varan yönetimiyle Halk Partisi döneminde ekonomik kalkınma konusunda başarıdan söz edilebilirse de, aynı başarının siyasal ve toplumsal barışın tesisi ve devamlılığı konusunda sergilendiğini söylemek zor.

Şeyh Hasina hükümetinin bir önceki dönemden devraldığı ve ülkenin en önemli dini-toplumsal hareketi olan Cemaati- İslamiye’ye yönelik baskıcı politikaları ve bu politikaların diğer toplumsal ve siyasal kesimlere kadar uzanan boyutu Pazar günü yapılacak seçimin pek de ümitvar bir sürece işaret etmediğini ortaya koyuyor.

Bunun ötesinde, ülkenin son otuz yılına damgasını vuran Halk Partisi ve Ulusal Parti arasındaki çatışmacı durum, her iki siyasi hareketi bölgedeki bazı ülkelerde görülen açılım ve reform politikalarına götürmek yerine giderek daha çok içe kapanmacı bir yönelim almasına neden oluyor.

Cemaat-i İslami üzerinden hesaplaşma
Yukarıda dikkat çekildiği üzere, son yıllarda ülkenin önemli dini-toplumsal hareketi Cemaat-i İslami’yi hedef alan baskıcı uygulamalar, sivil bir yapılaşma olan bu hareket kadar, geniş toplum kesimleri üzerinde de etkisini göstererek genel bir toplumsal güvensizliği ve içten içe çatışma ortamını körüklüyor.

Bununla birlikte, Cemaat-i İslamiye’nin önde gelen isimlerinin idam edilmesi bir bölümünün hapishanelere tıkılması, bu yapı içerisinde de en azından şimdilik içe kapanma sürecinin yaşanmakta olduğunu ortaya koyduğu anlaşılıyor.

Ülkenin toplumsal ve siyasal yapısının bir kaos ortamı oluşturmasında temel nedenin siyasi elitler arasında bağımsızlık sürecinde yaşanan gelişmeler konusundaki ayrışma rol oynuyor.

O dönem yaşananlarla ilgili yargı süreçleri sona ermesine rağmen, Şeyh Hasina önderliğindeki Halk Partisi’nin bu konuyu yeniden gündeme taşıması ve çeşitli devlet kurumlarında oluşturduğu yapılaşmaları da harekete geçirerek bir tür intikam yönelimiyle hareket etmesi, şu an için tek yanlı devam ettiği gözlemlenen bir çatışmacı yaklaşıma denk geliyor.

Cemaat-i İslamiye’nin öncü kadrolarının 1971 yılındaki bağımsızlığa giden süreçte ortaya çıkan bazı gelişmelerden sorumlu tutularak 2013 yılı Aralık ayından itibaren birer birer ölüm cezasına çarptırılmaları ülkede toplumsal barışa darbe vururken, uluslararası arenada da yalnızlaşan bir ülke konumuna düşmesine neden oluyor.

Bir anlamda ülke gündemine şok bir gelişme olarak düşen yargılamalar sürecinde 2014 yılında yapılan seçimler diğer siyasi partilerce boykot edilmesi karşısında ulusal meclis Halk Partisi temsilcilerinin çoğunlukta olduğu bir yapıya büründü.

Siyasi partilerin ve sivil kesimlerinin bir alternatif olarak gündeme getirdikleri seçimi boykot kararı, ülke siyasal yaşamında arzu edilen gelişmeyi getirmeye yetmedi. Aksine, Şeyh Hasina hükümeti meclisteki yegâne temsil hakkına sahip siyasi parti olmanın getirdiği ‘güvenle’ ülkedeki idari ve güvenlik mekanizmaları üzerinde belirleyici kararları ile geniş toplum kesimleri üzerinde tedrici olarak genişleyen bir baskı ortamının doğmasına neden oldu.

Arakanlıların göçü ve ulusal siyaset
Bu süreçte, uluslararası arenada Bangladeş adı, 25 Ağustos 2017 tarihinden itibaren Myanmar’ın batısında Arakan Eyaleti’nde Müslüman azınlığa yönelik başlayan şiddet olaylarının neden olduğu göçlerle gündeme gelmesi, aslında kendi iç toplumsal çelişkileri ve ekonomik sorunlarıyla boğuşan Bangladeş yönetimi için yeni açmazlar anlamı taşıyordu.

Şeyh Hasina hükümeti, yaşanan bu göç sürecinde Arakanlı Müslümanları ‘kabul etme kararı’ uluslararası çevrelerde sempati ile karşılansa da, iktidarın ülke içinde uygulamakta olduğu politikaları kamufle eden bir algıya yol açmaması gerekir.

Pazar günü yapılacak seçimin iktidardaki Halk Partisi veya küçük bir ihtimal dahilinde de olsa muhalefet tarafından kazanılmasının ülkede toplumsal barışa kapı aralayacak mı sorusunu gündeme getirecektir.  


22 Aralık 2018 Cumartesi

Discourse of Fear in Indonesia: Upcoming Presidential Elections


Mehmet Özay                                                                                                                        22.12.2018

Indonesia, the most populous Muslim nation, which is also weighed as the third largest democracy in the world, is preparing for upcoming presidential and parliamentary elections to be held in April 2019. Though there are numerous nationalist and Islamic parties, two presidential candidates are backed by two political camps based on mutual understandings and interests.

