31 Aralık 2015 Perşembe

Tsunami’nin 11. Yılı: Açe’de Kına Yakmak Ya Da Açe’ye Kına Yakmak / 11th Year Commemoration of the Tsunami

Mehmet Özay                                                                                 31 Aralık 2015
Tsunaminin 11. yılı. Tıpkı on yıl olduğu gibi bu yıl da tsunamiyi anmak ve neden olduğu kimi gelişmeleri değişik perspektiflerden irdeleme zamanı. 26 Aralık 2004 tarihindeki bu ‘doğal’ afetin bugüne bıraktığı iz nedir diye sormak gerekir?

Birkaç hafta öncesinden Banda Açe’nin değişik bölgelerindeki ‘billboard’larda Vali Dr. Zeyni Abdullah ve yardımcısı Muzakkir Manaf’ı yan yana gösteren fotoğraf ile tsunami anma programının ilanları süslüyordu. Bir süredir Başkan ve Yardımcısı arasındaki krizden haberdardım. Bu fotoğrafı görünce, ‘Tamam. İşler yoluna girmiş” dedim kendi kendime. Ve 25 Aralık günü akşamı ilk programın yapılacağı, sadece Açe’nin değil, Güneydoğu Asya’nın mimarisi kadar iç atmosferiyle de ünlü camisi Beytürrahman’a gittim. Kalabalık olacağı düşüncesiyle Yatsı namazı öncesi biraz da erken giderek ‘yer kapmak’ istedim. Camiye girdiğimde birkaç saf cemaatin varlığıyla irkildim. “Neyse, birazdan dolar herhalde” diyerek uygun bir yere çekildim. Ancak ne gelen ne giden vardı. Kaldı ki, ortada vali de yardımcısı da gözükmüyordu. Yatsı namazının ardından Kur’an-ı Kerim tilavetinin ardından Valinin gelmeyeceğini kesin bir şekilde ortaya koyan bir anons yapıldı. Vali adına konuşmayı ‘sekreterlerinden’ biri yapacaktı.

Valinin böylesi bir anma töreni için Beytürrahman’a gelmemesi, Açe’nin bu en önemli tarihi ve de acılı gününde yardımcısıyla birlik ruhunu yansıtacak bir görüntü çizmemesine üzülmemek mümkün değil. Aslında bu yaşadığım hayal kırıklığı 11. Yılında tsunamiden geri kalanın ne olduğunu daha iyi sorgulamamı sağlayacak bir sürece de neden oldu. Zaten bu sorgulamayı her yıl yapıyordum. Ancak bu yılki biraz da farklı bir boyut kazandı.

‘Hatip’ konumundaki vali sekreteri bu yılki anma etkinliklerinin uluslararası boyutu olmadığına dikkat çekiyordu Vali adına yaptığı konuşmada. Demek ki Açeliler bu yıl hüzünlerini içlerinde ve kendilerinde saklayacaklardı. Ancak ortada ‘lider’ konumunda olan Vali’den ve de yardımcısından eser yoktu. Normal vakit namazların da dahi daha çok cemaate ev sahipliği yapan Beytürrahman Camii’nde 25 Aralık günü “Açe”ye ve “Açelilere” üzülecek kitle dahi yoktu.

Vali sekreteri, hiçbir hissiyata yer vermeyen, eline tutuşturulmuş metni okuyup bitirmesinin ardından, Fauzi Saleh adında bir ‘üstad’, tsunami ‘doğal’ felaketinden hikmet çıkartılması vurgusunu işleyen bir hutbe irad etti. “Tsunaminin bir rahmet vesilesi” olduğu ve “hikmetleri üzerinde düşünülmesi gerektiği” konusu üzerinde durdu. Bu ‘vaaz-ı şerifin’ biraz da Açe Valilik Tsunami Politikası diye adlandırabileceğim bir versiyonu olarak gündeme geldiğini düşünüyorum.

