Mehmet Özay 15.08.2018
15
Ağustos, Helsinki Barış Anlaşması’nın 13. yıldönümü. 15 Ağustos 2005 tarihinde
imzalanan ve uygulanmasına 1 Nisan 2006 tarihinde başlanan bu anlaşma, bir
bakıma uzun çatışma dönemleri yaşamış Açe topraklarında yüzyılın sonu anlamına
geliyordu.
Hiç
kuşku yok ki, söz konusu bu barış anlaşması, bugüne kadar çeşitli yönleriyle
ele alındı ve alınmaya devam edecek. Hatta öyle ki, aradan geçen 13 yıllık
süreye rağmen, bu anlaşmanın can alıcı maddelerinden hangilerinin uygulamaya
konulup konulmadığı bile bugün Açe kahvehanelerindeki tartışmalardan akademi
dünyasına kadar ilgili kesimlerce gündeme getirilmektedir.
Ancak
bu yazıda, bu anlaşmanın bazı maddelerinden hareketle sekülerleştiği ileri
sürülen bir dönemde Açe toplumunun dini-manevi-geleneksel değerlerinin böylesi
bir anlaşmaya ne türlü etkisi olduğuna kısaca değineceğim.
Anlaşma
metninin girişinde tarafların yani Endonezya merkezi hükümeti ile Açe Özgürlük
Hareketi (Gerakan Aceh Merdeka-GAM)
arasında karşılıklı güvene dayalı olduğu ifade edilen barış anlaşmasının taraflardan
Açeliler için bunun dini bir söz ve içeriğe tekabül ettiğini söyleyebiliriz.
Bu
temel yaklaşımın olduğunu ileri sürmek için, Açe toplumunun tarihten tevarüs
eden ve aralıksız bir şekilde varlığını sürdüren bin yıllık İslamiyetle
şekillenen doğasının farkında olmak gerekir. Dolayısıyla, adına anlaşma metni
denilen unsuru tanımlayan ve sürekliliğini sağlayan, bu metne duyulan sadakatin
Açeliler için dini bir sözle bağlantılı oluşudur.
Söz
konusu bu anlaşma, Açelilerin dini-toplumsal yapılaşmaları bağlamında ele
alındığında, sekülerleşme-modernleşme tartışmalarında kayda değer bir yere
oturmaktadır. Kimileri, Endonezya Cumhuriyeti’nin dini yönelimi veya bu
devletin genel nüfus yapılaşması içerisinde Müslümanların yeri ve konumunu
dikkate alarak Helsinki Anlaşması’nın pek de arasında farklılıkların olmadığı
iki taraf arasında yapıldığını düşünebilir. Bu konuda daha önce yazdıklarımız
dikkate alındığında, bu söylemin bir yanlış anlamaya mahal vermeyeceği açıktır.
Ancak kısa bir tekrar babında şunu hatırlatmakta fayda var.
Açe
Özgürlük Hareketi’nin bağımsızlık talebini ‘dini bir temele’ dayandırmamış
olması veya bunu açıktan, aleni bir şekilde gündeme getirmemiş olmasının kendinde
bir anlamı bulunmaktadır. Bir diğer husus, bu hareket içerisinde yer alan
toplumun, -en azından kahir ekseriyetinin- fiiliyatta İslamın gereklerini
yerine getiren bir yapı oluşturması da dikkate alınacak bir duruma tekabül
etmektedir. Hareketin, mücadelenin seyrinde izlediği bu metodun, genel
anlamıyla Açe tarihinin dönüm noktalarında ortaya çıkan süreçlerle ilintisini
irdelemek bile başlı başına bir tez konusu olmaya aday.
Sıklıkla
söylemeye çalıştığım bir diğer husus ise, bu bağımsızlık hareketinin
post-modern bir etno-milliyetçi yapının unsurları olmakla
sınırlandırılamayacağıdır. Aksine, bu hareket, 19. yüzyıl son birkaç on yılında
sömürge çağının en önemli savaşlarına konu olan sürecin 20. yüzyıl şartlarına
yansıyan halini ortaya koymaktadır.
Ancak
unutulmamalı ki, Endonezya Cumhuriyeti seküler bir devlet olmaklığının yanı
sıra, bu anlaşmanın sürdürücülerinden önemli bir kesimin Avrupalı seküler
politikacılar ve kurumlardır. Bu yapının görünür yüzünde Avrupa Birliği’ne
bağlı ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ uygulaması bu coğrafyada ilk kez
bu barış anlaşması süreciyle ortaya kondu. Ayrıca, ASEAN’a bağlı beş ülkenin de
verdiği desteği unutmamak gerekir.
Burada
dikkat çeken husus, bir İslam coğrafyasında barış sürecinde ortaya konulan şartların
bir bölümünün sekülerleşmenin alabildiğine tartışıldığı bir ortamda ortaya
konmuş olmasıdır. Öyle ki, bu sekülerleşmeye doğrudan taraf olan AB gibi bir
bölgesel birliğin barış süreci ve sonrasındaki rolü ile Açe toplumunun siyasi
ve ekonomik taleplerinin yanı sıra ve hatta ötesinde dini bağlamıyla dikkat
çeken talepleri arasında bir tezatın ortaya çıkmamış olması üzerinde durulmayı
hak ediyor.
Bu
bağlamda, örneğin anlaşma maddesinin 1.1.6.’cı maddesinde tarihi geleneğe
gönderme yapılarak Açe Kanunu adı verilen yasal hükümlerin uygulanabilirliği
dikkat çekicidir. Açe’de gelenek (adat)
ve din ilişkisinin birbirinden ayrılması mümkün olmayan ve birbirine derç olmuş
iki unsur olduğu hatırlandığında Açe Kanunu adı verilen bütünün dini
perspektifi yansıttığı görülmektedir. Anlaşmanın Batılı çevreler tarafından bu vechesi
üzerinden ele alınıp alınmadığı araştırılmaya matuftur. Ancak dikkatlerden
kaçmayan bir yön var ise, o da Açelilerin otuz yılı bulan bir savaşı niçin
verdikleri sorusunun gündeme getirilmesidir.
Sadece
bu değil elbette… Yukarıda kısaca değindiğim, sömürge döneminde verilen uzun
erimli mücadelenin ve bağımsızlıktan kısa bir süre sonra başlayan Dar’ul Islam
hareketinin nedenleri ne ise, 20. yüzyıl üçüncü çeyreğinden yeni yüzyılın
başlarına kadar verilen mücadele de aynı temellere dayanıyordu. Arada bir
kopukluk olduğunu düşünmek olsa olsa, Açe toplum yapısına ve Açe halkının
taleplerine yönelik cehaletle eşleştirilebilir.
Bu
üç farklı dönemde Açelilerce ortaya konulan mücadele süreçlerinin bu toplumun
tarihsel ve geleneksel temellerine dayalı ve özgürlük temelli yaklaşımıyla birlikte
anlaşılmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder