29 Eylül 2017 Cuma

Endonezya 30 Eylül’de neyi hatırlıyor? / What does Indonesia remember on 30th September?

Mehmet Özay                                                                                                                          30.09.2017

30 Eylül 1965 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi, Endonezya modern tarihinin en önemli dönemeçlerinden biridir. Altı generalin öldürülmesine rağmen akamete uğratılan ‘darbecilerin’ dönemin en önemli siyasi hareketi olan Endonezya Komüsit Partisi’yle bağlantıları ile gündeme gelir. Bu sürecin öne çıkan başlıkları devlet başkanı Sukarno’nun görevden alınması, komünist partisi mensubu olduğu belirtilen ve sayıları yüzbinler ile milyonla ifade edilen kişinin ‘pasifize’ edilmesi, ‘darbeyi önleyen’ Suharto’nun karşı darbe sonrasında devlet başkanlığı koltuğuna oturarak otuz iki yıl boyunca ülkeyi yönetmesidir.

Arka plânda ise, dönemin Asya-Pasifik bölgesindeki jeo-politik durum, Adalar ülkesinde bağımsızlık öncesinde başlayan ve sonrasında farklı yönelimleriyle devam eden ideolojik mücadele olduğu görülür. Bununla birlikte, ülke modern tarihindeki bu en önemli gelişmenin bugüne kadar tüm yönleriyle bırakın çözülmesini, hakkında geniş çaplı araştırma ve soruşturmanın yapılamadığı bir döneme işaret eder. Sosyolojik anlamda ise, yaşanan ‘darbe’ sürecinde, ‘halim-selim Malay ırkına’ mensup Endonezya toplumunun, bazı raporlarda dikkat çekildiği üzere 20. yüzyılın ‘kitlesel kıyımı’yla anılan önde gelen şiddet hadiselerinden birine konu olması, yaşanan toplumsal travmaların hangi boyuta ulaşabileceğini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.

Jeo-politik bağlamıyla da, klasik ifadesiyle batıda ‘Fas’tan başlatılan İslam coğrafyasının en azından son seksen yıllık süreçte maruz kaldığı toplumsal ve siyasal çalkantıların, en çok ‘Müslüman’ nüfusu barındıran doğudaki bu ülkesini de ‘es’ geçmemesiyle önem taşır. Bu bağlamda, daha bağımsızlık öncesinde sömürgecilik karşıtı toplumsal ve siyasal hareketlerin güçlü damarlarından biri olan İslamcı siyaset içinde yer alan toplumsal grupların, söz konusu bu darbe sürecinde nerede durdukları ise ayrı bir çalışma konusu.

Darbeye sebebiyet veren grubun dönemin komünist partisi ve bu partiye destek çıkan dönemin devlet başkanı Sukarno olduğu iddiaları karşısında bu girişimi önleyen, yine ordu içerisinde yer alan Suharto liderliğindeki askerlerdir. Dönemin devlet başkanı -ki bir başka ifadeyle 1945 yılındaki bağımsızlık ilânını gerçekleştiren kurucu baba Ahmed Sukarno’nun görevden el çektirilmesi ve ardından görevine son verilmesine karşılık ‘işlemiş’ olduğu bu suçtan ötürü yargılanmaması da bir başka husustur. Öte yandan, darbeyi önleyen veya bir başka ifadeyle karşı darbe gerçekleştiren Suharto’nun bir süre sonra devlet başkanlığına seçilmesi ile Endonezya yeni bir döneme adım adım atmış oldu.

1945-1965 yılları arasında yirmi yıl boyunca ülkeyi yöneten Sukarno iktidarı döneminde, siyaset terminolojisinin içerdiği tüm akımları bünyesinde barındıran bir siyasi anlaşılı hayata geçirse de, belki de bu dönemi tanımlayacak en iyi sözcük istikrarsızlığın süreklilik kazanmasıdır. Sukarno, 1920’li yıllardan itibaren içinde yer aldığı milliyetçi hareketin ulaştığı bağımsızlık sonrasında, geniş toprakları içinde barındıran ülkede toplumsal ve ekonomik refaha kapı aralayacak tedrici bir iyileşmeyi değil, sürekli hükümet değişiklikleriyle siyasette bir tür istikrarsızlık kültürünün yeşermesine neden oldu.

Suharto’nun 1965 yılı 1 Ekim’inde fiili ve 1968 yılında ise resmen devlet başkanlığı koltuğuna oturmasıyla 1998 yılı Mayıs ayına kadar sürecek iktidarının ülkeye neler getirip neler kaybettirdiği üzerine de bugüne kadar popüler ve akademik bağlamlarda epeyce kalem oynatıldı. Muhalifleri tarafından kendisine ‘Güler yüzlü diktatör” lakabıyla anılan Suharto’nun, mensubu olduğu siyasi parti ve toplumsal kesimler tarafından ise ülkede ‘kalkınmanın babası’ unvanına layık görülmesi, aslında otuz iki yıllık iktidarı dönemini de aşan çelişkilere gönderme yapmasıyla üzerinde durulmayı hak eder. Burada, darbe sonrası Suharto iktidarına dair farklı bir görüşü gündeme getirmeye çalışalım.

General Suharto’nun tipik bir Asya-Pasifik ülke lideri olarak kökenleri orduya dayanan, gençlik ve gelişme yıllarını sömürgeci güçlere karşı mücadele ile geçirmiş en azından ya ailesi veya bulunduğu toplumsal ve siyasal akımlar bağlamında bu süreçle ilgili anlatılanları birinci elden dinleme imkânı bulmuş bir nesilden geliyor. Öte yandan, Suharto’nun 1942-1945 yıllarında Japon işgali döneminde Japon pasifik güçlerine mensup ordu yapılaşmasına bağlı birimlerde eğitim görmesi ve Japon sosyalizasyonuna ve modernleşmesine yakinen tanık olduğuna işaret eder. Suharto bu süreçte, muhtemelen sadece pasif bir Japon takipçisi değil, bizzat bilinçli olarak Japon modernleşmesine dair okumalar ve hatta Japon subay ve bürokrasisiyle görüşmeler yapmış olması da muhtemeldir. Kaldı ki, Japonya-Endonezya siyasi ilişkilerinin gelişme gösterdiği yılların Suhartolu yıllara denk gelmesini de burada not düşmek gerekir.

