29 Ağustos 2018 Çarşamba

Shinzo Abe ve Yeni Japonya / Shinzo Abe and New Japan

Mehmet Özay                                                                                                                        29.08.2018

Japonya’da siyasi liderlik olgusu Shinzo Abe yönetimiyle birlikte, son dönem küresel politikada öne çıkan uzun dönemli liderlik profiline uygun bir yapı arz ediyor. Yanı başındaki Çin’de Şi Cinping, Almanya’da Angela Merkel, Hindistan’da Narendra Modi, Malezya’daki son gelişmeleri doğru okumak kaydıyla Dr. Mahathir Muhammed ülkelerinde uzun erimli yönetimlere imza atarken, Japonya da Shinzo Abe ile bu listede yer aldığını ortaya koyuyor.

2017 yılı Ekim ayında yaptığı sürpriz erken seçimle, Abe iktidarını pekiştirme arzusunu gerçekleştirmeyi başardı. Abe’nin başında bulunduğu Liberal Demokrat Parti (LDP) ile küçük ortakığı Komeito partisi 465 sandalyeli mecliste 311 sandalye kazanarak üçte ikilik çoğunluğu elde etti.

Kamuyounda Abe karşıtı söylemlere ve eleştirilere rağmen, LDP’nin tıpkı 2012’dekine benzer bir siyasi zafer elde etmesi, Abe’nin geçen süre zarfında uyguladığı eko-politikanın başarısının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu zaferler, Abe, başbakanlıkta üçüncü döneminde, 2021 yılına kadar iktidarda kalması en azından bugünkü şartlarda mümkün gözüküyor.

Bu gelişme,  belirsizlikler çağında güçlü ve istikrarlı bir hükümet çağrısında bulunan Abe’nin elini güçlendiren en önemli gelişmeydi. Bu siyasi zafer, aşağıda değineceğim üzere Abe’nin anayasa değişikliği gibi önemli süreçleri kolaylıkla yönetebileceğinin de işaretidir.

Güçlü lider güçlü ülke
Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin ülke yönetiminde 2012 yılından bu yana sergilediği liderliğini önümüzdeki döneme taşıma arzusunda. Abe’nin bu yönde bir kararı olduğu biliniyordu ve bu çerçevede, LDP tüzüğünde geçen yıl yapılan değişiklikle iki dönem başkanlık kuralının kaldırılması sürecin onun lehine işlediğini gösteriyor.

Ancak Başbakanlıkta devam için Abe’nin öncelikle parti içinde liderlik mücadelesinden yeniden zaferle çıkması gerekiyor. Abe bu yönde ilk adımı atarak 26 Ağustos’da parti başkanlığı için yarışacağını açıkladı. Bu bağlamda, 20 Eylül’de yapılacak parti seçimleri, Abe’nin hem parti içi hem de ulusal iktidar mücadelesinde önemli bir dönüm noktasını oluşturuyor.

Abe’nin parti liderliğini yeniden üstlenmesi onu, 2. Dünya Savaşı sonrasının en uzun süreli iktidarda kalan başbakanı kılacak. Parlamentoda çoğunluğu oluşturan LDP, bir kez daha Abe’yi başbakan olarak atayacak.

Küresel ekonomik mücadele
Bu sadece Japonya iç politikası için değil, küresel politika için de önem arz ediyor. 2000’li yıllarda küresel ekonomi sıralamasındaki ikincilik yerini kaybeden ve şu an ABD ve Çin’nin ardından üçüncü sırada bulunan Japonya hem ekonomik anlamda kalkınmışlıktaki eski günlerini arıyor, hem de Doğu Asya’dan başlayarak küresel siyasette bir güç odağı olduğunu kanıtlama uğraşı içerisinde.

Abe, 2012’de başbakanlık koltuğuna oturduğundan itibaren, sadece ülke ekonomisini eski günlerine döndürme çabasıyla değil, Çin ve Kuzey Kore gibi iki önemli komşu ülkenin doğrudan ve/ya dolaylı tehditkâr tutumlarına maruz kaldı. Bu ikinci gelişme, hiç kuşku yok ki, Japon liderin hem uzun süreli liderlik profilini geliştirmesine neden oldu, hem de bu süreçte ülkenin önünü açacak yeni politikalar ve vizyonları gündeme taşımasına olanak tanıdı.  

Ekonomi alanında Japonya’nın önünü açacak en önemli gelişme hiç kuşku yok ki, Barack Obama döneminin en önemli küresel ekonomik açılımı olarak gündeme getirilen Trans Pasifick İşbirliği Anlaşması’ydı (TPPA). Bu anlamda, Abe’yi TPPA görüşmelerinin sürekli öncü ismi ve destekçisi olarak gördük.

Amerikan yönetiminde yaşanan değişimin ardından Donald Trump’un Amerikan orta sınıfını güçlendirme çabasına endeksli olarak içe dönüş ve korumacı politikaları nedeniyle TPPA’dan çekilmesine karşın Singapur’la beraber Japonya bölge ülkeleri arasında Amerikasız TPPA ve/ya alternatif bir ekonomi birliği oluşturma çabalarında ön aldılar.

Öyle ki, bu süreçte Abe, Trump’ın seçimi kazanmasının ardından ilk görüşme yapan lider olarak öne çıkması, ABD’yi daha doğrusu Trump’ı ikna etme anlamı taşıyordu. Ancak alternatif bir ekonomi bloğu olarak 16 üye ülkeli Kapsamlı Bölgesel Ekonomi Birliği (RCEP) anlaşmasında sona yaklaşılması kuşkusuz ki, Abe’nin ekonomi politikalarında önünü açacak bir gelişme olarak görülebilir.

Bölgesel tehditten küresel açılıma
Tabii, bu ziyaretin bir diğer önemli konusu ise, o dönem neredeyse dünya gündeminde tehditler bağlamında ilk sırayı teşkil eden Kore Yarımadası’daki nükleer savaş tehdidiydi. Kuzey Kore lideri Kim-Jong-Un’un birbiri ardı sıra gerçekleştirdiği füze denemelerinde füzelerin Japon Adaları’na ulaşma ve üstüne üstlük nükleer başlık taşıma kabiliyeti, Japonya’yı, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefik konusunda olması nedeniyle birincil tehdit haline getiriyordu.

Bu tehditlere karşı Japon anayasasında ulusal ordu yapılanmasını belirleyen meşhur 9. Madde’nin revizyonu gündeme geldi. 2. Dünya Savaşı sonrasının Amerika önderliğinde yazılan anayasanın Japon ordusunun hareket kabiliyetini sınırlandıran bu madde, belki de arzu edilmeyen bir sonuç olarak Japonların ‘barışsever bir ulus’ oldukları imajının doğmasına ve gelişmesine neden oldu.

Ancak bugün gelinen noktada, barışseverliğin, ülke güvenliğini tehdit eden gelişmeler karşısında nasıl bir model oluşturulabileceği tartışmaları Abe yönetimini ordunun yeniden yapılaştırılmasına yöneltmiş gözüküyor. Abe, her ne kadar bu maddenin kaldırılmayacağını yeni bir madde eklenerek Japon savunma gücüne anayasal bir nitelik kazandıracağını söylese de, nihayetinde hedefte ordunun modernizasyonu ve ülke sınırları dışında hareket kabiliyetinin geliştirilmesi hedefleniyor.

Tabii, bu politikayı salt Japon iç politikası, gelecek vizyonu ile anlamlandırmak kendi içinde bir sınırlılığı barındırıyor. Gerek Abe’nin gerekse bu yönde görüşü olan Japon siyasetçilerinin ABD ile bu konuyu ele almadıkları söylenemez. Bu konunun bir başka vecheden ele alınması bize bu yönde bir fikir vermektedir. Öyle ki, ABD Başkanı Trump, başkanlık koltuğuna oturduğu günlerde Doğu Asya’daki müttefiklerinin ittifak ilişkilerinde salt ABD’ye dayanma politikalarını eleştirmiş ve bir anlamda Japonya’nın savunma kabiliyet ve kapasitesinin artırılmasının önünü açmıştı.

Bu politikaya, iç politikada ve kamuoyunda karşı çıkış olmadığı söylenemez. Ancak, geçen birkaç yıl boyunca yanı başında beliren tehditlerin ve bunların potansiyel olarak varlığını sürdürdüğü bir ortamda Abe yönetiminin, işler yolunda gitmesi halinde, bu anayasa değişikliğini 2020’de yürürlüğe koyması bekleniyor.  