Bu anlamda, tsunami anma toplantılarının üzüntü ve kasvetten kurtarılarak hikmeti öncelleyen yeni bir duruşun ortaya konulması öngörülüyor. Bunun hiç kuşku yok ki, siyasi bir terennümle ortaya konmaya çalışıldığına da tanık olduğumu söyleyebilirim. Buna aşağıda değineceğim...

Ancak burada es geçilmemesi gereken husus, girişte dikkat çektiğim billboardlardaki fotoğraf boyutunda yansıyan sembolik birlikteliğin pratiğe geçirilememiş olmasıydı. Vali ve yardımcısı sadece Beytürrahman’daki etkinliğe değil, Ulee Lhee toplu mezarı ve akabinde resmi etkinlik olarak lanse edilen Lhoknga’daki Lampuuk Köyü’ndeki Baiturrahim Camii’ndeki buluşmada da biraraya gelmedi.

Tsunami felaketinden ‘hikmet’ çıkartılmasını öne süren hatip ile, Açe siyasi yaşamının en üst mevkini işgal eden iki kişinin ‘ayrışması’nı nasıl biraraya getirip anlamlandırmak mümkün olabilir? Dini-bütün kabul edilen Açe toplumunun liderlerinin de bu ‘dini-bütünlük’ boyutundaki hikmeti aramaları ve bunu halklarıyla paylaşmaları gerekmez miydi? Ya da 26 Aralık 2004’de coğrafi olarak birbirlerinden uzak olsalar da, o dönem Açe sürgün hükümetinin Dış İşleri Bakanı sıfatını taşıyan Dr. Zeyni Abdullah ile Açe ordusunun en üst düzey komutanı sıfatını taşıyan Muzakkir Manaf’ı birleştiren siyasi, dini, toplumsal vs. bağların yerini bugün hangi bağın aldığını sormak gerekmez mi?
26 Aralık sabahı erken saatlerde Ulee Lhee’deki toplum mezarda yapılacağı belirtilen törene katılmak için sabah namazının ardından bölgeye ulaştım. Etkinliğin saat yedide başlayacağı belirtilirken, Vali ve ‘etrafındakiler’ ancak 8.15 civarında mezarlığa teşrif ettiler. Ancak burada da bir tuhaflık gözlerden kaçmıyordu. O da ne hemen yanı başındaki konutlarda yaşayan aileler kalkıp mezarlıktaki törene katılmak, ne de bölgeye en yakın ilçelerdeki halkın buraya gelip Açeli ve Müslüman halkın yattığı bu toplum mezarda bir dua etmek gereği duyuyorlardı. Mezarlığın hemen yanı başında kapısı önünde oturan kadın, mezarlıkta ‘avare’ dolaşan birinin ‘dilencilik’ yapması Açe’de tsunaminin sadece ‘canları’ almadığını derinden ortaya koyuyordu. Öyle ki, başkent Banda Açe’ye 8 km mesafedeki, bir zamanlar bölgenin en önemli limanı olma özelliği taşıyan bugün de kısmen bu özelliğini feribot limanı olarak sürdüren Ulee Lhee tsunamide yok olan semtlerin başında geliyordu. Tsunami sonrasının yeniden yapılandırma sürecinde arkada kalan ailelerden kim varsa onlar yeni konutlarına yerleşirken, aynı zamanda bölgenin ticari ve ekonomik etkinliğinden pay almak için gelen ‘dışarlıklılara da” ev sahipliği yapıyor. Ancak aradan geçen süre geride kalanları ‘kaybettiklerine’ yabancılaştırdığı gibi, dışarlıklıkarı da Açelilerin kaybettiklerine yönelik bir hissiyat geliştirmemişti. Mezarlıkta beklerken, ana caddeden geçen kimisi öğrenci minibüsü kimisi belediye taşıtlarıyla insanların taşındığını gördüm. “Sabah sabah sahile eğlenceye gitmiyorlardır” diye içimden geçirdim. Ancak nereye gittiklerini de kestiremedim... 