Suharto’nun bu ‘Japon bağlantısı’ndan hareketle 32 yıllık iktidarında ‘diktatör’ lakabının yanı sıra, ‘kalkınmanın babası’ unvanını hak edecek bir ekonomik istikrar sürecini hayata geçirmesinin arka plânında neler olabileceği sorulabilir. Bu noktada, ‘Asya özgürleşmesini’ küresel bir politika haline getirip, bunu sömürge güçlerine karşı açtıkları savaşla pratiğe geçiren Japonya’nın bir ordu-milliyetçilik-otoriteryenizm üçlemesinin Suharto’ya bir ‘ilham’ kaynağı olabileceğine dair referanslar bulmak zor değil. Asya-Pasifik bölgesinde uzun dönem hüküm süren sömürge güçleri yani, İngiltere-Fransa-Hollanda ve kısmen ABD’nin bölgeden çekilmelerinin ardından bıraktıkları siyasi ve bürokratik yapılar, sömürge dönemi siyasal ve idari mekanizmasının bir devamı olarak kurgulanmıştır. Endonezya’da Suhartolu yılların 350 yıl hakim olmuş Hollanda’nın mı yoksa 3.5 yıl hüküm süren Japonya’nın tesiri olduğu sorusu bu anlamda ilginç bir sorudur.

1850’li yıllardan itibaren, ‘Batılılaşma’ ve ‘modernleşme’ evrelerini kabullenen Japonya endüstrileşmesi, doğal kaynaklara erişimi ve savaş mekanizasyonunu geliştirmesiyle kendine Asya’nın büyük abisi rolünü biçerek, Asya-Pasifik bölgesinde bağımsızlaştırıcı bir işleve soyundu. Bu süreçte hiç kuşku yok ki, Japon siyasi eliti sömürgeci güçlerin varlıklarının salt küresel ticaret sistemine dayalı bir yapı olmadığını, bunun daha geniş ve güçlü bir ekonomi ile askeri güce dayandığını tarih okumalarının yanı sıra, bölgedeki sömürge yönetimlerinin, en azından yine 1850’li yıllardan itibarenki yapılaşmalarından öğrenmiş olmalılar. Japonya zamanla edindiği askeri gücünü, bir Avrupalı ulus kabul edilen Rusya ile 1904 yılında yapılan savaşta ilk kez ciddi anlamda sınamış oldu. Bu nedenle, ‘Endonezya milliyetçiliği’nin öncü hareketlerinin Hollanda sömürgeciliği karşısında Japon ‘başarısından’ ilham almalarına şaşırmamak gerekir. Ve Japonların bu başarısı dönemin Malayca yayın yapan basın organlarında -diğer bazı örnekleriyle birlikte- sıklıkla dile getirilen bir olguydu.

Japon militerleşmesinin en bariz örneği kuşkusuz ki, 1942 yılından itibaren Malay topraklarına ayak basmasıyla birlikte kendini ortaya koydu. O dönem sömürge karşıtı silahlı oluşumlar içinde yer alan Suharto’nun bizzat eğitim aldığı bu Japon ordusu, onun iktidarı döneminde başlı başına bir referans noktası olmalıdır. Suharto, üniformasını çıkartıp bir sivil siyasetçiye dönüşse de, ülke yönetiminde merkezden çevreye kadar tüm noktalarda ordu mensupları bakanlıklardan, genel müdürlüklere, belediye başkanlıklarından köy yönetimine kadar ülkenin her noktasında var olmaya devam ettiler. Bu anlamda, Endonezya ordusunu, tıpkı ‘kurtarıcı’ sıfatına sahip diğer Asya ordularından bir farkı olmadığı ve ülkenin kaderinde belirleyicilikten geri durmadığı görülür.

Ordunun ülke yönetimini bir ağ gibi sardığı ve küçüğünden büyüğüne neredeyse tüm politikalarda belirleyici makamında olması karşısında, bürokraside yer alan sivillerin ordu dışınıdaki çeşitli toplumsal ve siyasal yapıların temsilcileri olduklarını düşünmek iyi niyetli bir yaklaşım olacaktır. Ancak Suharto iktidarında ordunun işlevi/rolü ve geniş bürokrasi dünyasına nüfuzu dikkate alındığında daha farklı bir olgu olarak karşımıza çıkar. Ki buna Endonezya siyasetinde ‘dwi fungsi’ yani ‘iki işlev’ adı verilir. Endonezya ordusunun ülkeyi ‘dış tehditlere’ karşı koruma işlevinin yanı sıra, iç politikada aktör olarak yer alma gibi anayasal bir yeri de bulunuyor. Ordunun bu temel yapılaşmasının bugüne kadar daha çok iç politikada belirleyicik ile öne çıktığı da bir başka gerçek.
Endonezya’nın 30 Eylül 1965 ve sonrasında yaşadıkları bugün her açıdan siyasal ve toplumsal ilişkileri belirlemede önemli bir hadisedir. Bu dönemi tüm vecheleriyle ele almanın, hem Endonezya hem İslam coğrafyasının farklı bölgelerinde olup bitenleri anlamada oldukça işlevsel olduğuna kuşku yok.


28 Eylül 2017 Perşembe

Arakan’a doğru sorular sormak (III) / Asking Right Questions to the Rohingnya (III)

Mehmet Özay                                                                                                                          28.09.2017

Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nde 25 Ağustos’da başlayan şiddet olaylarının ardından bir kez daha büyük bir göç hadisesi yaşanıyor. Şu ana kadar beş yüz bin civarında Arakanlı (Rohingya) Müslüman, başta Naf Nehri’ni aşmak suretiyle Bangladeş sınırının öte yakasına geçti. 1997 yılında yaşanan göç hadiselerinin ardından dönem dönem yaşanan şiddet olayları sonrasında yine benzer bir durum yaşanıyor.

Bu süreçlerde ‘imkânını’ bulan grupların takalarla okyanusa açılarak hedeflerinin özellikle Malezya olduğu biliniyor. Bir ayı aşkın bir süredir devam eden göç hadisesinin ardından beklenen haber bugün manşetlere düştü. Aslında ortada şaşılacak bir durumun olmadığı, bir kez daha bu haberle kanıtlanmış oldu. Bölgenin önde gelen yayın organları Myanmar’dan başlayarak, en azından şu ana kadar ki göstergeler ışığında Malezya ve hatta Endonezya’nın Sumatra Adası’na kadar uzanan bir insan trafiği olgusunu yine gündeme taşıyorlar.

Arakanlı Müslümanların sorununun başta siyasal tanınırlık olmak üzere çok boyutlu nitelik taşıdığı ortada. Bununla birlikte, Arakanlıların ‘vatan’ topraklarında karşı karşıya kaldıkları her şiddetin ardından, halkının çoğunluğu Müslüman olan bazı komşu ülkeler dahil olmak üzere ayak basabilecekleri güvenli bir toprak arayışını sürekli sürdürdüler. Ve bunu, ulaşım imkanları, maddi kazanç, eğitim gibi yoksunluklarına rağmen, içinde bulundukları açmazların zorlamasıyla önlerine çıkan her imkânı kurtuluş vesilesi sayarak ya da buna kendilerini inandırarak yaptılar.

Zorunlu göçe tabi tutulan bu halka, ne yanı başlarındaki Bangladeş, ne de uzak/yakın komşu diğer ülkelerin ilk elden ve gönülden el uzatma çabası içerisinde olduklarına tanık olunduğu söylemek mümkün. Aksine, yine bugüne kadar tanık olunduğu üzere, ya günün getirdiği uluslararası baskıların zorlamasıyla ya da iç politikada ‘zulme uğramış bir Müslüman kitleye yardımın’ sağlayacağı popülaritenin getirisi bağlamında pragmatik çıkışlardan başka bir yaklaşım görülmüyor. Bu halk, ya takalarla yaptıkları zorlu deniz yolculuğunun ardından çıkabildikleri kara parçası üzerinde zoraki konuk edilme veya 2015 yılı Mayıs ayında olduğu gibi, bizzat ilgili ülke sahil güvenliklerince okyanusa geri gönderilme kaderini yaşadılar.

İlk durumda yani zoraki kabul edilmenin şartlarını ASEAN kurallarıyla, ilgili ülkenin Birleşmiş Milletler’in mültecilerle ilgili yasalarını kabul edip etmedikleri çerçevesindeki yaklaşımları belirleyici oldu bugüne kadar. Ancak bu durum, uzun vadeli sığınacak güvenli bir yer arayan bu kitle için anlık bir çözümden öte bir anlam taşımıyor. Öyle ki, tıpkı Myanmar merkezi yönetiminin vatandaşlık vermemesi nedeniyle kendi anavatanlarında varlık ile yokluk arasında, bir başka deyişle aidiyet krizini hem mekân hem uzam noktasında yaşayan bu halk, karaya çıktıkları andan itibaren yine benzer bir varoluş sorunuyla yüz yüze kalıyorlar.

İlgili ülke yetkilileri ve uluslararası kurumlar, bu insanların nasıl olup da onca yoksulluk ve yoksunluk içerisinde derme çatma teknelere binebildiği, büyük tehlikeleri göze alabildiğini sorgulama cesaretini gösteremiyor. Oysa bu insanları, daha şiddete maruz kaldıkları topraklardan başlayarak, zorunlu mülteci konumuna düşdükleri yanı başındaki ülkeden giderek daha fazla sömürü aracı kılınmalarına neden olan ‘hedef ülke/ler’de, adına insan kaçakçıları denilen bir mafia organizasyonu karşılıyor. Sanki bilerek bu mafia organizasyonunu bizzat görünmez kılan hayaletimsi bir varlıkmışcasına tanımlamaya çalışan da yine ilgili ülke yetkilileri ve uluslararası kurumlar oluyor.

Oysa güvenliği öncellediklerini her daim ilân eden, ellerinde ordu, polis, göçmen bürosu gibi güvenlik birimlerine sahip ülkeler bu tür gelişmelerin önünü alma konusunda sağlıklı bir politika geliştir/e/miyorlar.

Bölge ülkelerinin, örneğin sahil güvenlik gibi birimlerinin yeterli olmayışı, alt yapı imkânlarının kısıtlılığı gibi mazeretlerin zaman zaman gündeme taşınması ise durumun felâketini ortaya koyan bir başka gösterge. Bugüne kadar takalarla güneye seyreden Arakanlıların hedefinde Malezya olduğu herkesin malumu. Zaten bunu Malezya’lı makamlar da dile getirmişti. Son yaşayan gelişme üzerine küresel tepkiler Malezya makamlarını ‘olası göç dalgası için önlem almaya’ itmiş ve Malezya’nın bu insanlar için ‘geçiş noktası’ olabileceğini açıklamışlardı.

Arakanlıların hedefinde Malezya var demişken… Bununla ilgili olduğu düşünülebilecek bir örnek vermekte fayda var. 2015 yılı Mayıs ayında Endonezya’nın batısında Açeli balıkçıların yardımlarıyla karaya çıkabilen yaklaşık bin kişilik Arakanlı, Endonezya merkezi hükümeti tarafından Açe’deki üç farklı kampta bir yıl boyunca yerleştirilmelerine izin verildi. Ancak daha bir yıl dolmadan kamptakilerin yaklaşık dörtte üçünün ‘kaçtığı’ belirlenirken, diğer geri kalanları da yıl sonuna doğru ABD’nin Medan’daki konsolosluğunda mülâkata alındıktan sonra bu ülkeye götürüldükleri yönünde haberler gündeme geldi. Kamplardan sorumlu kişilerin ifadeleri kadar, bazı yayın organlarında da çıkan bu haberlerin doğruluğu herhalde öncelikle birinci elden konuyla ilgili yetkilileri sarsmalı. Çünkü kampların öyle gelişigüzel yerlerde seçilmediği, kamplarda kalanların kendi başlarına bırakılmadığı zaten ortada(ydı).

Öte yandan, bu ayın ortalarında, Malezya’nın Borneo Adası’ndaki Saravak Eyaleti başbakanı, Arakanlı Müslümanların geçici olarak eyalete yerleştirilebilecekleri yönünde çıkan bazı haberler üzerine yaptığı açıklamada, ‘Eyalet’te etnik güvenliği tehdit edeceği’ gerekçesiyle böylesi bir olasılığın mümkün olmadığını söylemişti. Ancak Malezya’nın bu ‘kararlı duruşuna’ rağmen, nasıl olup da ülkede on binlerce Arakanlının barınabildiği sorusunu sormak gerekiyor. Sahil güvenliği yetersiz kabul edilerek sınır geçişlerindeki ‘kolaylıktan’ istifade eden Arakanlıları, oldukça modernize olmuş intibaı veren güvenlik birimlerinin nasıl tespit edemediği de herhalde cevaplanabilir bir soru olmalı.

Ancak Malezya makamları, aralarında Arakanlı Müslümanların da olduğu ülkedeki kaçak göçmenlerle ilgili kapsamlı bir çalışma yap/a/mazken, ülkede faaliyet gösteren BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nce Ağustos ayında yapılan açıklamada ‘mülteci datasına’ sahip olduklarını gündeme getiriyordu. Bu açıklama, haliyle hükümet yetkilileri ile BMMYK Richard Towle arasında bir gerginliğe de neden oldu. Komiserliğin kayıtlarında mülteci ve sığınmacı olarak toplam 150.000 kişi bulunurken, Towle, hükümetin kendilerine iki yıl önce BM’nin bu tür çalışmasında yer almayacaklarını hatırlatması ise işi daha ilginç kılıyordu.

