Cihan Kurtaran–Kuala Lumpur 04.10.2016
Mao
Zedong’un 1 Ekim 1949 tarihinde kuruluşunu ilân ettiği Çin Halk Cumhuriyeti 67 yaşında.
‘Komünist Çin’ olarak da bilinen bu ülkede bugün kutlamaların önceki yıllara
göre ‘komünist’ ideolojiyi öne çıkartan dev kitlesel gösteriler şeklinde
gerçekleşmeyip, aksine daha durgun törenlere terk etmiş durumda. İdeolojik
içerikli mesajlardan ziyade, ekonomik kalkınma hedeflerine yönelik açıklamalar gündeme
getiriliyor. Yurt dışındaki Çin temsilciliklerindeki resepsiyonlarda ise, ilgili
ülke temsilcileriyle Çinli yetkililer arasındaki sohbeti ticari ve yatırım
ilişkilerinin şekillendirdiği gözlemleniyor. Bu çerçevede, ne Çin tarafında ne
de bu davetlere iştirak eden uluslararası misafirler veçhesinde ‘komünizm’
propagandası ya da karşıtlığına rastlanıyor.
Tarihin
bu eski hanedanlıklar devletinin modern dönemde Mao eliyle kuruluşu, Komünist
Çin ile Milliyet Çin yanlılarının uzun süren ve ülke modern tarihinde sivil
savaş olarak bilinen mücadelenin 2. Dünya Savaşı’nın ardından komünistler
lehine sonuçlanmasıyla gerçekleşti. Milliyetçi Çin ordusu ve üst düzey
yöneticileri ise, Tayvan Adası’na göç etmek zorunda kaldı. Böylece, komünizm
ideolojisi, doğunun bu devasa ülkesinde bir devlet sistemi örneği olarak bugüne
kadar varlığını sürdürdü. Günümüzde küresel siyasetin ve de ekonominin odağında
yer alan bir ülke konumundaki Çin, hem kendi içindeki gelişmelerin hem de
benzer kategoride yer alan ülkelerdeki değişimler sonrasında dünyanın ikinci
büyük ekonomisi haline geldi.
Çin’in
kuruluşundan bu yana geçirdiği değişim aşamalarını üç ana döneme ayırmak
mümkün. Komünizm ideolojisiyle öne çıkan ve ‘Çin komünizmi’ olarak isim yapan
siyasi yapılanmanın ağırlığını hissettirdiği 1972’ye kadar olan dönem;
1970’lerin ikinci yarısından itibaren başlayan liberal ekonomik açılım süreci;
2000’li yılların başında dünya ticaret örgütüne kabul edilişiyle küresel
sisteme entegrasyonu.
Bu
üç süreç, Çin devletinin komünist ideolojinin unsurlarına bağlılığında bir
değişiklik olduğunu açıkça ortaya koymasa da, ekonomik kalkınmayı bu
ideolojinin asli unsurlarına bağlı kalarak gerçekleştirmediği bir gerçek.
ABD-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında geçen Soğuk Savaş döneminde, Çin bu sürecin bir
adım gerisinde kalırken, Nixon’un 1972 yılındaki ziyaretiyle ekonomik
kalkınmaya, giderek daha çok liberal ekonomi çizgisine yaklaşarak buldu. Öyle
ki, Nixon ile Mao arasındaki görüşmelerin sonunda imzalanan Şangay Bildirisi
Çin’de bir dönemin bitip yeni bir dönemin başlaması anlamı taşıyordu.
Nixon’un
bu ziyareti Vietnam Savaşı öncesinde ABD’nin bölgedeki siyasi ve askeri
konumunu güçlendirmeye matuf yeni bir aks değişiminin ifadesiydi. Bu bağlamda, Çin
ve SSCB arasında, özellikle henüz yeni bağımsızlığını kazanan veya kazanmak
üzere olan ülkelere ‘rol ve model’ olma konusundaki ayrışma ve çatışmanın
doğurduğu gerilimin de itekleyici gücüyle dönemin ABD hükümeti uzun yıllar
tanımadığı Çin’le el sıkışmaktan geri kalmadı. ABD yönetimi, sivil savaş
döneminde büyük destek verdiği milliyetçi Çin yanlılarını, 1949 yılı sonrasında
da Tayvan’da Çin Cumhuriyeti adıyla kurulan yapıyla ilişkilerini geliştirmeyi
tercih ederken, ana kıtadaki Çin yönetimiyle ilişkileri dondurdu. Bu nedenle,
Nixon’un Çin yönetimiyle başlattığı ilişkiler, ABD siyasetinin
Asya-Pasifik’deki önemli bir politika değişimine gittiğinin bir
ifadesidir.
Soğuş
Savaş yıllarında 3. Dünya ülkelerine modellik sürecinde iki öncü komünist
ülkesinden Sovyetler Birliği yönetimi, Çin’in önünü almak için Çin’in
benimsediği bu ülkenin bazı politikaları benimsemek zorunda kaldı. Bunlar
arasında Çin’in güttüğü anti-emperyalizm; ulusal-ırk ve etnik konular;
uluslararası ticaret yapılaşması öne çıkıyordu. Aradan geçen süreçte Sovyetler
Birliği 1987’de tarihe kavuşurken, Çin ekonomik liberalleşmede önemli adımlar
atıyordu. Bugün ise, Çin artık 3. Dünya veya Bağlantısız ülkeler için bir
ideolojik açılım anlamı taşımıyor. Aksine, sahip olduğu ‘yatırımcı’ gücüyle alt
yapıdan başlayarak kendi tecrübesini bu çevrelere bizzat kendi eliyle götürüp
sunuyor.