The first candidate is the incumbent president Joko Widodo, mostly referred to as Jokowi, and the second candidate is Prabowo Subianto, a former lieutenant-general, the chairman of Great Indonesian Party (Gerindra).

Having been recognized as a down-to-earth figure who has accomplished improvement, Jokowi increasingly gathered overwhelming support since his early days as Mayor of Solo, East Java, following his occupation as the governor of Jakarta, and was later linked into becoming president under the Indonesian Democratic Party of Struggle (PDI-P).

Due to his relentlessly projection for equal progress and the welfare of hundreds of diverse ethnicities carried on through his style of simplicity and sincerity, Jokowi was trusted once more with another chance to lead the nation.

Meanwhile, Prabowo Subianto, a former genderal and son-in-law of former ‘dictator’ Suharto, who lost the previous election, admitted to displaying a more ambitious strategy by using religious and ethnicities programs formed into the politics of fear of the psychologically victimized groups such as Muslim orthodox groups, Islamist and nationalist parties.

Though one may assume that the upcoming presidential election is merely a democratic routine which occurs every five years, others deem it as an apocalyptic manner as to whether the unity of nation will exist or wane.

Hence, the ones familiar with the nation’s political environment are not getting surprised as the political discourse is being structured around existentiality of the state. This discourse became more apparent in the latest speech of Prabowo for the campaign meeting in Bogor, West Java.

Prabowo asserted that if he does not defeat incumbent president Jokowi in upcoming April 2019 elections, the nation will face a serious peril to the extent to be extinct. One may regard this assertion as Prabowo acting ambitious in order to win the elections and that he is playing the last card. The politics of fear that he brough about is signing the level of frustation he reflected.

However, Probowo’s discourse should be ernastly taken into consideration with the developments in national politics in recent years, in particular, such as one of the largest demonstrations that occurred in Jakarta, in November.
The eye-opening demonstration for people who are alien to Indonesian politics was conducted as an anniversary of momentum demonstration aimed to pull down the blasphemes governor, Basuki Tjahaja Purmana (Ahok), an ethnic Chinese Christian, in 2016.

Unlike previous demonstrations that lacked a somewhat clear objective, on this time occasion the masses dubbed the rally as Reuni 212, which was soon twisted as ‘change the president’ (GantiPresiden, 2019) campaign - another political slogan fired by Prabowo supporters where he was found galloping it within his political advantages. 

Prabowo does not seem to be happier with the current political situation in the country. However, quite interestingly, he is pointing his finger not only to his rival candidate but also to the politicial elites, who displayed dismissive roles in post-Suharto era, since May 1998.

His dissapointment towards the political elites has been observed throughout the decades. It is argued that Prawobo is referring to a small number of elites who have controlled the major sources of the country.

If this is so, then it should be rightfully asked whether the aim of his accusation of Jokowi or not. It is obviously asserted that the president Jokowi is not counted among this type of political elite.

Since the fall of Suharto regime, the reform era has not given fruits in terms of sustainable institutional changes. Rather, the status quo has been maintained through the successful efforts of the elites. Even political parties such as, Democrat Party (DP) and the Prosperous Justice Party (Partai Keadilan Sejahtera-PKS) gradually eroded the hopes of the masses in all corners of the country due to their own irrelevant policies and decisions.

While Prabowo directly accuses and puts all political elites into the same bucket of mistakes, he does not clarify how he would rebuild the failed institutions under the hands of the elected leaders. This is because, as he asserts, the latter have dismissed the mandate given by the electorate and led the country into wrong direction. 

Beyond this, there is a quite contradictory perspective in Prabowo’s assertions which include the peonage role supposed to be played by influential Islamic figures. Hence, it is quite questionable whether this discourse is still effective or not, since the incumbent president Jokowi embraced Ma’ruf Amin as a running mate - an infamously charismatic and moderate figure.

Ma’ruf Amin is trust as the general chairman of the Association of Religious Scholars of Indonesia (Majelis Ulama Indonesia-MUI) and the head of the board of advisers of Nahdlatul Ulama (NU) to get into the race of the coming election together.

A fact that seems to be forgotten by the majority of the people is that Prabowo played a crucial role with Megawati Sukarnoputri, head of PDI-P, to have picked up Jokowi as the candidate to rule the capital city in 2012.

And while Jokowi then chose Ahok as his deputy, Prabowo did not show any hesitation to support them. Hence, Prabowo surprisingly switched and became an ally with some groups known to be against the non-Muslim governor in Jakarta.

While all these events are occurring in the opposition bloc led by Prawobo, president Jokowi and his coalitian allies do not prefer to fight back, at least until now as observed. Jokowi seems to prefer democratic and diplomatic approaches without undermining the foundation of the current civil order.


18 Aralık 2018 Salı

UMNO’da çalkantı devam ediyor: Başkan Ahmed Zahidi Hamid istifa etti / Political turmoil in UMNO: President Ahmad Zahidi Hamid resigned


Mehmet Özay                                                                                                                         18.12.2018
foto:Malaymail.com
Malezya’nın köklü partisi Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) genel başkanı Ahmed Zahidi Hamid istifa etti. Bu istifa, 9 Mayıs’ta yapılan 14. genel seçimlerinin ardından UMNO’da üst üste yaşanan çalkantıların bir yenisi anlamı taşıyor.