Tabii işin Bengal Körfezi ve Malaka Boğazı boyutu öne çıkarken, insan tacirlerinin başka bir rotası da Bangladeş’in batısından Hindistan’a ve oradan da Batı Asya topraklarına doğru uzanıyor. Peki Arakanlılar bu tehlikeli ve meşakkatli yolculuklara çıkabilecek maddi imkânı nereden bulabiliyor. İyi niyetli düşünceyle hareket ederek, bu halkın zaten daha önce örneğin Malezya’ya gelip yerleşmiş yapılabilecek en zor ve tehlikeli işlerden kazanılan paraların insan tacirlerine aktarılması ilk sırada bulunuyor. Ardından ise belki de günümüzün köle ticareti olarak da adlandırılabilecek bir yapı karşımıza çıkıyor ki, bunun üzerinde durup biraz daha düşünüp gerekiyor.


24 Eylül 2017 Pazar

Arakan’a doğru sorular sormak (II) Asking Right Questions to the Rohingnya (Arakan) (II)

Mehmet Özay                                                                                                                          25.09.2017

Batı ve Doğu Bengalde yaşayan halkla benzerliklerine dikkat çekilmekle birlikte, Bangladeş hükümetinin Rohingnya (Arakan) Müslümanlarına empati beslediği söylenemez. Kaldı ki,  Bangladeş halen 1971 bağımsızlığı sürecindeki gelişmelerle tıkanmış iç politikası, yanı başında bu bağımsızlığı bizzat Bangladeş siyasi liderlerine sunan Hindistan’ın ülkenin dış politikasında bile belirleyici olabileceğini tahmin etmek güç değil.

Son dönemde, 1971 yılındaki bağımsızlık sürecindeki gelişmelerin gündeme taşınmasıyla Bangladeş siyasetinde yaşanan sorunlar nedeniyle ve toplumsal kutuplaşmanın had safhaya vardığı bir ortamda ülke politikacılarını içe kapanmaya zorluyor. Bu bağlamda, özellikle toplumun bir bölümüne yönelik baskıcı politikaların doğurduğu korku ortamı Bangladeş kamuoyunu, yanı başındaki komşuda yaşanan insanlık dramını meşru siyasal mekanizmaları kullanarak kendi hükümetini hareket geçirtebilmesine de olanak tanımıyor.

Yoksulluğun en belirgin toplumsal sorunlardan biri olduğu ve kamuoyunun azımsanmayacak bir bölümünde önemli sosyal politikaların hayata geçirilmesi beklentisinin olduğu bir dönemde, yanı başındaki komşudan göç eden kitleye Bangladeş devletinin herhangi kapsamlı ve hedef içerikli yardımından söz edilemiyor.

Bu durumda, göç eden kitlelerin yaşadığı bölgedeki Bangladeş halkının yerel bazda sivil toplum kuruluşları marifetiyle -ki bir bölümü uluslararası kuruluşlarla işbirliğiyle ancak bunu yapabiliyor- Arakanlılara yönelik ilgisi ve yardımı söz konusu olsa da, bunun adı üstünde yerel kaldığı ve sorunun üstesinden gelecek boyutta olmadığı da ortada.

Bir an için, Bangladeş hükümetinin yüzbinlerce Arakanlı Müslümanın ağrısını dindirecek bir takım çözümler gündeme getirme çabasında olduğunu düşünsek bile, bunun kendi ülke vatandaşları arasındaki geniş yoksul kitleler nezdinde nasıl bir karşılık bulacağı ve bunun ulusal politikada seçim süreçlerine nasıl yansıyacağı da siyasi elitin dikkate aldığı bir husus olsa gerek. İç sorunlarını çözmekten uzak, aksine siyasal ve toplumsal kutuplaşmanın alabildiğine arttığı bir Bangladeş siyaseti ve toplumsal yapısı içerisinde, Bangladeş hükümetinin Arakanlı Müslümanlar sorununu Myanmar yönetimiyle siyasi görüşmelerle çözüme kavuşturma gibi bir çabasına da imkân ve ihtimal vermiyor.

Bu noktada, Arakan Müslümanlarının durumu ‘etnik temizlikle’ anılsa da, Bangladeş hükümetinin izlediği politika Myanmar ‘içişlerine’ karışmama ‘ilkesi’ çerçevesinde seyrediyor. Bu anlamda Bangladeş ASEAN üyesi olmasa da, tıpkı ASEAN sözleşmesindeki meşhur madde, “üye ülkeler bir diğerinin içişlerine karışamaz” kuralına tabi olduğunu bu politika/sızlığı ile ortaya koyuyor.

Arakan’da olup bitenler karşısında anlamlı bir duruş ve eylem sergilemek yerine, benzetmelerle veya işi ‘ümitlere’ bağlayarak süreci götürmeye çalışmak mümkün değil. Örneğin ‘Arakanlılar bir başka Filistin’ demekle, belki uğranılan ‘zulm’ün neye tekabül ettiği ortaya konmak isteniyor olabilir. Filistin’de en azından bir yüzyıla yaklaşan süreçte olup bitenler sonrasında bugün Filistin halkının maruz kaldığı durumun hiç de iyiye gittiği söylenemeyeceğine göre, bu benzetme ile belki de Myanmar’ın batısındaki Arakan Eyaleti’nde istenmeyen yönüne atıfta bulunuluyor olabilir.

Ve açıkçası bu yaklaşımın Arakan için doğrulanabilecek bir duruma işaret ettiği söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, adına İslam dünyası denilen bütünün Filistin için ne yaptığı ve bu yaptıkları (!) sayesindedir ki, Filistin bugünkü haldeyse, o zaman Arakan’a yapılan göndermelerin aslında Arakan’ın sorununu çözmek yerine, çözümsüzlükle birlikte anılması anlamı taşıdığı ortaya çıkıyor.

Öncelikle Arakan’a insiyaki tepkiler vermek durumu geçiştirmek anlamı taşıyor. Ancak yapılması gereken olan biteni doğru ve yerli yerinde anlama çabası olmalı. Bunun için de, önce empatiyle başlayan ve araştırma hevesiyle devam eden, sorgulamayı ve görmeyi, gözlemlemeyi içeren uzun ve zorlu bir çaba ortaya konmalı. Bu noktada, tarihi referasların işe yararlılığından hareketle, bu toplumu hem kendi asli vatanlarında hem diasporada neye toplumsal, siyasal, kültürel ve dini bağlamlarda neye tekabül ettiğini ortaya koymak icab ediyor.