Buradan resmi olarak ifade edilen törenin yapılacağı Lhoknga’daki Lampuuk Köyü’ne gittim. Ulee Lhee, Lampuuk Köyü arası yaklaşık yedi sekiz kilometre var. Artık adı, tsunamiden ziyade bir süre önce yapılmış olan ‘golf sahası’ ve hafta sonu dolup taşan kumsalıyla anılan Lhoknga’da “bugün denize girmek yasaktı”. Köyün o dönem neredeyse tüm dünya medyasına yansıyan camiine, ki köydeki tüm binaların ardından tek kalan yapıydı, ulaşan yolun sonuna geldiğimde asker ve polislerin varlığı dikkat çekiyordu. Cami avlusuna gerilen bir tür çadır altında yüzlerce kişiyi gördüğümde açıkçası şaşırdım. Çünkü bu köyde bu kadar insanın biraraya gelmesi mümkün değildi. Az ötede park etmiş otobüslerin, Ulee Lhee’de ana caddeden geçen otobüsler olduğunu fark ettiğimde, kalabalığın başka ilçelerden getirilen öğrenciler ve aileler olduğu sonucuna vardım.

Vali Dr. Zeyni Abdullah, burada bir konuşma irad ederek, tsunaminin ders alınacak yönlerine dikkat çekti. Vali, tsunami gibi bölgenin her daim sel, fırtına, toprak kayması gibi her daim maruz kaldığı doğal afetlerle mücadelede Eyalet’teki tüm resmi kurumların koordineli çalışmalar içinde olmalarına dikkat çekiyordu. Ancak bu konuşmayı izleyen ne Belediye başkanları, ne Eyalet ordusunun komutanları, ne bürokrasinin önde gelen isimleri Vali ile yardımcısı arasındaki koordinesizliğe tanık olup kendi aralarında Açe halkını ve topraklarını doğal afetlere karşı koruyabilecek bir bilinç bir eylem birliği geliştirebileceklerini düşünmek de hayal...

Vali, tsunami hikmetlerinden biri olsa gerek, bölgenin ekonomisine dair bazı değinilerde de bulunuyordu: “Açe ekonomisi iyiye gidiyor ve halkın ekonomik sıkıntılarının zamanla daha da düzelecek”. Ancak ne ‘hikmetse’ on yıldır halkın değişik katmanlarıyla neredeyse içiçe olan biri olarak bu ekonomik kalkınmayı bir türlü ne duyabildim ne de tanık olabildim. Ancak bu Açe’ye ‘para akmıyor’ anlamına gelmiyor. Paranın akışı ile nasıl aktığı kadar, bu para akışını yönlendiren çevrelerin nasıl bir ‘fikir birliği’ içinde oldukları ve bu süreçte geniş kitlelerin refahına yol açacak ‘adil’, ‘sürdürülebilir’ bir çaba sergileyip sergilemedikleri de üzerinde çok konuşulmayı hak ediyor.

Vayi konuşmasında, Açe yönetimi olarak yabancı yatırımcıları teşvik edecek çalışmalara devam ettiklerini belirterek, “Tsunamiden sonra aradan geçen süre zarfında yeniden rehabilitasyon süreci tamamlandı ve silahlı çatışma dönemi de bitti. Şu anda yabancı yatırımlar için oldukça uygun bir ortam bulunuyor” diyordu. Ancak rehabilitasyon süreci ilk dört yılda tamamlanırken, onun ardından sürdürülebilir bir rehabilitasyon olmadığını ortaya koyacak şekilde Eyalet’in dört bir yanında terk edilmiş, yarım bırakılmış, kırık dökük binalar, çukurların giderek arttığı ana yollar, hendekler haline dönüşmüş köprüler vb. alt yapı sorunları gündeme getirilmiyor. Aradan geçen on yıla rağmen, Açe’ye akan milyarlarca Dolara rağmen, Açe’de bırakın ücra köşeleri başkent Banda Açe’de dahi elektrik kesintisi, başkentin ana mahallelerinde çeşme suyu eksikliği, başkentin ana arterlerini saran kanalizasyon sorunu, sadece Açe’nin değil, bölge tarihinde önemli bir yeri olan tarihi Kampung Jawa semtini çöp toplama merkezi yapan bir anlayış ve pratik karşısında bırakın yabancı yatırımcının Açe’ye gelmesini, biraz eğitim görüp yolu Kuala Lumpur’a, Cakarta’ya düşen genç Açeliler soluğu Açe’den kaçmakta buluyor.

Yabancı yatırımcıyı cezbetmeyecek belki de en önemli sorunlardan biri de ‘yolsuzlukların’ alıp başını gidiyor oluşu. Ulusal çapta yayın yapan haftalık Tempo dergisinin 21-27 Aralık sayısının 36-37. Sayfalarında Açe’de şeriat uygulamasının bir pratiği olarak halk önünde kamçı cezasının niçin ‘yolsuzluklara karışmış yöneticiler, elit’ için uygulanmadığına değiniyordu. Açe Eyalet Parlamentosu’nda bir vekilin sadece başını örtmediği için, veya erkek/kız arkadaşıyla birarada olduğu için suçlanan ve akabinde halk önünde kırbaçlanan sıradan kişilerin değil, Eyaletin ve halkın paralarını gaspeden yöneticilerin, bürokratların da benzer bir ‘İslam Hukuku’ pratiğine konu olmaları konusunda verdiği yasa önerisinin reddedildiğine dikkat çekiliyordu. Öyle ki, Endonezya devleti küresel alanda yolsuzluklarla anılan ülkelerin başında gelirken, Açe Eyaleti de maalesif bu ülke içerisinde adı yolsuzluklarla anılan eyaletlerin başında geliyor. Tempo bu konuda bir de istatistiki bilgi veriyor. 2012 yılında Açe Eyaleti, tespit edilen 100 yolsuzluk vak’asıyla Endonezya Cumhuriyeti içerisinde en çok yolsuzluğun olduğu eyalet olmuş. 2013 yılında bu sayı biraz düşmüş. 2014’de ise yeniden yükselmiş.   

Sürekli olarak Mekke Kapısı (Serambi Mekkah) unvanıyla andığımız Açe’de tsunamiden ve ardından gelen Helsinki Barış Anlaşması’ndan sonra ortaya bir tuhaf toplum ve bir tuhaf yönetim çıktığını söylemek gerekir. Bundan sadece Açelilerin değil, Açe’deki gelişmeleri kendi çıkarlarına kullanma adına çaba sergilemiş olan yerli ve yabancı unsurların da payı olduğunu unutmamak gerekir. Belki de yolsuzluğu sadece Açe bürokrasisinde değil, uluslararası çevrelerin de katkıda bulunduğu bir süreç olarak algılamak ve tedbirleri de buna göre almak gerekir.  


Tsaminin 11. yıl dönümünü üzüntü ve kederle değil, bu ‘doğal’ afetin ‘hikmetleri’ üzerinde düşünülerek geçirilmesinde fayda var.