Bu gelişmeye Japonya’nın dünden bugüne bir değişimi olarak bakmamak gerekir. Özellikle 1989’dan sonra yani Soğuk Savaş yıllarının sona ermesiyle yeni dünya düzeni çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Bugün gelinen noktada, Çin’in sadece ekonomik kalkınmışlık noktasında göz kamaştırmadığı, aynı zamanda bu kapitalistik gelişmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan askeri yapılanmasındaki büyüme ve Doğu ve Güney Çin Denizi sorunlarının da ortaya koyduğu hedef genişlemesinin de neden olduğu görülmektedir. 


20 Ağustos 2018 Pazartesi

1997 Güneydoğu Asya mali krizinde Malezya politikası / Malaysia’s policy during financial crisis in Southeast Asia in 1997

Mehmet Özay                                                                                                                         20.08.2018

Türkiye’nin bir süredir döviz kurları üzerinden uğradığı saldırının yeni bir olgu olmadığı ortada. Bu durum, kapitalizmin yönetimini elinde tutan azınlık bankerler grubunun, çeşitli ulusal ve uluslararası örgütlerin çıkarları çerçevesinde gündeme getirdikleri bir müdahale şekli. Bu müdahalenin, ilgili ülke ekonomilerinin yanı sıra, siyasal sistemini de hizaya çekme gibi bir işlevle anıldığına tanık olunuyor.

Bir süredir dolar kuru üzerinde gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri, 1997-98’de Doğu ve Güneydoğu Asya ülkelerine yapılmıştı. Dönemin Malezya başbakanı Dr. Mahathir Muhammed bu gelişme üzerine önemli bir isim üzerinden küresel para spekülatörlerinin, bölge ülkelerinde ekonomik çalkantıya yol açan bir krize yol açan kişiler olduğu yönündeki açıklamasıyla dikkat çekmişti.

Böylesi bir ekonomik bunalım, salt Malezya gibi tekil ülkeleri hedef almadı. Aksine, genelde gelişmekte olan ülkelerin, özelde ise, Doğu ve Güneydoğu Asya coğrafyasında ‘Asya kaplanları’ adıyla anılan ülkeler ile bu ülkeler grubuna eklemlenmekte olan ikincil gruptaki ülkeleri hedef alıyordu.

Kur üzerinden gerçekleştirilen dış müdahalenin nedenleri arasında, 1970’lerde yeşermeye başlayan ve meyvesini 80’ler ve 90’larda veren ekonomik kalkınma politikalarına rağmen, ilgili ülkelerin Batı tipi siyasal rejimler ve yönetimlere benzerliğinin olmamasıydı.

Yıllık yüzde 6 ilâ 9 oranında değişen sürekli büyüme gerçekleştiren ülkeler, 1997 kur müdahalesi ile borsaları ve dolar karşısında ulusal para birimleri önemli bir çöküş yaşadı. 1998 Ocak ayına gelindiğinde, ekonomik dalgalanmanın bir sonucu olarak bölge ülkeleri borsası yüzde 70’lere varan kayıplara maruz kaldı. Bunun ardından sıra, bu ülke yönetimlerinin IMF’in kapısını çalmalarına gelmişti. Bu çerçevede, IMF Tayland, Endonezya ve Güney Kore ekonomilerini düzlüğe çıkarmak amacıyla 110 milyar dolar kısa vadeli borç vermek suretiyle süreci yönetme kararı aldı.

O dönem, kur operasyonuna maruz kalan ülkeler arasında IMF’in kapısını çalmayan bir ülke vardı ki, o da Malezya’ydı. Başbakan Dr. Mahathir, sadece bu gelişmeden etkilenen Malezya adına değil, ülkenin üyesi olduğu ASEAN adına da, en azından birlik içerisindeki bazı ülke başbakan ve devlet başkanları desteğiyle ASEAN adına çıkışta bulunmuş ve küresel finans spekülatörlerine yönelik ağır eleştirilerde bulundu.  

Dr. Mahathir, 1997 yılında Hong Kong’da düzenlenen 20. IMF yıllık toplantısında, dünyanın önemli finans ve ekonomi çevrelerinin katıldığı bir toplantıda, bu kur oynamalarına neden olan serbest ticaret fikrini yönelik eleştirilerini yüksek sesle dile getirdi. Dr. Mahathir’in, zenginliklerinin diğerlerinin fakirlikleri üzerine yükseldiği ve dünyanın bir avuç zengini olarak nitelediği kur spekülatörlerinin girişimlerinin gayri-ahlâki bir ticaret olduğunu ve gelişmekte olan ülkeleri fakirleştirme teşebbüsü olarak tanımladı ve bu uygulamaya son verilmesi çağrısında bulunması dönemin Batı basınında da yer aldı.

Peki Dr. Mahathir, IMF girmese de ülkesini ekonomik anlamda düzlüğe çıkarmak için neler yapmıştı sorusu önemli.

Krizle mücadelede, bankacılık sektörünün karşı karşıya kaldığı sorunların aşılması öncelikli alanı oluşturuyordu. Krizle mücadelede, faiz oranları, para ve maliye politikalarına yönelik makro ekonomik tedbirler alındı. Bu çerçevede özetle şu hususlar dikkat çekmektedir:

-faiz oranları önemli ölçüde düşürülerek yatırım ve tüketim koşullarında gelişme sağlandı;
-likitide artırılarak bankaların borç verme eğilimleri teşvik edildi;
-özel sektör yatırımlarının durağanlaşması karşısında da hükümet harcamaları artırdı;
-döviz kuru sabitlendi. Esnek döviz kuru sistemine son verilmesi, kur dalgalanmalarına ve spekülasyonlara son verdi;
-Malezya para birimi ringitin uluslararası ticaretine son verildi. Böylece kur spekülasyonlarının öne alındı;
-Sermaye akışı düzenlenerek, özellikle yabancılar tarafından kısa vadeli sermaye akışı engellendi. Yabancı portföy sermayesinin ve ringit cinsinden yabancı sermayeli finansal varlıkların yurt dışına çıkışıyla ilgili bir yıllık bir moratoryum kararı alındı. Şirketler ve yerli halkın sermaye transferlerine kısıtlamalar getirildi;
-Mali istikrarın sürdürülmesi adına zorluklarla karşı karşıya kalan mali kurumların kapatılması yerine, hükümet bankalara ve finans şirketlerine yatırılan mevduatları garanti edeceğini ilân etti.

Malezya bu tedbirlerle, IMF’in kontrolüne terk edilen ülkelerde uygulanan yüksek faiz oranları, para akışına sıkı kontrol ve hükümet harcamalarının kısılması uygulamaları karşısında o dönem radikal kabul edilen alternatif bir çözüm üretmiş oldu. 

Malezya krizden çıkmak için uyguladığı bu politikalar sayesinde, IMF’in desteğini alan diğer ülkelerle hemen hemen aynı sürede istikrarlı bir dönemi yakaladı. Ancak, bu süreçte Malezya istikrarı yakalarken, bizzat kendi çabasıyla ayakları üzerinde durabileceğini kanıtlayarak ulus olarak bir özgüven tazeledi ve aynı zamanda uluslararası çevrelerde takdirle anılan bir ülke konumuna geldi.

Bu kararlar, ekonomi alanında alınmış olmakla birlikte, temelde ardından güçlü bir siyasi iradenin olması süreçte en önemli aşamayı teşkil ediyordu. Bu bir anlamda, yerleşik kurallara ve düzene karşı alternatif açılımların olabileceğini kanıtlamasıyla dikkat çekiyordu.

Bu düzen, adına ‘Washington Konsensüsü’ denilen ve içinde IMF, Dünya Bankası ve ABD Maliye Bakanlığı’nın belirleyici olduğu ortodoks ekonomi politikalarını üreten bir yapıdır. Malezya’nın o dönem ortaya koyduğu yenilikçi ekonomi politikalar, bir anlamda işte bu yapıya rağmen ve karşı alınan tedbirlerden oluşuyordu.

Bu gelişme Malezya’nın ekonomik sorunlarını çözmede kendi kararlarını kendisi alabileceğini ve böylece bağımsızlığını perçinleştirebileceğini göstermiştir. Bu ekonomik kararların, Malezya halkı üzerindeki etkisi ise, belki ekonomik kazanımlardan daha da önemli olarak, moral değer kazanımı olarak önemli bir geri dönüşümü de olmuştur.

Bütün bu olup biten ekonomik alt-üst oluşta, Batı kapitalizminin spekülatörler üzerinden yürütmek istediği politika, 80’li ve 90’lı yılların kalkınmakta olan Doğu ve Güneydoğu uluslarını, adı serbest ticarete konu olan salt meta ile değil, buna ilâve olarak sermaye ve düşünce/fikir akışı da ekleyerek bir tür kontrol sağlama teşebbüsüydü.

Dönemin IMF yetkilileri, Malezya’nın bölgedeki diğer ülkeler gibi krizi daha derinden yaşamadığını ileri sürseler de, yazının geneline yayılan görüşlerinden çıkartılabileceği üzere Dr. Mahathir, Malezya’nın kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ekonomik donanıma sahip olduğunun farkındaydı ve bunun gereğini yerine getirerek IMF ile yollarını kesiştirmedi.


17 Ağustos 2018 Cuma

Endonezya bağımsızlığında bir sembol olarak Açe / Aceh as a symbol in the independence of Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                         17.08.2018

17 Ağustos, Endonezya Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 73. yıldönümü olarak kutlanıyor. 17 Ağustos 1945 tarihi bağımsızlık için temel alınsa da, ülkenin uluslararası çevrelerce yani o dönemin yeni küresel gücü olarak ortaya çıkan ABD ve Birleşmiş Milletler tarafından 1949’da tanınmasına kadar bağımsızlık mücadelesi verdi.

Pasifik Savaşı’nda Açe-Japon ilişkileri
Endonezya bağımsızlığına giden sürecin belki de son etaplarından biri 1940’ların başlarında ortaya çıktı. Japonya Krallığı’nın ‘Asya Asyalılarındır’ ilkesiyle hareket ederek tüm Güneydoğu Asya topraklarını İngiliz, Fransız ve Hollanda sömürge güçlerinden temizleme girişimi bu bağlamda belirleyici bir gelişmeye işaret eder. Her ne kadar, Batılı siyaset bilimciler ve tarihçiler tarafından Japonları bölgedeki varlığı ‘Japon İşgali’ olarak adlandırılsa da, o dönemki gelişmeler çerçevesinde Açe topraklarını işgale uğramış toprak parçası olarak nitelememek için önemli nedenler var.

O dönem, Malay Yarımadası’na çıkan ve henüz Sumatra Adası’na geçmemiş olan Japonların Sumatra’da Açe topraklarına çıkışının organize edilmesidir. Açeli siyasi elitinin organize ettiği bir heyetin Penang Adası’nda Japon komutanlarla görüşmesi ve Açe kıyılarına çıkışlarının ön hazırlıklarının yapılması, Hollanda ordusu karşısında Japonların önünü açtığı gibi, Açe’deki varlıkları sırasında Japonlar ile Açeli siyasi elit arasındaki ilişkilerin de sürdürülebilirliğine yol açmıştır. En azından, Japonların vaatlerinden dönme gibi bir riski üstlenene kadar…

Açe topraklarının Hint Okyanusu’nun doğusuna sınır teşkil etmesi ve burada Japon birliklerinin bölge siyasi elitiyle ‘dayanışma’ içinde hareket etmesi, Hindistan ve Sri Lanka’da askeri üstlere çekilmiş olan İngiliz birliklerinin herhangi bir hareket kabiliyetinin önünü alma gibi bir stratejik öneme de haizdi.

Japonların sadece Açe ve Sumatra topraklarındaki değil, Java Adası’ndaki varlığı da Endonezya bağımsızlık düşüncesinin kısa vadede hayata geçirilmesi için maddi bir neden teşkil ediyordu. Ancak bu süreç, ne Açeliler ile Japon güçleri, ne de Cava’daki milliyetçi çevreler ile Japon yönetimi arasında sürtüşmeler ve hatta çatışmalar olmadığı anlamı taşımıyor. Tabii bu uzun bir hikaye… Burada dikkat çekmeye çalıştığım husus, Açe siyasi elitinin Hollanda sömürgeciliği karşıtı tutumu ile Japonlarla hangi bağlamlarda yan yana durma stratejisi geliştirmeleriyle alâkalıdır.

1945 mi 1949 mu?
Ülkenin uluslararası çevreler tarafından tanınırlığı 1949 yılında gelmişti gelmesine. Pasifik Savaşı’nın sona ermesi ardından Japonların teslim olmasıyla, İngilizler desteğinde Hollanda Krallığı’nın işgaline maruz kalan Takımadalar’daki bu yeni ulusun bağımsızlık olgusuna dayanak teşkil eden ise 1945-1949 yılları arasında, dört yıl boyunca Takımadalar’ın batısında Açe topraklarının herhangi bir işgal gücünün müdahalesine konu olmamasıdır.

Bugünkü Açe Eyaleti ile Kuzey Sumatra eyaleti sınırlarını teşkil eden yerde, o dönem Hollanda birlikleri, Kuzey Sumatra’nın başkenti ve bugün de eyalet başkenti ile öne çıkan Medan şehrine girerken, Açe topraklarına nüfuz etmemişler veya edememişlerdi.

Açe barışı Endonezya’nın barışı
Buraya kadar değindiğim hususlar, açıkçası bugünkü bağımsızlık kutlamalarının odağında yer alan bir gelişmeye atıf yapmak içindi. O da, devlet başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) sabahki kutlamalarda Açe geleneksel kıyafeti ile kutlamalara katılmasıydı. Bu sembolik eylemin karşılığını yukarıda değindiğim hususlar bağlamında değerlendirmek mümkün. Öyle ki, Jokowi’nin bu sembolik yaklaşımı günün konu oldu ve olmaya devam ediyor. Geleneksel kıyafet derken, folklorik bir özellik anlaşılmamalı.

Bundan öte, Açe Darüsselam Sultanlığı’nın son hükümdarı Muhammed Davud Şah’ın 1903 yılında Hollanda sömürge yönetimine teslim olurken, bugün Açe valilik konuk evi olarak kullanılan o dönemki Valilik binasındaki fotoğraflarda üzerinde bu giysi bulunuyordu. Yani, bugün devlet başkanı Jokowi’nin Açe kıyafeti Açe siyasi elitinin resmi ortamlarda giydiği bir protokol giysisiydi.

Küçük bir not olarak az önce zikrettiğim ‘teslim’ ifadesini bir zafiyet, devletin siyasi mevcudiyetini ve iddiasını sona erdirdiği şeklinde yorumlanmamalı. Aksine, dönemin hükümdarı, ailesinin Hollanda birliklerince teslim alınması üzerine, bizzat kendisi sömürge yönetimine teslim olurken, devletin ve de mücadelenin sürdürülmesi konusunda herhangi bir adım atmamıştır. Bu nedenle, bugün Endonezya devlet başkanının ortaya koyduğu bu sembolik eylemin böylesi bir siyasal gönderme yaptığını da düşünebiliriz.

Öte yandan, bu eylemin, ülkenin merkezinden çok uzakta olan bir beldenin tarihsel önemini göstermekle de sınırlı olmadığını vurgulamalıyız. Başkanın bu çıkışı, Açe olmasaydı, bugün Takımadalar’da herhangi bir bağımsızlıktan söz edilebilir miydi sorusunu da sordurtmaya yetiyor.

Öte yandan, ülkenin kurucu babası Sukarno’nun 1947 yılında bağımsızlığın maddi ve manevi temellerinin atılması bağlamında Açe’ye yaptığı ziyaretlere rağmen, 1949 yılından sonra Açe topraklarının Kuzey Sumatra Eyaleti’ne bağlanmak istenmesinin Açeliler nezdinde oluşturduğu tepki, Açe siyasi ve toplumsal hafızasını tetikleyerek silahlı bir mücadeleye kapı aralamasına sebep oluyordu. Diğer bazı eyaletlerde de neşet eden ve Endonezya topraklarının İslami bir siyasi ve toplumsal nizamla idaresini öngören mücadelenin yanı sıra, Açe’nin özerklik taleplerinin ortaya çıkmasına neden olmuştu.

1950’lerin sonlarında bir kez daha Açe’ye verilen sözle barışa kapı aralandı. Aradan pek fazla süre geçmeden Açelileri toplumsal ve siyasal-ekonomik bağlamı çerçevesinde geri bırakacak politikalar karşısında bir kez daha mücadeleci hafızanın gün yüzüne çıkmasıyla, 70’lerin ortasında bir kez daha ve kimilerinin adına ‘seküler’ bir hareket dediği bir hareket ortaya beliriyordu. Bu gelişme, tarihsel birikimin günün şartlarına uygun bir şekilde ortaya çıkması anlamında yeni bir Açe hareketi anlamı taşıyordu.

Endonezya barışı devam etmeli
Tarihte bölgenin önemli bir devletini oluşturan Açe topraklarının, modern dönemde Endonezya Cumhuriyeti sınırları içerisinde bir eyalet konumunda varlığını sürdürmesine rağmen, her daim gözlerin üzerinde olduğu bir bölge olarak dikkat çekiyordu.

Otuz yılı bulan mücadele, 2004 yılı sonundaki deprem ve tsunaminin ardından 2005 yılında Helsinki Barış Anlaşması ile bir kez daha barışa yol bulurken, Açeliler siyasi ve toplumsal hafıza zenginliklerine güvenle bu barışa girerken, merkezi yönetimin odağındaki çevrelerde, acaba Açeliler bir kez daha bir mücadeleye girer mi endişesini barındırmadığı söylenemez.

Biraz uzunca ifade etme zarureti duyduğum 20. yüzyıl boyunca ortaya çıkan gelişmeler sonrasında bugün 73. yıl kutlamalarında devlet başkanı Jokowi’nin geleneksel Açe kıyafetiyle barış içinde geleceğe güvenle bakılması mesajını vermesi oldukça anlamlıdır.


15 Ağustos 2018 Çarşamba

Helsinki Barış Anlaşması’nın Toplumsal Kökenleri / Social Roots of the Helsinki Peace Agreement

Mehmet Özay                                                                                                                         15.08.2018

15 Ağustos, Helsinki Barış Anlaşması’nın 13. yıldönümü. 15 Ağustos 2005 tarihinde imzalanan ve uygulanmasına 1 Nisan 2006 tarihinde başlanan bu anlaşma, bir bakıma uzun çatışma dönemleri yaşamış Açe topraklarında yüzyılın sonu anlamına geliyordu.

Hiç kuşku yok ki, söz konusu bu barış anlaşması, bugüne kadar çeşitli yönleriyle ele alındı ve alınmaya devam edecek. Hatta öyle ki, aradan geçen 13 yıllık süreye rağmen, bu anlaşmanın can alıcı maddelerinden hangilerinin uygulamaya konulup konulmadığı bile bugün Açe kahvehanelerindeki tartışmalardan akademi dünyasına kadar ilgili kesimlerce gündeme getirilmektedir.

Ancak bu yazıda, bu anlaşmanın bazı maddelerinden hareketle sekülerleştiği ileri sürülen bir dönemde Açe toplumunun dini-manevi-geleneksel değerlerinin böylesi bir anlaşmaya ne türlü etkisi olduğuna kısaca değineceğim.

Anlaşma metninin girişinde tarafların yani Endonezya merkezi hükümeti ile Açe Özgürlük Hareketi (Gerakan Aceh Merdeka-GAM) arasında karşılıklı güvene dayalı olduğu ifade edilen barış anlaşmasının taraflardan Açeliler için bunun dini bir söz ve içeriğe tekabül ettiğini söyleyebiliriz.

Bu temel yaklaşımın olduğunu ileri sürmek için, Açe toplumunun tarihten tevarüs eden ve aralıksız bir şekilde varlığını sürdüren bin yıllık İslamiyetle şekillenen doğasının farkında olmak gerekir. Dolayısıyla, adına anlaşma metni denilen unsuru tanımlayan ve sürekliliğini sağlayan, bu metne duyulan sadakatin Açeliler için dini bir sözle bağlantılı oluşudur.

Söz konusu bu anlaşma, Açelilerin dini-toplumsal yapılaşmaları bağlamında ele alındığında, sekülerleşme-modernleşme tartışmalarında kayda değer bir yere oturmaktadır. Kimileri, Endonezya Cumhuriyeti’nin dini yönelimi veya bu devletin genel nüfus yapılaşması içerisinde Müslümanların yeri ve konumunu dikkate alarak Helsinki Anlaşması’nın pek de arasında farklılıkların olmadığı iki taraf arasında yapıldığını düşünebilir. Bu konuda daha önce yazdıklarımız dikkate alındığında, bu söylemin bir yanlış anlamaya mahal vermeyeceği açıktır. Ancak kısa bir tekrar babında şunu hatırlatmakta fayda var.

Açe Özgürlük Hareketi’nin bağımsızlık talebini ‘dini bir temele’ dayandırmamış olması veya bunu açıktan, aleni bir şekilde gündeme getirmemiş olmasının kendinde bir anlamı bulunmaktadır. Bir diğer husus, bu hareket içerisinde yer alan toplumun, -en azından kahir ekseriyetinin- fiiliyatta İslamın gereklerini yerine getiren bir yapı oluşturması da dikkate alınacak bir duruma tekabül etmektedir. Hareketin, mücadelenin seyrinde izlediği bu metodun, genel anlamıyla Açe tarihinin dönüm noktalarında ortaya çıkan süreçlerle ilintisini irdelemek bile başlı başına bir tez konusu olmaya aday.

Sıklıkla söylemeye çalıştığım bir diğer husus ise, bu bağımsızlık hareketinin post-modern bir etno-milliyetçi yapının unsurları olmakla sınırlandırılamayacağıdır. Aksine, bu hareket, 19. yüzyıl son birkaç on yılında sömürge çağının en önemli savaşlarına konu olan sürecin 20. yüzyıl şartlarına yansıyan halini ortaya koymaktadır.

Ancak unutulmamalı ki, Endonezya Cumhuriyeti seküler bir devlet olmaklığının yanı sıra, bu anlaşmanın sürdürücülerinden önemli bir kesimin Avrupalı seküler politikacılar ve kurumlardır. Bu yapının görünür yüzünde Avrupa Birliği’ne bağlı ‘Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’ uygulaması bu coğrafyada ilk kez bu barış anlaşması süreciyle ortaya kondu. Ayrıca, ASEAN’a bağlı beş ülkenin de verdiği desteği unutmamak gerekir.

Burada dikkat çeken husus, bir İslam coğrafyasında barış sürecinde ortaya konulan şartların bir bölümünün sekülerleşmenin alabildiğine tartışıldığı bir ortamda ortaya konmuş olmasıdır. Öyle ki, bu sekülerleşmeye doğrudan taraf olan AB gibi bir bölgesel birliğin barış süreci ve sonrasındaki rolü ile Açe toplumunun siyasi ve ekonomik taleplerinin yanı sıra ve hatta ötesinde dini bağlamıyla dikkat çeken talepleri arasında bir tezatın ortaya çıkmamış olması üzerinde durulmayı hak ediyor.

Bu bağlamda, örneğin anlaşma maddesinin 1.1.6.’cı maddesinde tarihi geleneğe gönderme yapılarak Açe Kanunu adı verilen yasal hükümlerin uygulanabilirliği dikkat çekicidir. Açe’de gelenek (adat) ve din ilişkisinin birbirinden ayrılması mümkün olmayan ve birbirine derç olmuş iki unsur olduğu hatırlandığında Açe Kanunu adı verilen bütünün dini perspektifi yansıttığı görülmektedir. Anlaşmanın Batılı çevreler tarafından bu vechesi üzerinden ele alınıp alınmadığı araştırılmaya matuftur. Ancak dikkatlerden kaçmayan bir yön var ise, o da Açelilerin otuz yılı bulan bir savaşı niçin verdikleri sorusunun gündeme getirilmesidir.

Sadece bu değil elbette… Yukarıda kısaca değindiğim, sömürge döneminde verilen uzun erimli mücadelenin ve bağımsızlıktan kısa bir süre sonra başlayan Dar’ul Islam hareketinin nedenleri ne ise, 20. yüzyıl üçüncü çeyreğinden yeni yüzyılın başlarına kadar verilen mücadele de aynı temellere dayanıyordu. Arada bir kopukluk olduğunu düşünmek olsa olsa, Açe toplum yapısına ve Açe halkının taleplerine yönelik cehaletle eşleştirilebilir.

Bu üç farklı dönemde Açelilerce ortaya konulan mücadele süreçlerinin bu toplumun tarihsel ve geleneksel temellerine dayalı ve özgürlük temelli yaklaşımıyla birlikte anlaşılmalıdır.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2018/08/15/helsinki-baris-anlasmasinin-toplumsal-kokenleri-social-roots-of-the-helsinki-peace-agreement/

10 Ağustos 2018 Cuma

Endonezya’da başkan adayları açıklandı / Presidential candidates announced in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                                                         10.08.2018

Endonezya’da 2019 yılı Nisan ayında yapılacak başkanlık ve parlamento seçimleri için bugün yani, 10 Ağustos Cuma günü başkan adayları ve yardımcılarının açıklanması ile önemli bir dönemece giriliyor.

Jokowi-Ma’ruf hoca ile seçime giriyor
Seçimlerin favorisi, 2014’den bu yana ülkeyi yöneten Joko Widodo (Jokowi). Jokowi, çeşitli çevrelerden on kişinin bulunduğu aday listesinden yeni dönemde yardımcılığını üstlenecek kişi olarak Endonezya Ulama Meclisi (MUI) başkanı 75 yaşındaki Ma’ruf Amin’i seçti. Başkan yardımcılığı adayı için beklentiler ve son ana kadarki isim Anayasa Mahkemesi eski başkanı Mahfud MA’ydı. Ancak başkan Jokowi, Perşembe akşamı son saatlerde görüşünü Ma’ruf’dan yana kullandı.

Bu çerçevede, Jokowi-Ma’ruf eşleşmesi, Endonezya siyasetinde yeni bir dönem denilemeyecek olsa bile, Jokowi’nin önemli bir aktör olduğu siyasal yaşamda ses getirecek bir karar olduğuna kuşku yok. Bu hususa aşağıda değineceğim…

Prabowo bir kez daha Jokowi’ye rakip
Başkanlık seçimlerinin ikinci önemli adayı ise, Büyük Endonezya Hareketi Partisi (Gerindra) genel başkanı Prabowo Subianto. Prabowo, başkan yardımcılığına, henüz çiçeği burnunda denilebilecek genç siyasetçi ve başkent Cakarta vali yardımcısı Santiaga Uno’yu seçti ve bir kez daha Jokowi’ye rakip olduğunu açıkladı. Genç bir iş adamı olan Santiaga, 2017 Cakarta valilik seçimlerine vali yardımcısı olarak girdi ve seçimin kazanılmasının ardından bu görevi bugüne kadar sürdürdü.  

Sandiaga, bugün itibarıyla vali yardımcılığı görevinden istifa ederek artık mesaisini başkanlık yarışı için harcayacak. Daha adı valilik seçimlerinde ilk defa geçmeye başladığında, kimi çevrelerce siyasete ilgisizliği ile tanımlanan genç işadamı Santiaga, ulusal siyasette başkan yardımcılığı adaylığı ile ulusal siyasette hızla yükselen liderler arasında yer aldı diyebiliriz.

Bir işadamı olan ve hatta 2013 yılında ülke zenginler sıralamasında 47. Sırada bulunan Sandiaga’nın Prabowo ile benzerliği herhalde bu noktada ortaya çıkıyor. Valilik seçimi kampanyasında Cakarta halkına iyi iş, iyi eğitim ve yaşanabilir gelir vaatlerini sıralayan Sandiaga’nın bu vaatleri Prabowo ile birlikte şimdi tüm Endonezya halkı için gündeme getirmesini bekleyeceğiz herhalde.

Bununla birlikte, onun bu adaylığının nasıl gündeme geldiği, temelde Prabowo’nun seçim stratejisinin ilk ayağındaki sürecin nereden nereye geldiğinin bir açıklaması olmasıyla dikkat çekici. Bu konuya da ilerleyen bölümlerde ele alacağım.

Başkanlık yarışında üçüncü bir adayın çıkmamasını her iki önemli aktörün yani, Jokowi ve Prabowo’nun mevcut sağcı ve sözde İslamcı parti liderlerini ikna ettikleri ve ittifaklarını oluşturdukları şeklinde yorumlamak mümkün. Bununla birlikte, bu iki aday arasında kimin şansı daha fazla sorusunu sormak erken değilse ve müneccimlik kabul edilmeyecekse, Jokowi’nin şansının epeyce yüksek olduğunu tahmin etmek güç değil. Her halükârda, iki adaylı seçim yarışının Endonezya’da rasyonel bir siyaset yapma biçimine doğru evrilmenin habercisi olmasıyla da önem taşıdığını vurgulamalıyım. Amerikan siyaset modelini kendine örnek alan ülke, hiç değilse bu alanda bir mesafe kat etmiş diyebiliriz.

Kalla en iyi seçimdi
Jokowi’nin yardımcısı olarak gözler aslında Yusuf Kalla üzerindeydi. Ancak Jokowi’nin birinci döneminde başkan yardımcılığı yapan tecrübeli politikacı Kalla ile devam etmemesinin tek nedeni Kalla’nın iki dönem şartına takılması.

Yusuf Kalla 2004-2009 yılları arasında da dönemin devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) yardımcılığını yaptığından iki dönem kuralına takıldı. “Yasal boşluk bulunabilir mi?” sorusundan hareketle, bir kesim Kalla adına seçim komisyonuna başvuruda bulunsa da, bununla ilgili olumlu bir sonuç alınamadı. Bu nedenle, Jokowi’nin başkan yardımcılığı için kiminle yoluna devam edeceği sorusu geçen süreçte önemli bir gündem maddesiydi.

Yoksa Kalla, tecrübeli siyasetçi olmasının yanı sıra, her toplumsal kesimle sağlıklı ve güçlü ilişkileri nedeniyle nüfuz sahibi bir kişi olması, Jokowi için büyük bir avantaj olduğuna kuşku yok. Zaten Jokowi bunu, 2014’deki seçimde Kalla’yı yardımcısı olarak seçerken gösterdiği gibi, aradan geçen beş yıllık süre zarfında Jokowi ve Kalla arasında gözle görülür veya kamuoyuna yansıyan bir tartışma ve ayrışma yaşanmaması da kanıtlamış durumda. Bir dönem devlet başkanlığı için yarışan ancak başarısı olduktan sonra bir daha başkanlık yarışına katılmayan Kalla, kendisini profesyonel bir başkan yardımcısı olarak tanımlıyor. İki dönem sergilediği uyumlu ilişkileriyle ve başkanlık yarışında kaybın ardından bir daha arenaya çıkmamasıyla da siyasi etik açısından olumlu bir yaklaşım sergilediğine de kuşku yok.

Ma’ruf Amin: Kontra bir çözüm

Jokowi 2014 yılında herhangi bir partiyle organik bağı olmayan, ancak tecrübesiyle göz dolduran Kalla’yı yardımcılığına seçtiği gibi, bu sefer de bir siyasi parti ile bağı olmayan, ancak ülkede saygın denilebilecek kurumların başında bulunan Endonezya Ulama Meclisi başkanı Ma’ruf Hocayı seçmek suretiyle izlediği siyaset stratejisinde bir tür başarıya imza attığına kuşku yok. Ma’ruf Hoca aynı zamanda ülkenin en önemli sivil dini hareketlerinden Alimler Hareketi’nin (Nahdat’ul Ulama) danışma kurulu başkanlığını yürütüyor.

2014 şartlarında Kalla’nın sivil bir politikacı ancak tecrübeli ve nüfuz sahibi oluşu partiler üstü kabul gören siyaseti Jokowi’nin başarısına etkisi olmuştu. Bugün ise, başkan yardımcılığı adaylığıyla öne çıkan Ma’ruf Hocanın yukarıda zikrettiğim iki özelliği, Jokowi’yi ülkede kendini dindar addeden seçmen kitlesine yakınlaştıracaktır. Bunun ülke politikalarında ‘İslamlaşma’ yönünde bir etkisi olur mu sorusunun cevabını bekleyip görmek gerekiyor.

Ma’ruf Hoca’nın başkanlık adayı, Jokowi’nin kimliği ve politikaları açısından da yeni tartışmalara veya  daha doğrusu var olan tartışmaların farklı yerlere evrilerek sürdürülmesine neden olacaktır. Öyle ki, daha 2012 Cakarta valilik seçimleri öncesinden başlayarak Jokowi adı üzerinde sürdürülen tartışmalarda, onun bir Çin kökenli olduğu; ülke demografik yapısı içerisinde yüzde 4’ler gibi bir yere sahip olmakla birlikte, ekonomide etkin Çinli patronların tesiri ve desteğine sahip olduğu ve uluslararası ilişkilerde de ABD yerine Çin odaklı bir politika izlediği yollu eleştiriler gündeme getiriliyordu. ‘Çin odaklı’ tartışmanın patlak verdiği yer ise Cakarta valiliğinde halefi Ahok bağlamında çıkan tartışmalar, dev gösteriler ve mahkeme kararları oldu. İşte bu nedenledir ki, Jokowi’nin niçin Ma’ruf Hocayı seçtiği sorusu önemli.

2016 İstiklal Deklarasyonu süreci

Bu temel soru pek çok açıdan çeşitlendirilebileceği gibi, cevaplarının da o ölçüde farklılaşabileceğini söyleyebiliriz. Ancak burada belirleyici olanın, 2016 yılı Sonbaharı’nda Cakarta meydanlarını dolduran ve kendilerini ülkede dini hareketin lideri olarak göstermeye çalışan çevrelere verilmiş temel bir cevap anlamı taşıdığıdır.

O dönem, söylemeye çalıştığım, ancak Türkiye’de işi uluslararası gelişmeleri anlamak olduğunu tahmin ettiğim çevrelerin bir türlü anlamak istemediği gerçek, çok geçmeden ortaya çıkmıştı gerçi. Sadece bu da değil… Cakarta meydanlarına toplanmış binlerce insanın yer aldığı fotoğrafların yanıltıcı bağlamına takılıp, gelişmeleri bir devrim havasıymış gibi konuyu kamuoyuna aktarma çabası içerisinde oldukları gözlemlenen diğer bazı basın organları da bu önemli ülkeyi ne kadar anladıklarını başarıyla ortaya koymuşlardı! Herhalde Ortadoğu’dakine benzer bir ‘bahar’ havası sezinlemiş olmalılar(dı).

Ancak bugün gelinen noktada, Endonezya siyasetinin çalkantılı yapısını göz ardı etmemekle beraber, 2016 hareketinin ve özellikle adına ‘İstiklal Deklarasyonu’ denilen yapının ortaya çıkmasını sağlayan kişi ve onun yanındaki kimi sözde İslamcı politikacıların hedeflerinde isabetsizliklerini ortaya koymaktadır. Bu deklarasyonun çöküşü, zaten 2017 Şubat’ındaki Cakarta valilik seçimlerinde ultra-milliyetçi Gerindra lideri Prabowo’nun manipülasyonu ile kanıtlanmıştı.

Bu çevrelerin başında gelen Rizieq Shihab Hoca, bugün Endonezya topraklarında yaşamıyor. O günden bu yana, kuvvetle muhtemel, hakkında açılacak dava/lardan korunabilme adına Ortadoğu’da bir Arap ülkesinde ikamet ediyor.

Hocanın ilmi kariyeri şu an için ilgi alanımızda değil. Karizmatik kişiliğine de diyecek sözümüz yok. 2016 yılında İstiklal Camii’ndeki hareketin tam da odağında olduğunu o gün bizzat camide yerimi alarak tanık olmuştum. Aksine, burada dikkat çekmeye çalıştığım husus, Hocanın ‘2016 hareketi’ne ve hatta daha öncesine baktığımızda çıkışının siyasi olmasıdır. Bu durum, onun söz konusu bu eylemlerini siyasi çerçevede ve Endonezya siyasal yaşamındaki yeri noktasında değerlendirilmesini gerektiriyor. Hatta adının yakın geçmişte başkan adayı olarak geçmesi bu düşüncemizi güçlendiriyor olsa gerek!

Bugün gelinen noktada, yukarıdaki sürece en iyi okuyan ve değerlendiren kişilerden birinin Jokowi olduğunu söyleyebiliriz. Şayet Jokowi’ye böylesi derin bir siyasal anlayış ve kavrayış gücü atfetmek istemiyorsak, en azından Jokowi’ye destek veren kesimlerin keskin gözlem ve değerlendirmelerinin kayda değer bir neticesinin sonuç verdiğini söylemek mümkün. Jokowi’nin 2019 Nisan’ında yapılacak seçimlere Endonezya Ulema Meclisi başkanıyla birlikte girecek olması bunun en önemli kanıtıdır. Öte yandan, sözde İslamcı partilerin bir kez daha sağ-milliyetçi siyasi yapılaşmanın domine edici gücü karşısında manipüle olmaları ve biraraya gelememeleri siyasi bir başarısızlık olarak hanelerine yazılmaya devam ediyor.

Prabowo nerede yanıldı?

Suharto’nun üvey evladı, ordudaki görevi sırasında adı insan hakları ihlâlleriyle anılan, ülkenin en zengin ‘siyasetçisi’ konumundaki Prabowo Subianto başkan yardımcılığı seçimleri sürecinde önemli bir çaba sarf etti. 2014 seçimlerini kaybetse de, yukarıda zikrettiğim ‘2016 İstiklal’ sürecinde perde arkasında en güçlü aktör konumundaydı.

Suharto’lu yılların bir devamı siyasetçi olmakla birlikte, o dönemi iyi tahlil edemeyen sözde İslamcı partilerden destek almasını bilen Prabowo, 2019 seçimlerinden umutlu olmak için neredeyse her yolu denedi. Öyle ki, “Benden iyi bir aday çıkarsa aday olmam.” bile dedi. Ancak gelinen noktada anlaşılan o ki, Jokowi karşısında iyi bir aday çıkartılamadı ve yine muhalefetin öncülüğünü üstlenmek Prabowo’ya kaldı. Prabowo aday olmasına oldu ancak, başkan yardımcılığını belirleme sürecini nasıl yönettiği konusu epeyce tartışma götürür.

Prabowo’nun başkan yardımcılığı için öneri götürdüğü partilerden Kalkınma ve Adalet Partisi (PKS), Demokrat Parti öne çıkan iki önemli siyasi partiydi. PKS’le görüşmelerde parti icra kurulu başkanı Salim Segat al-Jufri’nin adı geçiyordu. PKS’de bir süredir yaşanan iç sorunlar, Prabowo ile ittifak sürecine de yansıdığını söyleyebiliriz. Nihayetinde PKS’den bir isim Prabowo’nun yardımcısı olarak aday olmadı. Bunda Gerindra ve Demokrat Parti görüşmelerindeki gelişmeler de, kuşkusuz bir faktör olarak değerlendirilmeli.

Prabowo’nun kapısını çaldığı bir diğer parti, Demokrat Parti’ydi. Kendisi de eski bir asker olan ve eski devlet başkanı (2004-2014) Susilo Bambang Yudhoyo’nun oğlu Agus Harimurti Yudhoyono’ya öneri götürdü. SBY’nin orduda görevli oğlunu siyasette aktör yapma çabasının bir ürünü olarak genç yaşında ordudan istifa etmiş ve 2017’de Cakarta valilik seçimlerine aday olarak katılmış, fakat başarılı olamamıştı. SBY’nin hedefinde oğlunu Cakarta valiliği sonrasında başkanlığa taşımak vardı. İki lider arasındaki görüşmeler sonuç vermedi. Tıpkı Jokowi’nin Cakata valiliğinden başkanlığa çıkışı gibi… Ancak süreçlerin böyle işlemediğini son yaşananlar ortaya koymuş oldu.

Prabowo’nun yardımcılığı için düşündüğü bir diğer aday. Cakarta valisi Anis Baswedan’dı. Baswedan, Jokowi hükümetinde ilk dönem milli eğitim bakanlığı yapmış bir siyasetçi.  O da, 2016 İstiklal sürecinde sürpriz bir şekilde siyasal yaşamın odağına yer almış ve bu süreçte, yine Prabowo’nun desteğiyle aday olmuş ve valilik koltuğuna oturmuştu.

Belli partiler destek vermesi halinde bugün kendisini başkan adayları arasında görebileceğimiz Baswedan, Prabowo’nun bu önerisini geri çevirmesiyle Prabowo stratejisinde ne kadar yanıldığını bir kez daha kanıtlıyordu. Aslında Baswedan’ın gönlündü Prabowo’nun yerine ve onun desteğiyle başkan adayı olmak vardı. O da, SBY’nin oğlu için düşündüğü kısa formülün işe yarayacağını, Cakarta valiliğinde -tıpkı Jokowi gibi- geçirilecek kısa bir süre sonunda başkanlık koltuğunun hazır olduğunu düşünüyordu. Ancak onun için de süreçler maalesef bu şekilde işlemedi…

Tüm bu olup bitenlerden sonra şöyle bir durum var karşımızda. Prabowo’nun stratejik hesaplarında, kendisini sürekli ön plânda tutmasının anlaşılır nedenleri vardı ve gelinen nokta da bunu kanıtladı. Ancak yukarıdaki gelişmeler ışığında bakıldığında, Prabowo’nun başkanlık yarışında ihtiyaç duyacağı partilerarası ittifak oluşturmada başarılı olduğunu söylemek şimdilik mümkün gözükmüyor. Öyle ki, Gerindra-Demokratlar görüşmelerinde yaşananların ardından, Cuma sabahı yani bugün Demokrat Parti’den yapılan açıklamada Prabowo-Sandiaga ikilisinden desteğin çekildiği kamuoyuna ilân edildi. Şu anki profilde Gerindra, PKS ve bir diğer sözde İslamcı parti Ulusal Emanet Partisi (PAN) ittifakı bulunuyor.

İslamcı partilerin açmazı devam ediyor
Gelinen noktada, bu iki partinin Prabowo’ya destek vermeyi içlerine nasıl sindirebildikleri sorusu önemli. Yukarıda dikkat çektiğim üzere, Suhartolu yılların ürünü olan ve bu yıllara alternatif bir reform döneminin ürün olarak çıkmış PKS ve PAN bugün Suharto’nun üvey oğlu, insan hakları ihlallerinden sorumlu tutulan Prabowo ile ittifak halindeler.

Jokowi’nin Ma’ruf Hocayla birlikte seçime girmesiyle, ‘Müslüman kamuoyuna’ söyleyebilecek pek bir sözü kalmayan Prabowo’nun artık tek dayanağı kendi kökleri olan ultra-milliyetçi söyleme dönmek olacak. O da, yine yukarıda kısmen dikkat çektiğim Çin etnik azınlığın ülke siyasal yaşamında oynadıkları ileri sürülen rolden mütevellit ‘ülke bizimdir’ söylemine sığınmak ve ulusal siyaseti dar milliyetçiliğe sıkıştırmak olacak.

Oysa, Prabowo’nun başkan yardımcısı olarak belirlediği iş adamı Sandiaga’nın iş ortakları arasında Çinli işadamları da bulunuyor. Öyle değil mi? İslamcı partiler Suharto sonrası dönemin reform ortamında düşünce ve pratik noktada zafiyetlerini aşabilmiş değiller. Bu bağlamda, var olabilmenin şartı olarak da mevcut milliyetçi partilerle ittifaklara yanaşarak en azından birkaç bakanlık alarak statüko içinde var olmanın peşindeler. Son yirmi yılı bu partiler için reformdan statükoya dönüş olarak değerlendirmek mümkün.


7 Ağustos 2018 Salı

Açe’de PuKAT’la 10 yıl / A decade with PuKAT in Aceh

Mehmet Özay                                                                                                                        07.08.2018

Açe-Türk Kültür Merkezi veya Endonezyaca adıyla ifade edersek Pukat Kebudayaan Aceh-Turki (PuKAT) onuncu yılında Açe’deki kültür festivalinde yer alıyor. Bu vesileyle PuKAT nedir sorusuna açıklık getirmek ve bu anlamda geçen on yıllık süreci kısaca değerlendirmekte fayda var. On yıllık süre elbette pek de önemsenebilecek bir zaman dilimi değil. Ancak PuKAT’ın var olduğu coğrafyada ve Türkiye’de olup biten ve bu coğrafyayı etkileyen hadiselerin büyüklüğüdür ki, şimdi bu ‘kısacık’ dönemi hiç değilse hatırlatma sadedinde gündeme getirelim istedim.

Bu değerlendirme sadece, bu mütevazi oluşumun kendini tanımlaması ve bir ölçüde tanıtmasından öte bir başka anlam taşıyor veya taşıması gerekir. O da, Türklerin Açe’de kendilerini çeşitli yapılar altında ortaya koyarken neyi hatırladıkları, neyi dikkate aldıkları, yeni önemsedikleri kadar, bu unsurların tam tersi hususları yani neyi unuttukları, neyi es geçtikleri ve neyi önemsemediklerinin de kısa bir muhasebesi olmayı hak ediyor. Ancak bu kısa yazıda bu hususların tümüne detaylı bir şekilde değinmeyeceğimi de ifade etmeliyim.

Tabii burada, “durup dururken nereden çıktı bu Türk-Açe kültür derneği de?” diye sorulabilir. Aslında bu soruyu sormak abesle iştigal olmakla birlikte, bu soruyu bugün bile soranlar olacağını düşünmek mümkün. Aradan pek fazla zaman geçmese de, bu kısa zaman diliminde sadece Türkiye’yi değil, Açe’yi ve bu eyaletin içinde yer aldığı Endonezya’yı da büyük ölçüde etkileyen gelişmeler böylesi bir kültür derneğinin öneminin ne denli aşikâr olduğunu ortaya koyuyor olmalı.

Açıkçası, Türkiye’de belli çevrelerin sanki Amerika’yı yeniden keşfediyormuş gibi yeni yeni dillendirdikleri sözlü tarih hikâyesini uygulayabilecekleri önemli bir alan da sağlıyor PuKAT. Ben böyle bir sözlü tarih kurumunun yöneticilerinden olsam, atlar Açe’ye gider, Darüsselam semtindeki kampüsten, kültür ve politika esen kahvehanelerine, oradan Sultan II. Selim toplum merkezine ve bilimum kurum yetkililerini, kültür ve sanat çevrelerine mensup şahsiyetleri bulur PuKAT üzerinden şöyle güzel bir sözlü tarih hikâyesi ortaya koyardım. Ancak maalesef, en azından şimdilik, böyle bir imkândan yoksunuz.

2007 güz aylarından itibaren o dönemki adıyla IAIN Ar-Raniry yüksek İslam enstitüsünde yani, bugün aynı adla üniversite statüsüne yükseltilmiş olarak hizmet görmeye devam eden yüksek öğretim kurumunda başlayan ‘gönüllü’ öğretim görevliliğim sırasında, dönemin rektörünün bir ‘Türk köşesi’ oluşturma fikrinden hareketle yola çıkmıştık.

Bu önerinin uzun vadeli bir çaba olarak ortaya konulmasının farkına vararak ‘köşe’den ziyade, bir dernek üzerinden bu fikrin işlenmesini gündeme taşımış ve bu konuda da rektör ve rektör yardımcısının desteğini almıştık. Bu konuda hazır cevap olmamızın nedeni ise, zaten o dönem Sultan II. Selim toplum merkezinde Türkçe dersleri veriyor olmamız ve bunun kampüste bir merkezde çeşitlendirilerek çok daha anlamlı bir hale dönüştürülebileceği konusundaki inancımızdı. Çünkü bu merkeze gelenlerin büyük bir bölümü kampüste öğrenim gören gençlerdi…

Böylece, kurum içi yazışmaların ardından, IAIN Ar-Raniry’nin yüksek lisans programlarının yapıldığı biriminde bir yer tahsisi ile Türk-Açe Kültür Derneği, (Turk-Aceh Cultural Center-Pusat Kebudayaan Turki dan Aceh) hayata geçirilmişti. Bir kültür derneği olması hasebiyle, Türkiye Cakarta büyükelçiliği ile irtibat kurulmuş ve elçilikten kitap, dergi vb. materyalleri paylaşmaları rica edilmişti. Biraz da şaşırtıcı şekilde bu ricamıza olumlu yanıt almış ve birkaç kolilik kitap kolleksiyonu elimize ulaşmıştı.

Her ne kadar, kitaplar on yıllar öncesinde yayınlanmış, Soğuk Savaş dönemi politikalarını ve ilişkilerini içeren eserler içerse de içlerinde dernekte kullanabileceğimiz bazı eserler de bulunuyordu. Bunu bir nimet bilerek, mütevazi odada yine IAIN yönetiminin sağladığı bir kitaplık, birkaç masa ve sandalye ile oda işlevine başlamıştı. Dikkatinizi çekerse buraya kadar hiç ‘fondan’ vs. bahsetmedim. Herhalde bu hiç de ilgi çekici bir durum değildir. Ne elçilikten ne de o dönem ilişki de olduğumuz çevrelerden maddi herhangi bir talepte bulunmamıştık.

Fon talebinde değil ancak kitap talebinde bulunmuştuk bazı çevrelerden. IRCICA’nın yayınları arasında Arapça ve İngilizce olarak yer alan ve Açe yüksek öğretim çevreleri tarafından ilgiyle okunacağını tahmin ettiğimiz bir liste çıkartmış ve birkaç kez ısrarla talebimizi yinelemiştik. “Haa, o kurumdaki birileri benim abim olur, amcam olur.” diyen birileri maalesef bu abileri, amcalarından bir türlü talep ettiğimiz kitapları getirtememişlerdi ne hikmetse.

Böylece PuKAT’ın birinci dönemi başlamış oldu. Bir kültür derneği ne yaparsa biz de onu yapmaya çalıştık. Bir yandan, daha önce Sultan II. Selim toplum merkezinde başladığımız Türkçe derslerinin benzerini bu sefer kampüs sınıflarında kültür formunu da içerecek şekilde başlattık.

O dönem, Türkiye’de yüksek öğretime öğrenci alımları elçilikler üzerinden yapıldığından, çeşitli fakültelerden bize danışan öğrencilere rehberlik yaparak, elçilikle temas ve yazışmalarda yardımcı olmaya çalıştık. IAIN Ar-Raniry, yüksek İslam enstitüsü olduğunu söylemiştim. Haliyle İslami bilimlerin çeşitli alanlarında öğrenci yetiştiriyordu. Ancak, bu bölümlerden Türkiye’de yüksek lisans için başvuran öğrenciler bir türlü kabul alamıyordu. Aradan fazla bir süre geçmemişti ki, bunun nedeni anlaşıldı.

O dönemin ruhuna uygun bir şekilde olsa gerek, bir elçilik üst düzey yetkilisi İslami bilimler alanından öğrenci kabul etmek yerine farklı bölümlerden öğrencilerin başvurularını değerlendirdikleri minvalinde bir açıklamada bulunmuştu. Ve başvuru yapan öğrencilerden toplam yedi kişinin ki, bunların hepsi de caddenin öte yakasındaki Şah Kuala Üniversitesi’nde çeşitli bölümlerde okuyan öğrencilerden oluşuyordu.

Dernek olarak niyetimiz, bu öğrencilerin öğrenimlerinin hemen ardından Açe’ye dönüp ya ilgili fakültelerinde öğretim görevlisi veya sahada kendi mesleklerini icra edecekleri ve böylece Açe toplumuna hizmet etmelerini görmekti. Aynı zamanda, bu öğrencilerin öncülüğünde kampüs çevresinde entelektüel bir çabanın ortaya konmasına vesile olmaktı.

Ancak bu öğrenciler Türkiye’ye gittiklerinde pek ses soluk gelmemesine şaşırırken, yeni bir şeyi daha fark etmiş olduk. O da, Türkiye’de bu gençleri hazır birer eleman olarak görme niyetindeki gruplar ‘kafa çekmece’ işlerinde maharetlerini göstererek, bu naif gençleri kendi kulvarlarına çekmişlerdi. Bu süreçte, acaba bugün adı ‘terörle’ anılan yapı var mıydı sorusunun cevabını artık ‘sözlü tarih’ çalışması yapılırsa bulabileceğiz!

Sadece öğrenci göndermekle kalmamıştık. Öğretim görevlileri ve hatta yeni dönemde seçilen yeni rektör -ki çok yakın döneme kadar görevdeydi- ve dekan/lar da dahil olmak üzere Türkiye ziyaretlerini organize etmiştik. Ancak bunlar içerisinde verimli ve kalıcı bir hale dönüşen ise Hasbi Amirüddin’in üç aylık süreyle İSAM’a konuk olmasıydı. Hasbi Bey’in ilgisi ve çalışması bir kitap ve bazı makaleler ile somut ürünlerini verirken, bu ilgisi halen devam ediyor. Diğer ziyaretlerin niçin bir verime yol aç/a/madığını yine gelecekte yapılacağını umduğumuz ‘sözlü tarih’ çalışmasına bırakıyoruz…

Melun insanların neden olduğu gelişme nedeniyle 2010 yılı başlarında Açe’den ayrılmak zorunda kalmamla birlikte, IAIN Ar-Raniry’deki ofisi kapatmış olduk. Akabinde Malezya’ya geçmem üzerine IAIN Ar-Raniry süreci de kapanmış oldu. Ancak PuKAT düşüncesi devam ediyordu. Kısa bir süre sonra Açe’ye döndüğümde dostumuz Thayeb’in önerisiyle merkezi, bu sefer kampüs dışında özel çabalarla kurma düşüncesini benimsedik. PuKAT, sabit bir mekânı, ofisi olmadan ikinci dönemine başladı. Sabit mekânı olmayan PuKAT her yerdeydi aslında. Benzeri yapılar gibi ofisini sembolik bir ifadeyle ‘Solong’da açan PuKAT, saha çalışmalarını, gezilerini, küçük çaplı toplantılarını hiçbir fona gerek kalmadan gerçekleştiriyordu.

Malezya’da akademik yaşamım devam ederken, Açe’de dostlarımız kendi halindeki bu yapıyı devam ettirme gayretindeydiler. Uzun aralıklarla Açe’de kaldığım dönemlerde günün şartlarına uygun kültürel ve entelektüel programlar ile başkent Banda Açe’de dikkate alınan ve bir ölçüde beklenen çalışmaları ortaya koymaya çalıştık.

Bu süreçte, mekân ihtiyacımız hasıl olduğunda, Sultan II. Selim toplum merkezi yönetimine başvurumuz sürekli olumlu cevap alırken, burada bu kurumu o dönem yöneticisi olan ve bize her türlü kolaylığı sağlayan Muhammad Fauzan’ı hürmetle anmak istiyorum. Fauzan dostumuzun yine ‘sözlü tarih’ çalışmasına yakışacak kıymetli anıları olduğunu şimdiden söylemiş olayım…

Sultan II. Selim’de başkent Banda Açe’deki içme suyu sorunundan, Açe kökenli ve 2. Dünya Savaşı öncesinin sadece Malaya’sının değil, o dönem Güneydoğu Asya’nın parlayan yıldızı P-Ramli’ye; sadece bir aylığına Türkiye’ye staja gönderdiğimiz Ariful adlı genç dostumuzun kitap tanıtımı vesilesiyle yüzlerce öğrencinin bir araya geldiği programdan Türkiye’de 2015 Haziran seçimleri öncesinde Türkiye siyasetine dair bir profesör ve Açe parlamentosuna mensup iki milletvekilinin katılımıyla yaptığımız ‘açık oturum’ vs. vs… Bu süreçte artık öğrenci göndermiyorduk. Çünkü öğrenci alım işleri elçiliklerden başka bir kuruma geçmişti... Ancak başka alanlarda konuşmak ve iş yapmak istiyorduk. Çünkü böylesi bir talep vardı. Zaten yukarıda değindiğim birkaç konu da bunu açıkça gösteriyor olmalı.

Girişte, PuKAT’ın Açe’de bugünlerde gerçekleştirilmekte olan kültür festivaline yer aldığını söylemiştim. Bu mütevazi kurumun önemli üyesi bir dostumuz, festival öncesinde PuKAT standında sergilenmek üzere Türkiye’nin Cakarta Büyükelçiliğinden Türkiye’yi tanıtıcı bazı materyaller talep edebilir miyiz diye sorduğunda, hiç duraksamadan hayır cevabını vermiştim. Ve ardından şunu eklemiştim: “Şayet elçilik hâlâ PuKAT’ı tanımıyor ve Açe’deki kültür festivalinden haberi yoksa, boşver gitsin. Hiç önemi yok.”

PuKAT’ın gönüllüleri bu oluşumun ikinci dönemi olarak adlandırdığım 2011 yılından itibaren ortaya koyduğumuz çalışmaların matbu malzemelerini, görsellerini standında sergiliyor festivalde. Ayrıca, bu çalışmalarda canla başla çalışmış dostlarımız, ortağı oldukları hâlâ canlı anılarla PuKAT’ın ne olduğunu ne yapmak istediğini ve neler yaptığını ve gelecekte neler yapacağını ilgili katılımcılara aktarıyorlar.

PuKAT’la ilgili söyleceklerim bu kadarla sınırlı değil elbette. Bunun bir nedeni, bu döneme ait en azından bazı ‘aktörümsü’ yapıların devam ediyor oluşlarıdır. Zaten girişte de konuya kısaca değineceğimi ifade etmiştim. Bu bağlamda yaşananların ‘tarih’ olmasını beklemek ve ilerde detaylı bir şekilde konuyu ele almak mümkün olabilir.

Nice çalışmalara PuKAT!