Diyelim ki, son beş yılda yaşanan dramlara rağmen, Myanmar hükümetinin etnik temizlik girişimleri karşısında Arakanlı Müslümanları siyaseten temsil edebilecek bir yapının olup olmadığı sorusuna bugüne kadar tumturaklı bir cevap verilebilmiş değil. Malaya Üniversitesi’nde Myanmar uzmanı olarak tanınan bir hocayla görüşmemde, “Arakanlı Müslümanların cahilliğine” vurgusu dikkat çekiciydi. Bu ‘cahillik’ tabii ki bir aşağılama içeren bir kullanım değil, aksine Arakan toplumunun on yıllar boyunca maruz kaldıkları zulüm ve baskılarla ellerinden alınan veya kendilerinden esirgenen eğitim, iş, serbest dolaşım, doğum hakkı gibi çok temel haklarından mağduriyetinin bir rolü var. Ve tüm bu unsurların bu toplumun ellerinden alınan ‘vatandaşlık hakkı’ ile doğrudan ilintili olduğu aşikâr.

Ancak bugün, girişte dikkat çektiğimiz üzere, Bangladeş başta olmak üzere, Malezya, Tayland ve Arap coğrafyasının farklı ülkelerinin yanı sıra, Avrupa ve ABD’de yaşadığını bildiğimiz diasporanın temsil imkanı niçin yoktur sorusuna bugüne kadar sağlıklı cevap alınamamıştır. 2012 yılındaki gelişmenin akabinde o dönem İslam ülkelerini temsil ettiği iddia edilen kurumun girişimiyle ABD’de Arakanlı bir profesörün lider olarak belirlendiği ilân edilse de, ne bu profesörden ne de o günlerde ilân edilen hedeflerin hayata geçirilmesi konusunda bir sonuç alınamadığı, yaşanan sorunun bugün geldiği boyuttan ortada. Yukarıda zikredilen hocanın ‘cahillik’ vurgusu, sorunun Arakanlı Müslümanlar kadar, onlara kucak açması gereken İslam coğrafyasının da bu konuda ne denli ‘etkin’ ve ‘etkili’ bir çaba gösterdiğini de ortaya koyuyor olmalı.

http://guneydoguasyacalismalari.com/2017/09/24/arakana-dogru-sorular-sormak-ii-asking-right-questions-to-the-rohingnya-arakan-ii/

20 Eylül 2017 Çarşamba

Malezya Federasyonu’nun Temelleri ve ‘Malay Siyaseti / Foundation of the Federation of Malaysia and ‘Malay Politics’

Mehmet Özay                                                                                                                        20.09.2017

Malezya Federasyonu’nun bağımsızlık günü kadar ulusal bağlamda önem arz eden bir diğer gün, 1963 yılında ‘Malezya Federasyonu’ adını almasına neden olan üç bölgenin mevcut ‘Malaya Federasyonu’na bağlanmasının kutlandığı ‘Malezya günü’dür. Bu anlamda, her 16 Eylül Malezya günü resmi tatildir ve kutlamalar konu olur. Bu yıl da 16 Eylül’de Federasyon’un kuruluşunun 54. yıldönümünü kutlandı. Federasyonun oluşumunu sağlayan Sabah ve Saravak eyaletleri 1963 yılında olduğu gibi bugün de aynı önemi taşıdığını ve hatta kimi bağlamlarda çok daha önemli hale geldiğini söylemek mümkün.

2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiliz sömürge yönetimi, Malay Yarımadası’ndaki hakimiyetini yenileme arzusuna rağmen, gelişmeler karşısında Malay toplumu ile bölgedeki azınlıklara ‘bağımsızlığı’ vermeyi bazı şartlarla kabul etti. Bu şartların önemli bir bölümü Çin ve Hint kökenli azınlıkların vatandaşlıkları en başta gelen konuları oluşturur.  1957 yılında verilen bağımsızlığı tamama erdiren ise İngilizlerin mandasında kabul edilen Borneo Adası’ndaki Sabah, Saravak ve Bruney ile Malay Yarımadası’nın en güney ucundaki Singapur Adası’nın Malaya Federasyonu’na bağlanması kararıdır.

1957-1963 yılları arasında Malaya Federasyonu’nda işlerin gayet yürüdüğü ve nihayetinde bu ‘başarılı’ sisteme henüz geleceği karara bağlanmamış üç bölgenin eklenmesinin bu başarıyı artıracağı düşüncesiyle hareket edilmiş değildir. 1957 yılındaki bağımsızlık öncesi ve hatta sonrasında örneğin Penang Adası gibi Çinli azınlığın çoğunluğu oluşturduğu bölge ile Kelantan gibi daha çok Patani Müslümanlarıyla tarihsel bağlara sahip bölgedeki ‘geleneksel dini’ yönelimli halkın farklı talepleri olduğu görülür. ‘Penang Adası Çinlileri’ adıyla da anılan Penang’deki halk, kendilerini Boğazlar Yönetimi (Straits Settlements) adıyla İngiliz Krallığı’na bağlı kılan, yani İngiliz Kraliçesinin vatandaşları kılan süreçten gayet memnun ve bundan vazgeçme niyetinde değildirler. Kelantan bölgesi ise, bugüne kadar varlığını güçlü bir şekilde devam ettiren geleneksel İslami yaklaşımı kadar, o dönemler tarihsel boyutu ile kendini ‘farklı’ gördüğü Yarımada’daki İngiliz sömürge yönetiminin siyasi plânında yer almak istememektedir.

Bu bölgesel ayrışma kadar, Yarımada’nın geneline yayılan Çinli ve Hintli azınlığın ‘vatandaşlık’ statüsü alma süreçlerinde yaşananlar da, bu azınlıklar nezdinde toplumsal huzursuzluğa temel teşkil ediyordu. Öte yandan, ‘çoğunluğu’ oluşturan Malay Müslümanlar nezdinde ise, ‘vatanın asli unsurları’ (bumiputra) olarak ne türden ekonomik gelişme elde edebileceklerinin hesabıyla çatışma-uzlaşma skalası arasında gidip gelen bir durum arz ediyordu. Tabii burada, ‘bumiputra’ demişken, aslında kendilerini ifade etme olanak ve imkanından yoksun olan bu toprakların ‘daha da asli’ toplumsal grubu olan ‘Orang Asli’lerin siyasi veya toplumsal taleplerinin olmaması da kendi başına ele alınmayı hak eden bir konudur.

Malay Yarımadası’nda görünüm böyleyken, 1960’ların başından itibaren Sabah, Saravak ve Singapur’la birleşme konusunun gündeme geldi. Bu gelişme, Malaya Federasyonu için ‘nüfus politikaları’nın yeniden değerlendirilmesi ve yapılandırılması gibi varoluşsal bir öneme sahipti. Malay Müslüman nüfusunun Çin ve Hint kökenli azınlıklar karşısında ‘kritik’ durumu karşısında yukarıda değinildiği üzere ‘vatandaşlık’ süreci tedrici olarak işletilirken, Malay Müslümanları’nın ‘bumiputra’ kavramını maddi olarak da destekleyecek bir nüfus akışına ihtiyaç vardı. Sabah ve Saravak’daki etnik unsurların varlığı bu anlamda Malaya Federasyonu yönetimi için özel bir önem taşıyordu. Bu hususa aşağıda değineceğim...