1957 yılından 2018 yılı Mayıs ayına kadar ülkeyi aralıksız 61 yıl boyunca yönetmiş olan Ulusal Cephe (Barisan Nasional) koalisyonunun omurgası UMNO’da başkan Ahmed Zahidi istifasına gerekçe olarak, parti tabanından gelen tepkiler ile federal meclisteki milletvekillerinin partiden ayrılmaları gösteriliyor.

Son 8 ayda ikinci istifa
Ahmed Zahidi Hamid, bugün verdiği istifa kararının ardından, yerine yardımcısı ve Negeri Sembilan eyaleti eski başbakanı Muhammed Hasan’a devrettiğini açıkladı.

Bu istifa, 9 Mayıs seçimlerinde muhalefet bloğu Umut Cephesi’nin (Pakatan Harapan) iktidarı ele geçirmesinden bu yana partide ikinci başkanın değişmesi anlamı taşıyor. yaşaman seçim hezimetinin hemen ertesinde başbakanlık koltuğunda oturan ve aynı zamanda UMNO genel başkanlığı görevini yürüten Necib bin Rezzak parti başkanlığından istifa etmişti.

UMNO’da yeniden yapılanma (!)
Necib bin Rezzak’ın istifasına rağmen, 2009 yılında bizzat kendisinin kurduğu ve başında bulunduğu, 1 Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) uluslararası boyuta ulaşan yolsuzluklar nedeniyle hakkında açılan yolsuzluk davaları hiç kuşku yok ki, UMNO’nun on yıllar boyunca sahip olduğu meşruiyetine gölge düşürmesi ile de dikkat çekiyordu.

Bu istifanın ardından partiyi yeni dönemde kimin omuzlayacağı tartışmaları sürerken yapılan parti içi seçimlerde genç kadroların yerine statükocu çevreleri temsil eden UMNO eski genel başkan yardımcısı ve içişleri bakanı Ahmed Zahidi Hamid parti başkanlığına seçilmişti.

Aradan geçen süreçte partinin nasıl bir siyasi rol oynayacağı ve nasıl bir yapılanma sergileyeceği konusundaki belirsizlik partililer ve milletvekilleri arasında huzursuzluğa yol açmıştı.

Parti değiştirme ve siyaset ahlakı
Federal meclisteki bazı UMNO milletvekillerinin partiden ayrılarak iktidar partilerine geçmesi parti içinde huzursuzlukların geldiği noktayı göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Partiden kopuşların devam etmesi karşısında Ahmet Zahidi istifa etmek suretiyle bu sürece bir son vermeyi amaçladığını açıkladı.

Malezya siyasetinde milletvekillerinin parti değiştirmesi yeni bir olgu değil. Bu geleneği özellikle seçim arefesinde veya özellikle hemen seçimden sonra uygulama taktiğinin son örneğine 9 Mayıs’ta tanık olunmuştu.

Bugün başbakanlık koltuğunda oturan Dr. Mahathir 22 Kasım’da yaptığı açıklamada UMNO ve Malezya İslam Partisi’nin (PAS), Umut Koalisyonu’nun seçimi kazandığının kesinleşmek üzere olduğu saatlerde, iktidarı kaybetmeme adına bazı milletvekillerini kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını açıklamıştı.

Benzer bir açıklama daha önce Enver İbrahim tarafından da yapılmıştı. Enver İbrahim, kendisinin hapishanede bulunmasına rağmen seçim akşamı başbakan Necib bin Rezzak ve yardımcısı Ahmed Zahidi Hamid’in kendisini aradığını söylemişti.

UMNO yolsuzluklar üzerine gidemedi
UMNO’nun kan kaybetmesinde sadece iktidarı yitirmesi değil, yaşanan yolsuzluklar nedeniyle geniş kamuoyu nezdinde yaşadığı ve halen yaşamakta olduğu itibar kaybının önemi küçümsenemez. Bunun en önemli göstergelerinden biri, yukarıda da dikkat çektiğim üzere sabık Başbakan’ın maruz kaldığı yolsuzluk yargılamalarıdır.

Sadece başbakanın değil, 1MDB sürecine karışmış partililer ve bürokratların da birbiri ardı sıra mahkeme koridorlarında görülmelerinin kamuoyunda oluşturduğu tepki, UMNO milletvekillerinin bu açmazdan bir çıkar yol aramalarına neden oluyor.

Parti içerisinde yenilikçi ve statükocu ayrışmasında yenilikçilere yer tanınmamasının, partinin yeniden yapılanma sürecine vurulan en önemli darbe olduğuna kuşku yok.

Sabık başbakanın yolsuzlukla suçlanması karşısında, bu süreçte partinin de şu veya bu şekilde yer aldığı yönündeki açıklamaları karşısında partiden “bizden kop” mesajları, en azından şu ana kadar karşılık bulmadı.

Ayrıca, bu kritik dönemde parti yönetimini üstlenen Ahmed Zahidi Hamid’in partiye yeni bir rol biçme düşünce, hedef ve becerisinden yoksun olması seçilmiş bazı milletvekilleri arasında tepkiye neden oldu ve örneğin 14 Aralık’ta altı milletvekili partiden bu gerekçeyle istifa ettiklerini açıkladılar.