Çin’de
yaşanan bu dönüşümde ABD’nin rolü yadsınamaz. Öyle ki, Çin’de komünistlerle
milliyetçiler arasındaki mücadelede açık desteğini milliyetçilerden yana koyan
ABD yönetimi, kontrol etmekte zorlanacağı süreçlerle karşı karşıya kaldığında,
ortaya çıkan komünist Çin devletiyle ilişkilere başlamaktan da geri durmadı. Bu
süreç, ABD’nin Çin’i siyasi ve de ekonomik bağlamda kendi eksenine çekme çabası
olarak da değerlendirilebilir.
Çin’in
1970’lerin ikinci yarısından itibaren sergilediği ekonomik liberalleşme
sürecinin siyasi ve toplumsal alanda liberalleşme ve özgürlüklere kapı aralamaması
Çin’in bir yandan çelişkisi, öte yandan kendine özgü yapısını oluşturuyor.
Çin’in siyasi yapıda farklılık arz eden bu ekonomik yapılaşma, ülkenin
özellikle güney ve doğu eyaletlerine göreceli refahı getirirken orta, batı ve
kuzey bölgelerin bu refahtan ne kadar yararlanabildiği ise üzerinde düşünülmeyi
hak ediyor.
Bu
siyasi ve ekonomik ayrımın belirleyici kıldığı Çin gerçeği, 67. yıl
kutlamalarında Başbakan Li Keqiang’ın konuşmasında temel vurgu olarak ortaya
konuluyordu. Başbakan, ‘ekonomik kalkınma’ ve ‘sosyal adalet’ kavramlarına
dikkat çekerken, kara İpek Yolu ve ilintili projelere atıfta bulunarak, dolaylı
bir şekilde az gelişmişlikle tanımlanan bölgelerin kalkınmasına işaret
ediyordu. Sosyal adalet kavramı ise, belki üzerinde daha derinlikli durulmayı
hak ediyor. Ancak şu kadarını söylemek gerekir ki, nihayetinde siyasi bir rejim
olarak komünizmde karar kılan Çin devleti ‘ekonomik eşitlikçilik’ değil, Avrupa sosyalizminin gündeme taşıdığı
‘sosyal adalet’ düşüncesini benimsemiş görünüyor. Nihayetinde kapitalizmin ve
küreselleşmenin başat yönelimlerine konu olan Batılı ülkelerde ‘sosyal adalet’
kavramı kimi dönüşümleriyle birlikte neredeyse her devletin gündeminde. Bu
noktada, hükümetlerin ‘sosyal adaletçi’ olup olmadıkları bir yana, dönemin
getirdiği şartlar dolayısıyla sosyal adalete giderek daha çok ihtiyaç
duyulmasının doğurduğu bir baskıdan da söz etmek mümkün. Dolayısıyla Çin
yönetiminin sosyal adalet vurgusunu hangi perspektiften yaklaştığı da önemli
bir husus.
Yukarıda
dile getirilen ve Çin’in tecrübe ettiğini söylediğim üç farklı dönemin ardından
şimdilerde yeni bir safhaya geçmenin alametlerini ortaya koyuyor. Kutlamaların
başladığı Cuma günü, aynı zamanda Çin para birimi Yuan’ın, ki renminbi olarak
da adlandırılıyor, Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından Dolar, Avro, Yen ve
Pound’dan sonra uluslararası piyasalarda ayrıcalıklı para birimi olmasına karar
verildi. Burada hatırlanması gereken husus şudur. Çin, 1980’li yıllardan
başlayarak küresel ekonomiye eklemlendi. Bu süreçte, özellikle imâlat sanayiinin
güç kazanırken, fason da olsa dünya piyasalarını besleyen üretim artışı,
şehirleşme, telekomünikasyon, ulaştırma gibi klasik modernleşmenin vazgeçilmez süreçlerini
hayata geçirdi.
Buna
paralel olarak orta sınıflaşmanın ve de tüketimci toplum özelliklerinin
belirginlik kazandı. Ancak Batı kapitalizminin öncü güçleri Çin’e üretim süreçlerinde
devlet teşekkülleri monopolünden rekabetçi serbest piyasaya geçiş, para ve
piyasa ekonomilerinde daha çok liberalleşme çağrılarında bulundu. 11 Aralık
2001’de ise Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne üyeliği kabul edildi. 2010 yılından
itibaren dünyanın ikinci büyük ekonomisi unvanını elinde bulunduran Çin,
yukarıda dile getirilen kapitalizmin kapsamlı yapılaşmasını gerçekleştirmedeki
gecikmeleri nedeniyle Batılı ülkelerden sürekli eleştiri alıyor. Bu
eleştirilerin karşılık bulduğuna dair ilk ipucu ise, IMF tarafından Yuan’ın
uluslararası para birimi kabul edilmesidir. Bugün Çin’de ülkenin kurucu babası
Mao’dan sonra en güçlü lider olduğu yolunda görüşlerin ortaya konduğu devlet
başkanı Şi Cinping, söz konusu bu dördüncü dönemi yönetebilmesiyle tarihe
geçecektir. 14 Mart 2013’den bu yana devlet başkanlığı görevini yürüten Şi
Cinping reform söylemiyle öne çıkması hiç kuşku yok ki dikkat çekicidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder