Cihan Kurtaran 24.11.2016
ABD’deki seçim
sonuçlarının küresel yansımaları devam ederken, bu gelişmenin Asya-Pasifik
bölgesindeki karşılıklarından biri Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA)
çerçevesinde ortaya konuyor. Bu süreçte, Pasifik Okyanusu’nun doğu ve batı
yakasındaki on iki ülkenin katılımıyla hayata geçirilmesi hedeflenen birliğin
varlığı tartışma konusu haline geldi. Donald Trump’ın seçim kampanyası
döneminde öne çıkardığı önemli dış politika konularından biri olarak dikkat
çeken TPPA, yeni ekonomi politikalarına kurban gitme ihtimali taşıyor. ABD
üreticisi ve tüketicisine yönelik tedbirlerle ülke ekonomisini güçlendirmeyi
hedefleyen Trump’ın, bir anlamda içe kapanma politikasıyla, küreselleşmeye
meydan okuduğu söylenebilir. Bugün gelinen noktada, hem de ABD gibi bir ülkenin
bunu nasıl ortaya koyacağı meselesi bir yana, kalkınma süreçlerini
küreselleşmeye borçlu Asya-Pasifik bölgesi ülkeleri, seçim sonuçlarıyla birlikte
ABD yönetiminin yeni dönemdeki politikasının seyredebileceği potansiyel
gelişmelere dair pratikler üretmeye başladı bile.
TPPA, ABD ve
dünya siyasetinin son on yılına damgasını vuran Obama yönetiminin, 21. Yüzyılı
Asya vurgusuyla öne çıkarmasının doğrudan bir yansıması olarak düşünülebilir.
Bununla birlikte, söz konusu ticari birliğinin nüvesini, aslında bölgedeki birkaç
ülkenin kendi aralarında ticari işbirliğini şekillendirme çabası oluşturuyor.
Bu çıkış noktası bile temelde, bugün TPPA’yı ABD’den daha çok bölge ülkelerinin
savunmasının gerekçesini oluşturmaya yetiyor. Japonya, Avustralya, Singapur,
Vietnam, Malezya gibi birlik üyesi ve birliğin hayata geçirilmesinde önemli
çaba sarfeden ve bu noktada siyasi iradelerini ortayan koyan ülkeler, gerek
kendi aralarında son dönemde gerçekleşen ikili ziyaretler ve görüşmeler gerekse
ilgili ülkelerin ticaret ve ekonomi bakanlarının açıklamalarıyla konuyu
gündemde tutmaya devam ediyorlar. Singapur başbakanı Lee Hsien Lhoong’ın Ekim
ayı ortalarında Avustralya’ya yaptığı ziyaret, bu hafta başında Malezya
Başbakanı Necib bin Rezak’ın Japonya’ya yaptığı ziyaret ve Vietnam Başbakanı
Nguyen Xuan Phuc’ın daha bir iki gün önce yaptığı açıklama bunlara örnek
verilebilir. Taraflar ABD’nin TPPA içindeki rolüne, Trump’ın bu ticari birliğe
‘balta vurabilecek’ politikalarından çekincelerini dile getirmek kadar, yeni
ABD yönetimini ikna etme konusunda da görüş beyan ediyorlar.
Bu bağlamda ilk
girişim dün Japonya Başbakanı Şinzo Abe yaptı. Abe, Trump’la birbuçuk saate
varan görüşmesi, Trump’ın gayri resmi de olsa önemli bir ülke başbakanıyla
yaptığı buluşma olmasıyla da dikkat çekti. Trump’ı ikna girişiminde baş rolü
Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin almasında açıkçası şaşılacak bir taraf
bulunmuyor. Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olması kadar, Asya-Pasifik’de
Japonya’yı öne çıkartan veya buna zorlanan başka unsurlar da bulunuyor. Bunun
en başında geçen beş yıl boyunca gerçekleştirilen TPPA görüşmelerinde devre
dışı bırakılan Çin’in ABD seçimleri sonrası oluşan atmosferde bölgede siyasi
olmak kadar, ekonomik ve ticari ilişkilerde de bir adım daha öne çıkabileceği
ihtimaline dayanıyor. Bölgedeki her ülkenin Çin’le olan ticari ve yatırım
ilişkileri bir gerçek olduğu kadar, aynı şekilde bölgedeki neredeyse hiçbir
ülke kendilerini salt Çin’le bağdaşık kılacak bir ilişki yanlısı da değil.
Asya-Pasifik
bölgesinde TPPA görüşmelerine katılan ülkeleri bu ticari yapıyı hayata geçirme
konusunda bir tür agresif yaklaşımları geçen beş yıl boyunca Obama yönetimiyle
neredeyse dişe diş yapılan görüşmeler sonrasında ortaya çıkan durum bulunuyor.