Bu altı milletvekili adına yapılan açıklamada Ahmed Zahidi Hamid’in istifa etmemesi halinde on milletvekilinin daha partiden kopacağı uyarısı yapılmıştı. Bu uyarılar, daha birkaç gün öncesinde kimse beni partiden istifaya zorlayamaz diyen Ahmed Zahidi’nin istifasını getirdi.

UMNO’nun yeni siyasete ihtiyacı var
61 yıllık iktidarını kaybetmiş olan UMNO’nun öyle kısa sürede kendini toparlaması beklenmiyor. Bunun birkaç nedeni var. İlki, parti böylesi bir süreci tarihinde ilk defa tecrübe ediyor ve bu sürecin üstesinden gelebileceği beyin ve kurumsal yapılaşmadan yoksun.
Öyle ki, partinin beyni konumundaki ak saçlıların -ki bunlar arasında en başta, Dr. Mahathir Muhammed bulunuyor(du)- bir bölümünün zaten partiden ayrıldılar. Gerek seçim öncesinde, gerekse sonrasında Dr. Mahathir’i takip eden diğer bazılarından sonra partide birliği sağlayabilecek bir otorite boşluğu ayan beyan ortada.

İkincisi ise, düne kadar parti lider kadrosuna itaati öncellemiş UMNO’da üst kadro ve ak saçlıların dağılmasının ardından parti kadrolarının kime nasıl itaat edeceği sorunsalı nüksetmiş bulunuyor.

Üstüne üstlük on yıllarca böylesi bir hiyerarşik parti yapılaşması tecrübesine sahip UMNO’da alt tabakalar ve gençler arasında siyasi birikimi ve cesareti ile öne çıkabilecek bir grubun varlığı da -en azından şimdilik- ortada gözükmüyor.

UMNO bugün ne yapmalı sorusu cevap bekliyor. UMNO üst yönetimi, önce nerede hata yaptıklarını anlamalılar. Bu bağlamda, en geç dönem olarak 2013 yılından başlanması uygun olacaktır.

Öyle ki, Ulusal Cephe’nin federal mecliste üçte ikilik çoğunluğu kaybettiği ve hatta bazı matematiksel oynamalarla muhalefetin seçim zaferini kaçırdığı 2013 seçimlerinin hemen sonrasında partinin yanlış yönetilmekte olduğunu gizli-açık gündeme getiren Dr. Mahathir sözünü ne dönemin başbakanı Necib bin Rezzak ne de parti üst kurullarına dinletebilmişti.

Aynı Dr. Mahathir bugün başbakan koltuğunda oturuyor. 93 yaşındaki kurt politikacı Dr. Mahathir sadece Malezya siyasetine değil, dünya siyasetine örnek olarak geçecek liderlik profilini çizmeye devam ediyor.

Bugün sadece 1MDB yolsuzluğuyla değil, diğer bazı suçlamalarla da soruşturmalara maruz kalan sabık Başbakan Necib bin Rezzak, 2009 yılında başbakanlık koltuğuna oturduğunda verdiği reform sözlerini unutup, partinin statüko yanlısı politikalarına devam konusunda ikna edilmesi hem kendisi hem de partisi için yıkımı getirdi.

9 Mayıs seçimleriyle yaşanan süreç, bir Doğu Avrupa ülkesinde olsaydı, devrim niteliğinde bir değişim olarak anılmayı hak ederdi.  Ancak bu değişim, Malezya gibi ‘mülayim’ bir toplumda görece sakin bir formda devam eden bir siyasi geçiş sürecine konu oluyor.

UMNO yönetimi, 8 Aralık’taki gibi milliyetçi politikalar üzerine oynayarak meydanlara inmek yerine, partinin içini düzenlemeye bakmalıdır. 9 Mayıs seçim mağlubiyeti 1946 yılında kurulan partinin sonu anlamına gelmiyor.

Ancak partini Malezya siyasetinde yeniden sağlıklı bir yer edinebilmesi için önemli bir çaba ve gayrete ihtiyaç var. Bu da, değişim talep eden Malezya toplumunu ve siyasetini yeniden anlama çabası ve buna göre partide ‘reform’ çabalarına bir an önce başlanmasını gerekli kılıyor.


13 Aralık 2018 Perşembe

Yeni Malezya’da değişim sancısı / The pain of change in ‘New Malaysia’

Mehmet Özay                                                                                                               12.12.2018

Malezya’da geçen hafta sonu gerçekleştirilen gösteri, 9 Mayıs’taki genel seçimlerden bu yana pek fazla zaman geçmemesi nedeniyle acaba ülkede ne oluyor sorusunu gündeme getiriyor.
Gösterinin amacı, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 4 Ocak 1969 yılında yürürlüğe giren ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılması sözleşmesinin (Elimination of All forms of Racial Discrimination) hükümet tarafından onaylanmaması talebiydi.
Yeni hükümet ve değişim politikaları
61 yıllık Ulusal Cephe iktidarını sona erdiren Umut Koalisyonu’nun siyasi başarısı sıradan bir hükümet değişikliği olmanın ötesinde anlamlar taşıyor. Öyle ki, yeni hükümetin siyasi vizyonu, ülkenin ‘Yeni Malezya’ kavramı ile tanışmasına neden oldu. Bu kavramın neye tekabül ettiği, hangi değişimler ile anılacağı veya hangi siyasi ve toplumsal zemin üzerinde geliştirileceği konusunda görüş ve düşünceler paylaşılmaya devam ediyor.
Bu bağlamda, geniş toplum kesimleri arasında birliği sağlama çabası, uzun süredir gündemde olan 1 Malezya Kalkınma Fonu (1MDB) ve diğer yolsuzlukların üzerine gidilmesi, aralarında üst düzey siyasilerin de bulunduğu şahıslar hakkında davaların açılması, şeffaf devlet yapılaşmasına kapı aralayacak uygulamalara adım atılması, adına dev projeler denilen ancak ülkeyi bazı dış güçlerin kontrolüne devretme şeklinde zuhur eden yatırımlara kısıtlama getirilmesi gibi politikalar olumlu karşılık bulurken, tam da bu noktada gündeme gelen gösterinin nedenleri üzerinde durmak gerekiyor.