15 Aralık 2015 Salı

Endonezya’da Bir Yerel Seçim ve Demokratik İşleyiş / Local Elections and Democratic Mechanism in Indonesia

Mehmet Özay                                                                                 15 Aralık 2015

Endonezya’da 9 Aralık günü yerel seçimler yapıldı. Bu seçimleri önemli kılan bazı hususlar var. Her zaman ifade edildiği üzere dünyanın en büyük üçüncü ‘demokrasisi’ ve sahip olduğu Müslüman nüfus gibi nitelikleriyle Endonezya’da ‘demokratik’ ilkeler bağlamına giren her adımın dikkat çekmesidir. İç politikada ise önde gelen siyasi partiler için yerel seçimler daha epeyce vakit olmakla birlikte 2019 başkanlık seçimleri için bir ön hazırlık çalışması niteliğinde. Ancak bundan önce belki de, başkanlıkta bir yılını dolduran Jokowi’nin mensubu bulunduğu Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (PDI-P)’nin sınanması anlamı taşıyor. Bir süredir iç kriz yaşayan bir dönemin en önemli siyasi partisi Golkar ise, pek çok bölgede aday göstermesinden hareketle, en azından şimdilik krizi aşmış görünüyor. Neredeyse her seçimde tanık olunduğu üzere, herhangi bir siyasi partinin tek başına siyasi güç temin etmesinin mümkün olmadığı Endonezya’da bu yerel seçimlerde de çeşitli partilerin ittifakları gündeme geldi.

Geniş kitleler için ‘yerel’ kavramının son dönemde ilintili olduğu en önemli konu kuşkusuz ki, Devlet Başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) yerel yönetimlerden gelmesi. Önce Solo Belediye Başkanlığı ardından, iki yıl gibi bir süre devam etmiş, yani tamamlanmamış Cakarta Valiliği tecrübesi. Doğa Cava’da bir şehirden, ulusal başkente ve oradan devlet başkanlığına çıkış serüveninde Jokowi’yi ulusal siyasetin odağına yerleştiren ‘halkla iç içe ve ‘halkı öncelleyen’ politikaları gündeme taşımasıydı. Zaten halkında Jokowi’yi ‘halkçı’ bağlama yerleştirmesinde bu geçmiş önemli bir unsur. Tabii ülke siyasal yaşamında yerel yönetimler örneğinde bir tek ‘ismin’ yani Jokowi’nin öne çıkıyor oluşunda da demokratik kriterler ve eğilimler noktasında bazı sorunlar kendini gizli açık ortaya koyuyor. Bu çerçevede, Jokowi gibi ‘temiz’, ‘halkçı’ bir lider örneği kadar, reform döneminin bir sonucu olarak yerel yönetimlerin seçimle tayini en önemli siyasi değişimin, merkez-çevre dengesini ‘çevre’ lehine kaydırırken, bunun seçilmişler nezdinde ‘yolsuzluk’ eğilimlerini de beslediğine tanık olunuyor.

Jokowi-halk ilişkisine değinmişken, şunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Geçen yıl Başkanlık seçimlerinin hemen akabinde ilginç bir gelişme yaşanmıştı. Jokowi’ye başkanlık yolu açıldığında, henüz değişmemiş olan eski meclis, bir tür intikam iç güdüsüyle yerel yönetimlerden gelen Jokowi’ye haddini bildirme babında, artık yerel yönetimleri halkın değil, eski sisteme, yani Suhartolu yıllardaki uygulamaya döndürülerek, atamayla belirlenmesini içeren yasayı apar topar kabul etmişti. O dönem geniş kesimlerden tepki gören bu ‘hızlı yasa değişikliği’, Jokowi’nin ve de yeni meclisin göreve başlamasıyla yeniden, reform dönemi yapısına oturtulmuştu. O ‘eski meclis ki’ içinde Demokrat Partisi, Golkar’ı ve çeşitli tonlarıyla, açık ya da gizli, kendini İslamcı kanada mensup addeden siyasi oluşumların olduğu bir yapıydı. Bu ‘hamle’ bile, ülke demokrasisinin günün getirileri ile ne denli değişkenliğe maruz kalacağını ortaya koyan bir örnek olarak siyasi tarihe geçmiş oldu.