Bu sürecin bölgesel ve uluslararası boyutu da göz ardı edilemeyecek kadar önemliydi.  Örneğin, hem bölgedeki siyasi varlığını en azından bir ekonomik/siyasi yük olarak üzerinden atmak isteyen İngiltere için, hem de bölgede dinamik bir yapı arz eden ve yayılma eğilimleriyle dikkat çeken ‘komünizm’ tehdidine karşı bölgesel blokun bir ayağının oluşturulması hedefi -ki bu daha çok dönemin iki kutuplu dünyasında ABD’nin küresel politikalarına daha yakın ve ilgili bir durumdu- birbirini destekleyici bir mahiyet arz eder.

Bruney ‘Sultanlığı’ bu süreçte yer almama kararında ısrarcı olurken, İngiliz yönetimini bu karara -herhalde bazı anlaşmalarla olsa gerek- ikna edebilmesi Sultanlık için tarihi bir ‘başarı’ olarak da zikredilebilir. ‘Tarihi başarı’nın bir başka adımını ise Singapur attı aslında. Bu bağlamda, Singapur’un durumu ise özel bir önem arz ediyordu. İngilizlerin bölgeden çekilme kararı üzerine, tarih boyunca hem insan ve maddi kaynaklar bakımından Malay Yarımadası’na bağımlı Singapur Adası’nın kendi başına idamesi öngörülmediğinden, Federasyonu oluşturacak bir diğer yapı olarak ortaya çıkıyordu. Singapur’un katılımı kadar, iki yıl gibi kısa bir süre zarfında Federasyon’dan ayrılışı da önemli çalışmalara konu olmuştur. Burada, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’un bir ‘cin fikirlilik’ yapıp, “İngilizler bize bağımsızlığı vermiyor. Malaylarla birleşelim, nasıl olsa sonunda ayrılız” gibi bir düşünceyle hareket edip etmediğini de bir soru olarak burada zikredebilirim.

Yarımada’da ‘bumiputra’lık olgusunu İngilizlerle ‘masa başında’ halleden Malay Müslümanları temsil eden siyasi liderlerin, 1963’de Singapur’un dahil olmasıyla Lee Kuan Yew’un “Malay” siyaseti ve toplumsal yapılaştırması yerine, “Malezyalılık” olgusunu öne sürmesi de bu ilişkinin ne kadar yürüyebileceğini zaten sorgulatmaya yeter bir durumdu. Kaldı ki, Singapur’un Çinli nüfusunun zaten kritik bir nüfus dengesi içerisindeki Malay Müslüman nüfusu için açık tehdidi de dönemin Kuala Lumpur yönetiminin üzerinde hassasiyetle durduğu bir diğer husustu.

Sabah ve Saravak’ın Federasyon için önemine gelince...

Malay Yarımadası’ndaki geleneksel 9 Malay Sultanlığı’ndaki Malay Müslümanların Sabah ve Saravak etnik yapılarını oluşturan toplumlarla ilişkisi, onları algılaması, toplumsal ve kültürel ilişkileri nelerdir gibi pek çok soruyu sıralayabiliriz. Ancak bu soruların cevaplarından ziyade Sabah ve Saravak halklarının bugüne kadar ve özellikle de son iki seçimdir Malezya Federasyonu’nu yöneten siyasi varlığa ‘oy deposu’ statasüyle katkı yapması öne çıkar. Yarımada Malay Müslümanları’nın Çin Denizi’nin öte yakasındaki Borneo Adası’nın batı ve kuzeyini oluşturan bu iki eyalete yönelik bir ‘milli birlik’ hissiyatında olmadıkları ortada. Peki bu birlik nasıl gerçekleşmiştir o zaman sorusu haklı olarak sorulabilir. Burada İngiliz öğretisi olduğunu ileri sürebileceğimiz bir siyasi pragmatiklikten başka bir unsur görmek mümkün değil. Bu anlamda, halkları ortak noktada birleştiren unsurlardan ziyade, Malay Yarımadası siyasetinin başat unsuru Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu (UMNO) aklı ile Sabah ve Saravak’daki yerel siyasi liderler arasındaki ‘anlaşma’nın boyutlarıdır bu Federasyonu teşkile sebep olan.

Bu iki eyaleti ‘merkeze’ bağlayan yegâne unsurun, 1960’lı yılların başlarında dönemin Malay siyasi liderlerinin bu iki bölgedeki yerel siyasi liderlerle yaptıkları anlaşmalar olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Adı üstünde bir Federasyonu oluşturan bu devletin geleneksel sultanlıklarını oluşturan 9 eyaleti bile bir çatı altında toplanamamışken, Sabah ve Saravak’daki kendilerine özgü dil, kültür ve hatta dini yapılaşmalarıyla yüzyıllar boyunca yaşamış topluluklara yönelik ‘milli birlik’ olgusunun ortaya çıkmasını beklemek, yüzyıllardır bölgede hakim olan siyasi ilişkileri anlamamak demektir. Bu noktada, 1957’de Malaya Federasyonu’nun oluşumuna giden süreçte belirleyici rol oynamış olan Cohor Sultanlığı / Eyaleti başında bulunan kesimin zaman zaman merkezi yönetime yönelik eleştirileri ve hatta federasyondan çıkabiliriz anlamında yorumlanabilecek çıkışlarını hatırlamak kafi.

Malezya Federasyonu 54. yılını kutlarken, 1960’ların eko-siyasi dengeleri ile bugünü kıyaslamak mümkün. Tabii bu bir başka yazının konusu. Ancak bugün mevcut ulusal siyasi gelişmeler çerçevesinde Sabah ve Saravak merkezi hükümet için, belki dünkünden çok daha büyük ölçüde politik bir öneme sahip. Bu önem Sabah ve Saravaklılar tarafından da yakinen biliniyor. Bu ulusal gün yukarıda dile getirilen dünkü ilişkileri hatırlatırken, zamanla ortaya çıkan siyasi ve toplumsal değişimler önümüzdeki dönemde de bu iki eyaletin yine gündemde olacağını ortaya koyuyor.  


15 Eylül 2017 Cuma

Singapur’da bir Malay Kadın Cumhurbaşkanı / A Malay Women President in Singapore

Mehmet Özay                                                                                                                          15.09.2017

Halime Yakup’un 14 Eylül Singapur’da Cumhurbaşkanlığı’na atanması, her ne kadar bu makamın sembolik bir değerle anılsa da, Singapur’da yeni bir dönem anlamı taşıyor. Bu yeni dönem, bir kadın, bir Müslüman adayın Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasıyla sınırlı değil. Halime Yakup’a bu olanağı sağlayan, kısa bir süre önce anayasa da yapılan bir küçük değişiklikle beş dönem sonrasında Ada’daki etnik azınlıklardan birinin Cumhurbaşkanı adayı olabileceği ve seçilebileceğiyle ilgili yasa.

Ada’nın Malay Müslüman etnik yapısına mensup Halime Yakup milletvekilliği, devlet bakanlığı ve son olarak parlamento sözcülüğü yapması dolayısıyla Ada siyasetinde yeni ve süpriz bir isim değil. Zaten bir süredir Cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılan lobi faaliyetlerinde en ön sırada Başbakan Lee Hsien Lhoong bulunuyordu ki, bu biranlamda Halime Yakup’un seçileceğinin garantisi anlamına geliyordu. Tabii bu arada Halime Yakup’un öyle muhalif çevrelerden geliyor değil, hele hele ‘başörtüsüne’ takılıp bir İslamcı siyasetçi formatı çizmeye kalkışmak ada siyasetini ve Halime Yakup’un mensubu bulunduğu Halkın Eylem Partisi’ni (PAP) anlamamak demektir.

Ortadoğu menşeili olduğu belirtilen çatışmacı yaklaşımların bir süredir bölge toplumlarında da şu veya bu şekilde karşılığını bulması, Müslüman kitlelere yönelik eleştiriler ve hatta zaman zaman ‘fiziki’ olmasa da düşmanca yaklaşımların neşet etme eğilimlerinin görüldüğü bir dönemde, Başbakan Lee’nin Halime Yakup adını gündeme taşıyarak Cumhurbaşkanlığı makamına taşıması pragmatik, rasyonel bir çıkış niteliğinde. Bu bağlamda, Lee’nin tıpkı babası Lee Kuan Yew gibi zor anlarda zor kararlar alabileceğini kanıtlaması açısından da önemli.

Bununla birlikte, Singapur’u ve üzerinde yükseldiği siyaset kültürüne uzak kesimler arasında, Halime Yakup’un bir Malay Müslüman ve başörtülü olması dolayısıyla “lehte ve aleyhte” tepkiler gündeme gelecektir. Ada’da altı buçuk milyonu bulan genel nüfusun yüzde 15’ine yakınını Malay Müslümanların oluşturmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığı makamına bir ‘azınlık’ etnik gruba mensup siyasetçinin getirilmesini bugünün din-devlet, Malay etnik-Çinli çoğunluk, çokkültürlülük-azınlık vb. bağlamlarından öte, Ada’da modern siyaset kültürünün temellerinin atıldığı geçen iki yüz yıl boyunca yaşanan süreçlerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Lee Kuan Yew’un Allison ve Blackwill ile yaptığı mülâkatta dile getirdiği üzere, “Singapur’da yönetim etnik çoğunluk/azınlık kitlelerinin dini, kültürel ve dil aidiyetleriyle uğraşmıyor. Bu noktada, bir ‘ülke/ulus aidiyeti’ tesisi noktasında ise asimilasyonu değil, entegrasyonu öncelliyor.” Hiç kuşku yok ki, bugün Cumhurbaşkanlığına getirilen Halime Yakup, bu entegrasyonun en bariz örneklerinden biridir. Zaten Başbakan Lee Hsien söz konusu atamayla ilgili yaptığı konuşmada, Halime Yakup’un “ulusun birliğini ve tüm Singapurluları temsil ediyorsunuz.” demesi bu hususa gönderme yapıyor.

Lee Kuan Yew’un ‘entegrasyon’ olgusuna vurgusu Ada’nın tüm varlığıyla bugün neye tekabül ettiğiyle alakalı. Ekonomik değerlerin yüceltildiği, Ada’nın rasyonalitesinin bu değerler üzerinden biçimlendirildiği hususu bugünün değil, Ada’nın kuruluşundan bu yana var olan bir gerçek. Tabii Lee Kuan Yew’un yukarıda alıntıladığım görüşünün sadece bundan elli yıl önce çok zor şartlarda kurulmuş bir Ada devletinin siyaset felsefesinden neşet eden ve buradan başlatılacak bir olgu olmadığını da söylemeliyim.

Entegrasyon konusu, akıllara 1819’da şehri kuran Thomas Stamford Raffles’ın eğitim başta olmak üzere Ada’da o günlerde var olan ve bir süre yönetimde bulunduğu yıllar boyunca Ada’ya gelip yerleşecek çeşitli milletlerle ilgili kanaat ve düşüncelerinin politikaya dönüştüğü dönemi hatırlatıyor. Ada’nın kozmopolit yapılaşması gerçekleşirken, bunun İngiliz eğitim sisteminin ve değerlerinin Ada’da tedrici olarak inşası kuşkusuz ki, Ada siyaset kültürünün temelleri oluşturmaya matuftu. Öyle ki, Raffles eğitime öncelik verirken, Malay sultanların/soyluların çocuklarının ‘eğitimi’ olgusuna özel önem atfetmesi, bu entegrasyon sürecinin o dönemki en ‘anlamlı’ noktasını oluşturuyordu.

1965 yılında bağımsızlığını kazanan Ada’da, bir Malay etnik yapısına mensup siyasetçinin ikinci kez Cumhurbaşkanı olması anlamına geliyor. İlki, bağımsızlığın ilân edildiği 1965-1970 yılları arasında görev yapan Yusuf İshak’dı. Geçmişte bu göreve bir diğer etnik azınlığı oluşturan Hint kökenli siyasetçilerden de atanan oldu. Dolayısıyla Ada siyasetinde nüfusun kahir ekseriyetini oluşturan Çin etnik azınlığın bir ağırlığı olsa da, bunun bir Çin milliyetçiliği bağlamında siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde egemen kılındığını söylemek mümkün değil. Aksine ülkenin kurucu babası Lee Kuan Yew ve diğer önde gelen liderler ‘Singapurluluk’ aidiyetini inşa etme gibi bir görevi yerine getirmeye gayreti içinde oldular. Lee Kuan bu yaklaşımı, 1965’de bağımsızlık ilanında Ada’nın bir Çin, Malay, Hintli değil, din, ırk, kültür farkı gözetilmeksizin herkesin içinde yer alabileceği bir yer tanımlamasıyla ortaya koyuyordu.