BM sözleşmesi ve toplumsal barış
Başbakan Dr. Mahathir Muhammed’in Eylül ayında BM genel kurul açılışında yaptığı konuşmada, söz konusu sözleşmenin imzalanacağına duyurmuştu. Ancak Başbakan’ın ülkeye dönmesinin ardından, Malezya kamuoyunda çeşitli çevrelerin gösterdiği tepki ve hassasiyet nedeniyle bu sözleşmenin imzalanmasından vazgeçildiği açıklandı.
Hükümetin bu geri adımına rağmen, 61 yıl boyunca iktidar bulunmuş olan ve bugünse muhalefet konumunda bulunan koalisyon bloğunun en büyük ortağı ve bu anlamda omurgasını teşkil eden Birleşik Malay Ulusal Organizasyonu (UMNO) partisi ile Malezya İslam Partisi’nin (PAS) öncülüğünde gerçekleştirilen gösteri, hükümete bir gözdağı verme amacı taşıyordu.
Temelleri anayasanın 153. Maddesi’nde karşılık bulan ‘Malay’ haklarının kaybedilmesi endişesinin neden olduğu bir tepki söz konusudur. ‘Yeni Malezya’ oluşturma iddiasındaki hükümetin BM’nin ilgili sözleşmesini imzalaması, Malay etnik yapısının garanti altına alınan haklarının kaybedileceği endişesine neden oluyor.
Ancak bu noktada, Malayların tamamının Müslüman olduğu düşüncesi ve kabulü belirleyici bir konuma taşınıyor. Öyle ki, haklar konusu Malay etnik yapısının, pozitif ayrımcılıktan neşet eden verili ekonomik çıkarlarını kaybetmesinin ötesinde, aynı zamanda mensubu oldukları İslam’a yönelik bir tehlike olarak da yorumlanıyor.   

Sömürge dönemi yasaları ve toplumsal ayrıştırma
BM’nin bu ilgili sözleşmesi, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkelerde sömürge döneminden kalan uygulamaları sona erdirmeyi amaçlayan ve etnik farklılaşmaların neden olabileceği çatışma ortamlarıyla mücadele için gündeme getirilmişti.
Malezya’nın, geçmişte İngiliz sömürge yönetimi marifetiyle çok etnikli bir toplumsal yapıya dönüştürülmesinin izlerini kaldırmaya yönelik bazı talepler olduğu biliniyor. Özellikle, Çin ve Hint kökenli Malezyalılar ve kısmen de olsa Müslüman-Malay toplum tarafından gündeme getirilen konu, 9 Mayıs seçimleri öncesinde de Umut Koalisyonu’nun seçim kampanyasında yer alıyordu.
1981-2003 yılları arasındaki ilk başbakanlığı döneminde Dr. Mahathir bu yöndeki talepleri göz ardı etmesine rağmen, 9 Mayıs seçimlerinin ardından başbakanlık koltuğuna oturmasıyla, verilen seçim vaadinin de yerine getirilmesi bekleniyordu. Zaten Başbakan’ın BM’deki konuşmasında da bu yöndeki görüşünü ortaya koyması bu niyetin bir ifadesiydi.
Ancak ortada kayda değer bir çelişkinin olduğunu söylemek gerekiyor. Malezya’nın üç ana etnik yapısı olan, yani Müslüman-Malay, Çinli ve Hintli toplumun liderlerinin 1957 yılında gelen bağımsızlık öncesinde İngiliz sömürge yönetiminin nezaretinde yapılan görüşmelerde siyasi yönetim, ekonomi gibi alanların etnik temelli ayrışmasının kapısı aralandı.

Sosyo-ekonomik geri kalmışlık ve ‘pozitif ayrımcılık’
Müslüman-Malay toplumuna ülke yönetiminde tek söz sahibi olma rolü biçilmesine rağmen, aradan geçen zaman zarfında sosyo-ekonomik kalkınmadan arzu edilen şekilde yararlanamamaları, 1969 yılındaki seçimlerin hemen akabinde patlak veren anarşi sürecinin yaşanmasına sebebiyet verdi.
Ülke, yaklaşık birbuçuk yıl süreyle Ulusal güvenlik komisyonu tarafından yönetilirken, bir daha böylesi anarşi ortamına meydan verilmemesi adına Müslüman-Malaylara ‘pozitif ayrımcılık’ olarak da değerlendirilen Ulusal Ekonomi Programı (National Economic Program) olarak adlandırılabilecek ekonomi politikası 1971 yılında kabul edildi.
Müslüman-Malaylara devlet sektörlerindeki istihdamda, eğitimde, yatırımda vb. alanlarda öncelik ve ayrıcalık tanıyan uygulamanın toplumsal bütünlüğü sağlamaya yönelik bir girişim olduğu iddiası kadar, bugüne kadar sürdürülmesi nedeniyle, diğer toplum kesimlerine yönelik negatif ayrımcılık olarak da gündeme taşınıyor.
İşte hafta sonunda yapılan gösteri de, Malay milliyetçiliği ile ‘İslam’ın birarada sergilenmesine neden olan husus, bugüne kadar bu etnik ve de dini yapıya yönelik pozitif ayrımcılığın kaldırılacağı endişesinden kaynaklanıyordu.
Müslüman-Malay toplumun ekonomik kalkınmışlığının belirli bir sürede tamamlanıp ilgili pozitif ayrımcılık yasasının ortadan kaldırılması yönündeki düşünce, kimi gözlemcilerin dikkat çektiği üzere, yerini Malay üstünlüğünün ulusal bir ideoloji olarak kalıcı hale gelmesi düşüncesine bırakıyor.
1971’de alınan kararlar salt ekonomi içerikle sınırlı olmayıp, aksine toplumsal ve siyasal bir süreci yönetmeye matuf bir politika haline dönüşmesi, ülkede etnik yapılar arasında ayrışmayı sona erdirmeyen aksine bu ayrışmayı sürekli kılan bir hale dönüştü.
Öyle ki, bu durum, bir ulus-devlet olma iddiasındaki Malezya’nın, bu konuda ne denli başarılı olup olmadığı sorularını da beraberinde getiriyor. Ülkenin bağımsızlık sürecine bakıldığında ekonomik kaynaklar ve bu kaynakların toplumsal kesimler arasında dağılımı esasına dayalı toplumsal birliğin, ulus-devlet koşullarının sağlanmasına yeter olup olmadığı konusu ise her daim gündemde oldu.

Malay birliği iddiası
Söz konusu gösterideki katılımcı profiline ve söylemlere bakıldığında Malay-Müslüman toplumun birlik içerisinde olduğu düşüncesi akla gelebilir. Ancak, özellikle 1990’ların sonlarından itibaren çok etnikli siyasi partilerin kurulması ve ortaya çıkan koalisyon blokları temelde Malay-Müslümanlar arasında birlikten söz etmeyi mümkün kılmıyor.
Bunun belki de en iyi örneği, UMNO ile PAS’ın hiçbir zaman biraraya gelmemiş, hatta birbirlerine karşı kıyasıya eleştirel tavır almış olmalarıdır. Hafta sonundaki birlik gösterisine rağmen, 1990’dan bu yana PAS’ın yönetimindeki Kelantan eyaleti müftüsü gösterinin ulusal barış için sakıncasına dikkat çekerek iptali yönünde karar belirtmesi de konunun siyasi veçhesinin farklılaşmalarla birlikte devam ettiğini gösteriyor.
Umut Koalisyonunun, siyasi ve toplumsal yapıda yapmayı vaat ettiği reformlarla Yeni Malezya oluşturma düşüncesi, belki de ilk ciddi zaafiyetini bu son gelişme ile göstermiş oluyor. Her ülkenin kendine özgü toplumsal ve siyasal doğasına uygun yasaların varlığı olabileceği düşüncesine haklılık vermekle birlikte, mevcut durum Malezya’yı Güney Sudan, Kuzey Kore ve Myanmar gibi  ülkelerle aynı kategoride yer almasına neden oluyor.

https://www.dunyabulteni.net/analiz/yeni-malezyada-degisim-sancisi-mehmet-ozay-h434562.html

8 Aralık 2018 Cumartesi

G-20’de ABD-Çin ticaret ateşkesi / Trade truce between the U.S. and China at G-20


Mehmet Özay                                                                                                                        08.12.2018

foto: theconversation.com
Arjantin’de gerçekleştirilen G-20 zirvesi, adına yaraşır bir sürece konu olmaktan ziyade, iki önemli gelişmeye konu olmasıyla dikkat çekiyordu.

Bunlardan ilki, ABD-Çin ticaret savaşını engellemeye matuf olmak üzere, Trump-Şinping önderliğinde iki ülke üst düzey temsilcileri arasında gerçekleşen toplantıydı. İkincisi ise, yine bu ticaret savaşının bir uzantısı olarak, Çin’in Latin Amerika’da yeni işbirliklerinin kapısını aralama çabasıdır.

Neredeyse bütün bir yıl boyunca küresel gündemi belirleyen ABD – Çin ticaret savaşının sadece bu iki ülke ile sınırlı olmayan etkileri, zaten istikrarsızlık sürecine konu olan küresel ekonominin daha da belirsizliklerle karşı karşıya kalmasına yol açmıştı.

Bu sürecin dolaylı ve dolaysız etkilediği birlikler ve tekil ülkeler tepkilerini çeşitli şekillerde ortaya koyarken, belki de en önemli tepki Asya-Pasifik ülkelerinden geliyordu.

Geçen ay yapılan, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) ve Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC)2 zirveleri bunun en önemli göstergeleri olarak ortaya çıkıyor.

‘Önce Amerika’ projesi hala geçerliliğini koruyor
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasından bu yana dile getirmekte olduğu ABD-Çin ticari ilişkilerinde ABD aleyhine olan durumu değiştirme söylemi, hiç kuşku yok ki ‘Önce Amerika’ projesinin doğal bir uzantısı olarak dikkat çekiyor.

Trump’ın istikrarsızlıklarla yüklü politikalarına tanıklıkla geçen iki yılı aşkın sürede, Çin’i hedef alan ticaret savaşında temelde hedef bu ülke olsa da, küresel ekonominin bu gelişmeden etkilenmekte olduğu da aşikâr.

Geçen hafta Cumartesi günü ABD başkanı Donalp Trump ile Çin devlet başkanı Şi Cinping arasında gerçekleşen zirvede, mevcut ticaret savaşını dondurmaya yönelik karar sürpriz olarak değerlendirilebilir.

Toplantı sonrasında, Trump’ın kendinden emin ve zafer dolu bir edayla, “ABD ve Çin için sınırsız imkânlar sunan şaşırtıcı ve verimli bir toplantı oldu” yollu söyleminin ötesinde, toplantının detaylarına bakıldığında, iki tarafın ortak bir anlaşmasından ziyade, ABD’nin istediği yönde bir karar alındığı görülüyor.

Ticaret savaşına 90 günlük ara
İki ülkenin karşılıklı olarak belirli mallara yönelik olarak gümrük tarifelerini artırmaları ve halen uygulanmakta olan bu durumun bir sonraki aşamaya taşınmaması, aksine şimdilik kaydıyla dondurulması, küresel ekonomi için belki de yılın en önemli kararı olarak değerlendirilebilir.

Bu süreçte ABD, çeşitli Çin mallarına yönelik olarak yüzde 10 ilâ 25 oranında artış uyguladığı gümrük tarifesine karşılık, Çin yine çeşitli ABD mallarına yönelik yüzde 10’luk gümrük vergisi uygulaması devam ediyor.

ABD yönetimi Çin’den gelen 50 milyar Dolar karşılığındaki ürünlere yüzde 25, 200 milyar Dolar karşılığındaki ürünlere ise yüzde 10’luk gümrük vergisi uygulamasına karşılık Çin de 110 milyar Dolara tekabül eden Amerikan ürününe yüzde 10 düzeyinde gümrük tarifesi uyguluyor.

Görüşmeler sonrasında 1 Ocak 2019 tarihinden başlamak üzere, toplam değeri 267 milyar Doları bulan diğer başka ürünlere uygulanan yüzde 10’luk gümrük tarifesinin yüzde 25’e çıkartılması kararı dondurulmuş bulunuyor.

ABD’nin Çin’den beklentilerinin yinelendiği ve Çin’in bu beklentileri yerine getirmek için 90 günlük bir süre verildiği görülüyor. Yani, ABD’nin talep ettiğini elde etme konusunda yeni bir sürecin başladığını söyleyebiliriz.  

Küresel ekonomi yeni yıla umutla giriliyor!
İki lider arasında geçen söz konusu görüşme, yıl ortasında ABD’nin başlattığı Çin’in karşılık vermesiyle devam eden çeşitli mallara yönelik gümrük vergilerinin dışında yeni gümrük vergisi yaptırımlarına şimdilik kapının kapatılması anlamı taşıyor.

Görüşmede alınan karar, büyük bir gerginlik içinde geçen yılı taraflar arasında yeni bir güven ortamının oluşturulması ve 2019’a en azından umutlu bir başlangıç yapılması imkânı olarak değerlendirilebilir.

Halen uygulamada olan gümrük vergilerinin her iki ülkede çeşitli sektörleri vurduğunu da unutmamak gerekir. Öte yandan, tam da bu durumla çelişkili olacak şekilde çeşitli ülkeler bu gelişmeden kendilerine yeni bir ekonomik imkân olarak değerlendirme yoluna gittikleri de görülüyor.

Ticaret savaşında alternatif arayanlar
Çin’in ABD’den ithal ettiği soya ürünü yetiştiricilerini yıl içerisinde fiyatların düşmesiyle zor durumda bırakırken, Arjantin gibi dünyanın en önemli soya işleticisi ve üreticisi ülkeyi hem ABD hem Çin ile ilişkileri geliştirmesine olanak tanıyor.

ABD soya ürünlerinin uygulanan yüksek tarife nedeniyle Çin pazarına giremeyişi, ürün fiyatının yüzde 15 civarında düşmesi daha fazla kayıpları önleme adına Arjantin pazarının alternatif olarak ortaya çıkmasını sağlaması, bir anda Arjantin’in ABD’den soya ithalatı yapan ülkeler sıralamasında ilk sıraya taşıdı.

Bu yolla ABD’den doğrudan Çin’e ulaşamayan soya ürünleri Arjantin üzerinden Çin’in yolunu tutuyor. Bu süreçte, Çin-Arjantin arasında yeni ticaret anlaşmaları ile soyanın farklı ürün türleri halinde Çin’e girişine olanak tanıması bekleniyor.

Bir yıllık süre zarfında yaşanan ticaret dönüşümünün büyüklüğünü anlamak için diğer başka rakamlara bakmakta fayda var. Örneğin geçen yıl ABD’den Çin’e toplam 282 kargo gemisiyle soya ürünleri taşınırken, Arjantin’e tek bir gemi yükü dahi ulaşmıyordu.