Malezya Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanı Mustafa Muhammed’in açıkça dile
getirdiği üzere ilgili ülkeler büyük enerji ve para harcayarak bu görüşmeleri
nihayete erdirmiş ve ülkelerdeki muhalefeti de ikna edecek şekilde
parlamentolarından onay almışlardı. Bu süreç, sadece hükümetlerin kendilerini
ve de muhalefeti dolayısıyla geniş bir kamuoyunu ikna süreci olmanın ötesinde,
geleceğe dönük ticari ve ekonomik yapılaşmanın da zeminini oluşturuyor.
Dolayısıyla alınan bunca yolun sonunda hedefe ulaşamamak ülkeleri tabiri caizse
kontripide bırakacaktır.
Genel itibarıyla
bakıldığında, görüşmelerin kimi zaman ABD’nin dayatması şeklinde geçtiği
belirtilse de, öte yandan, katılımcı ülkelerin son otuz veya kırk yılı dikkate
alındığında, bu ülkelerin ekonomik kalkınmışlıklarında başat unsurun imalat
sanayinin harekete geçirilerek ihracat odaklı bir yapılaşma olduğu görülür.
Örneğin, 1980’lerden itibaren eko-politik kavramlar arasında güçlü bir yer
edinen ‘küreselleşme’ kavramının gelişmiş batı ekonomilerinin saç ayakları olan
şirketlerin ucuz işgücü, hammadde, ulaşım gibi Asya-Pasifik bölgesinin sahip
olduğu avantajları harekete geçirdi. Ve hükümetler bu yatırım dalgasını değişik
boyutlarda hem Batılı şirketler hem de kendi yerel şirketlerinin sürece
adaptasyonuyla önemli bir kalkınma hamlesine tanık oldular.
Bu süreç, sadece
Batılı dev yatırım şirketlerinin değil, ulusal ve hatta yerel ölçeğe kadar inen
bir yatırım-üretim-tükekim zincir düzeneğini de gündeme taşıdı. Bölgenin görece
geri kalmış ülkeleri Laos ve Kamboçya’ya kadar nüfuz eden bu sürecin, ilgili
ülke halklarının küresel tüketim ekonomisine endekslendiği de görülüyor. TPPA
içinde yer alan ülkelerin kaygılandıran da bu nokta. Ancak yukarıda dile
getirilen ‘ikna süreçleri’, yeni yılla birlikte ABD’de oluşacak yönetimin
tavrında bir değişikliğe yol açmaması ihtimali de gündemde. Bu durumda, gene
ilgili ülke yetkilileri, ulaşılması için büyük çaba sarf edilen birlik
unsurunun en azından yeni ikili veya bölgesel ticraet anlaşmalarıyla hayata
geçirilmesinin yolunu da arıyorlar.
TPPA’ya taraf
olan bölge ülkelerinin henüz açıkça dile getirilmese de, üzerinde durduklarına
şüphe olmayan bir diğer husus ise, bölgenin siyasi ve güvenlik bağlamı. ABD’nin
gene 21. Yüzyıl politikasında başat bir yer edindiği açıkça ilân edilen pasifik
boyutu, TPPA’sız olması halinde kan kaybı anlamı taşıyacaktır. Bu sadece,
ABD’nin bölge ve de küresel olarak ikinci bir ‘güç’ niteliği taşıyan Çin
karşısında gerilemesi anlamına gelmiyor. Bölge ülkeleri, her ne kadar zaman
zaman dışlayıcı bir söylemle öne çıksalar da, bölgenin siyasi güven ve
istikrarında iki kutuplu ilişkileri önceliyorlar. Öyle ki, Çin’e yakınlaştığı
varsayılan ülkelerin bir süre sonra ABD’yle benzer bir tür ilişkileri
başlatmalarına -veya bunun tam tersi- tanık olunuyor. Örneğin, Malezya
Başbakanı Necib bin Rezak, bu ayın başında Çin’e yaptığı altı günlük ziyarette
gerçekleştirdiği ticari ve yatırım anlaşmaları ve hatta görece küçük ölçekli de
olsa askeri işbirliği anlaşmalarının ardından, ABD seçimlerini takiben “ABD
bize hâlâ ihtiyacı var.” açıklamasıyla ABD’nin bölge için önemine dolaylı
olarak dikkat çekiyordu.
Ticari birliğin
salt ekonomi boyutuyla değil, ABD-Vietnam ilişkilerinde de görüleceği üzere
dünün ‘düşman’ ülkelerinin birliğine doğru evrilen bir boyutu da kapsıyor.
Dolayısıyla Japonya’dan Avustralya’ya kadar Asya-Pasifik’de hiçbir ülke bugün
elde edilen bir kazanım olarak gördükleri TPPA’dan vazgeçme niyetinde değiller.
Bu süreçte, ABD’nin yer almama ihtimaline karşı da alternatifler geliştirme
peşindeler.