Tıpkı iki yüz yıl önce Raffles’ın Malay soylularının çocuklarına eğitimiyle entegrasyonu hedeflediği gibi, Lee Hsien’ın törende yaptığı konuşmada dile getirdiği üzere, bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Halime Yakup da “yoksunlukları” aşarak bugünlere geldi. Bu süreçte hiç kuşku yok ki, aldığı eğitim birincil öneme sahip. Halime Yakup, Cumhurbaşkanı olarak yaptığı ilk konuşmada Ada’nın sorunları arasında yaşlılık, ekonomik durgunluk ve terör tehdidine dikkat çekiyordu.

Ancak kuşkusuz ki, bunlar arasında Ada’nın önceliği ekonomik varsıllığını devam ettirmek. Cumhurbaşkanı olarak Halime Yakup, bu anlamda Ada’nın kurulu değerlerine tabi olduğu ve bunu devam ettirme noktasında kararlı olduğu görülüyor. Bu anlamda, Lee Kuan Yew’un “Singapur’un Ayakta Kalması İçin Zor Gerçekler” başlıklı eserinde dile getirdiği üzere, “barış, istikrar ve büyüme için ekonominin bir gereklilik arz ediyor” cümlesi Halime Yakup’un misyonunda önemli bir yere sahip olacağına kuşku yok.


10 Eylül 2017 Pazar

Arakan’a doğru sorular sormak (I) / Asking Right Questions to the Rohingnya (Arakan)

Mehmet Özay                                                                                                                         10.09.2017
Myanmar eski adıyla Burma sömürge sonrası dönemde Güneydoğu Asya’nın gelecek vaad eden ülkeleri arasında geçiyordu. Batı Bengal merkezli gelişen İngiliz sömürgeciliği, tarımsal alt yapısıyla önemli bir hinterland olan Burma’yı işgali bölgede nüfus hareketliliğinin bir nedeni oldu. Sömürge öncesi dönemde, tıpkı bölgenin diğer milletleri arasında olduğu gibi Hint Alt Kıtası ve Burma arasında ticari faaliyet bağlamında mobilizasyon söz konusuydu.

İngilizlerin gerek sivil gerekse askeri kadroları için kendine yakın hissettiği ve çoğunluğu oluşturan yerli gücü değil, azınlıkları kendine ‘yandaş’ seçiyordu. Bunlar arasında Hıristiyanlaştırılmış Karenler kadar bazı Müslüman unsurların da zaman zaman bu süreçte rol aldıkları biliniyor. İşin bu kısmında sorun olmadığı, hatta İngilizlerle işbirliğine giren etnik unsurlar bağlamında bir tür modernleşme veya bölgesel mobilizasyon içerisinde yer almaktan neşet eden bir memnuniyetten söz edilebilir.

Ancak ‘hikayenin’ böyle devam etmediği 2. Dünya Savaşı sonrası gelişmelerle ortadadır. Burma topraklarını kendine ana vatan bilen ve çoğunluğu oluşturan Burmese kökenli budistler yönetimde söz sahibi olması yeni bir siyasi ve toplumsalalt yapının oluşturulması anlamı taşıyordu. Her ne kadar, Aung San gibi zamanında İNgilizler, ardından Japonlar ile işbirliği yapmaktan geri kalmamış ve bu anlamda gayet pragmatist bir milliyetçi lider, tıpkı bölgenin diğer ülkelerinde olduğu gibi, farklı etnik ve dini unsurları biraraya getirerek bağımsızlık öncesinde ‘işi garantiye alma’ çabası içerisindeydi.

Aung San’ı ‘ateşi sönmez bir demokrat’ sayıp, Burma toprakları üzerinde yaşam süren çeşitli etnik unsurlarla masada anlaşıp demokratik bir rejim kurma hayali daha ülke bağımsızlığa kavuşmadan akamete uğradı. Yani, Aung San’ın bağımsızlığa aylar kalmışken uğradığı suikasta hayatını kaybetmesi, bir anlamda ülkenin bağımsızlık sonrasındaki ‘karaltılı’ geleceğinin sembolik bir ifadesiydi. Milliyetçi Burmese Budistler, bağımsızlıkların kaçınılmaz aktörü ordu ve tabii ki, burada Burmese ordusu, bağımsızlığın ardından farklı fraksiyonlarıyla kendini hissettirmeye başladı.

Yeni dönem, birbiri ardına gelen darbeler ve cunta rejimleri sivilleşmeyi ve bununla birlikte demokratik bir yaşamı, ortak toplumsal paylaşımı bir türlü Burma toprakları üzerinde yaşayan toplumlara sun/a/madı. Kendine özgü ‘sosyalist’ rejimi, içe kapalılığı bir siyaset modeli olarak seçerken, kağıt üzerinde toplum geneline yansıyacağı varsayılan üretken ve paylaşımcılık yerine, bizzat ordu eliyle veya ordunun güdümü altındaki sivil yönetimler baskı ve diktatörlüğü hayata geçirildi.

Karen, Kaçin, Şan gibi ülkenin sınır boylarındaki dağlık bölgelerde yaşayan farklı etnik gruplar varlıklarını doğal şartların sağladığı korumacılık kadar, etkin siyasi ve askeri varlıklarıyla merkez güç karşısında mücadelelerini sürdürürken, ülkenin batısında Rakhine Eyaleti’nde durum farklı bir veche arz ediyordu. Bir yanında açık deniz, öte yanında dağ silsilesi bugün adına Rohingya (Arakan) Müslümanları denilen milletin yaşam sürdüğü alandı.

Rakhine eyaleti Bengal Körfezi’ne yani, Hint Okyanusu’na açılmasıyla Hint Okyanusunu çevreleyen toprakları etkileyen en azından iki bin yıllık tarihi süreçte farklı dini ve milletlere mensup kişi ve grupların ya bireysel ya kitlesel eylemlerine konu olmuştu. Bunun bir göç hadisesi şeklinde değil, bölgenin doğal etkileşim süreci yani ticaretin ve 16. yüzyıl başlarından itibaren sömürgecilik evresinin getirdiği farklı açılımları hesaba katmak gerekir.

Bu sürecin bir uzantısı olarak bugün Myanmar sınırları içinde yaşam süren kitlenin dünün ‘Batı Bengal’ ve ‘Doğu Bengal’ ile paylaştığı değerler kuşkusuz ki, Myanmar’ın diğer bölgelerinden farklılık arz ediyor. En azından beş yüz yıllık bir geçmişte olup bitenler ile bugün arasında bağı doğru kurmak gerekiyor.

Geçmişte yaşayan başta ticaret olmak üzere yaşanan bazı göç hadiseleri sonucu Burma topraklarında değişik şehirlere yerleşmiş Müslüman unsurların varlığı da mevcut. Bugün yaşananlar ise, Rohingnya (Arakan) Müslümanlarını hedef alan gelişmeler.