ABD-Çin arasındaki ticaret savaşı bir yandan küresel ekonomiyi olumsuz olarak etkilerken, Arjantin örneğinde görüldüğü üzere bazı ülkeler bu gelişmeyi kendi lehlerine çevirmesiyle bazı alternatifleri de içinde barındırmasıyla dikkat çekiyor.

Bu durum, hiç kuşku yok ki, küresel aktörlerin eylemlerinin istenmedik sonuçları olarak çeşitli ülkeler arasında ikili ilişkilerin ve küresel bağamı yeniden yapılandırması anlamı taşıyor.


5 Aralık 2018 Çarşamba

Trump’s U-Turn on Relations with ASEAN


Mehmet Özay                                                                                                                        04.12.2018

Dr. Mahathir Mohamad, the prime minister of Malaysia, stated that “there is a need for the U.S. President Donald Trump to be consistent, including over policy matters on Asia.”

The relationship between the U.S. and Southeast Asian Association of Nations (ASEAN) is crucially interconnected within mutual interests. However, the Trump administration has failed to meet the expected sustainable and consultable ASEAN policies.

The U.S. government’s majorly contributive move towards supporting ASEAN perspectives is based on two distinct policies, which involve security and economic policies as observed in territorial disputes in the South China Sea and the formation of the Trans Pacific Partnership Agreement (TPPA) during the Obama era. Hence, the Trump administration has contradicted the U.S.’s existing role for being inconsistent by encouraging irrelevant narratives due to certain fundamental principles.

On the other hand, how ASEAN member states perceive the above-mentioned approach gives some insights about the current relationship. For instance, known as a robust character and strong statesman, Dr. Mahathir Mohamad, the prime minister of Malaysia, stated that “there is a need for the U.S. President Donald Trump to be consistent, including over policy matters on Asia.”

Among the member states, countries such as Singapore, the Philippines, Malaysia, and Indonesia have comparatively felt disaffected more than other by countries by the changing characteristics and uncertainties of U.S. policy. This is quite understandable when considering the divisions between member states and their relationships with the U.S. and China.

During the Obama era, the U.S. was leading its relationship with ASEAN in a determined policy known as a ‘pivot to Asia.’ This policy aimed at re-structuring security and economic policies by supporting each other, while preferring mainly the advancement of economic relationships. Obama himself engaged significantly with member states with his official state visits, and he also attended ASEAN summits as well.

In contrast to Obama, Trump’s ASEAN policy is surrounded on narratives of his ‘America first’ agenda and protectionism as a mainstream policy. In fact, no surprise should come out of this contradiction considering his administration had delivered initial signals on how he would construct, in essential, trade-based relations with ASEAN before his presidential victory in 2016.

There is no doubt that, at least in certain terms, Trump’s policy of U.S.-economy victimization is labeled as a deconstruction process flapped out of a well-established relationship during the Obama era. Indeed, Trump called for punishment to be applied to certain countries including some member states of ASEAN, which are responsible for contributing to the trade deficit that put the U.S. at a disadvantage.

In this regard, Trump’s absence on the 33rd ASEAN Summit held in Singapore on 11-15 November meant an isolation from exchanging ASEAN interest where leaders of major regional and global powers such as Japan, South Korea, Russia, Australia, New Zealand, India, and China took part.

Although U.S. Vice-President Mike Pence represented the U.S. government, his discourse and statements during the meetings with various leaders were far from rebuilding a constructive relationship with ASEAN.

Pence re-iterated the importance of U.S. security policy of the Asia-Pacific region, while stressing that “empire and aggression have no place in the Indo-Pacific.” With this obviously Pence was referring to China and North Korea and security issues related to the South China Sea and North Korea nuclear issue, which are still considered as potential threats to the interest of the U.S. and its allies in the Asia-Pacific region.

As is known, the U.S. has a special approbation to the free access of the sea ways, which connects regional allies bound to energy sources in the Middle East and global commercial activities connecting the Indian Ocean and the Pacific region.

As seen in the above-mentioned statement of Pence, the U.S. has deprived from a multiple approach in its engagement with ASEAN. And no doubt that Pence clearly did not cater the expectations of ASEAN in the context of improvement of the economic relationship, which in fact was considered extremely essential during the current global economic recession.

Due to these uncertainties, ASEAN leaders do not have any predictable hope of boosting the relationship with the U.S., in particular, pertaining to engagement and improvement in trade and investment opportunities the region offers.

Though the U.S. administration merely focuses on security issues, it is too difficult to gain the upper hand in competition with China without cementing economic relationships and gaining engagement with and popular support of ASEAN people.

ASEAN has already acquired the position of being a strong global economic power house in terms of sustainable economic development, direct foreign investment, and increasing trade by applying liberal economic policies.

In addition, ASEAN has been re-structuring economic connectivity among the member states and strategic partners on the basis of bilateral treaties for further advancement since the establishment of ASEAN Economic Community (AEC) commencing from the end of 2015.

It is quite clear that the U.S. under Trump’s presidency does not have any significant tendency for a combination of multiple policies with ASEAN, even after the mid-term elections, which resulted in the Democratic upper-hand in Congress. The upcoming few years of Trump’s administration will be tested as to whether it will re-evaluate its relationship with ASEAN or not.