Bu noktada, yerel seçimler niçin önemli sorusuna geçebiliriz. Endonezya siyasi tarihinin önemli aşamalarından biri kabul edilen 1998 yılında Suharto yönetiminin sona ermesinden sonra, ‘demokratik’ ilkeler adına halka tanınan temel haklardan biri olarak yerel yöneticileri seçme hakkı 2004 yılında yürürlüğe girdi. Ancak geniş bir coğrafyaya yayılan ülkede seçim sistemi alt yapısının yetersizliği nedeniyle yerel seçimler dönemlere dağılmış olarak farklı tarihlerde yapılıyordu. 9 Aralık’daki seçimi önemli kılan ilk unsur bu maddi öge. Yani ilk defa ülke genelinde -her seçim bölgesini kapsamasa da- 264 seçim bölgesi ki, büyük bir coğrafi bölgeyi içine alacak şekilde yerel seçimlerde vali, belde ve büyükşehir belediye başkanları seçimi yapıldı. Ülkenin önde gelen yöneticileri “Aman dünyanın gözü üzerimizde. Dikkatli olalım. Bu demokrasi sınavını başarıyla” verelim açıklamalarıyla yapılan seçimlerde görünürde öyle büyük bir ‘itibarsızlığa’ yol açacak vakıalar yaşanmadığı söylenebilir. Ancak sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen seçim bölgelerinde klasik ‘oy hırsızlığı’ seçimlerin iptalini getirdi.

Seçimlerden birkaç gün sonra ise, ulusal seçim komisyonunun genel katılım oranlarının yanıltıcı olduğu konusunda bazı sivil toplum kuruluşlarının tepkisi geldi. Seçim komisyonu katılım oranını %77 olarak belirtirken, kamuoyu araştırma şirketleri bu oranın %60 civarında olduğunu ileri sürüyordu. Bu görüşü destekleyen bir diğer vurgu ise, yerel seçimlere katılım oranının 2014 başbanlık seçimlerine kıyasla düşük olduğu yönündeki ifadeydi.

Seçimlerin niteliğini ilgilendiren belki de en önemli konu, adayların belirlenmesi süreciydi. Bu ‘nitelik’ problemi aslında katılım oranının arzu edilir düzeyde olmamasıyla da ilintili olmasıyla dikkat çekiyor. Halk, kendine yakın hissettiği adayları listede göremedi. Bunun temel nedeni ise, mevcut siyasi partilerin aday belirleme süreçlerinde ‘paralı ve popüler adaylar’ gibi ‘farklı’ kriterleri öncellemesiydi. ‘Paralı adaylar’ derken, kampanya dönemini kendi imkânlarıyla geçirebilecek, bu anlamda partiye yük olmayacak isimler. Tabii, ‘paralı adaylar da’, bir partiye ‘yaslanmak’ suretiyle bir tür karşılıklı çıkar ilişkisinin örneğini ortaya koymaktan geri durmayacaklardı.

Bir diğer husus ise, kendini halka yakın hisseden ve ‘halk için’ çalışma arzusundaki adayların ‘bağımsız’ olarak seçimlere girmesinin teknik olarak mümkün olmamasıydı. Herhalde bu süreçte ülke demokrasisine kazandırılacak temel bir özellik olarak yasa yapıcıların dikkatini çekecektir. Bu noktada zaten bazı sivil çevrelerden Anayasa Mahkemesi’nin acilen bu konulu ele alması ve bir sonraki seçimlere yetiştirilecek şekilde gerekli düzenlemenin yapılması konusunda çağrılar var.

Bunlardan bağımsız genel anlamıyla ülke demokrasisinin ‘zaaflarının’ en başında gelen ‘güvenilirlik’ sorunu da seçmenlerin sandık başına gidip kendi yerel yöneticilerini belirleme sürecine aktif katılım sağlamada çekingen tavır sergilemeleridir. Burada “nasıl olsa verilen vaatler yerine getirilmeyecek” algısının oluşmasında, bütün suçu herhalde ‘cahil’ seçmen algısı olarak yorumlamak mümkün değil. Kaldı ki, kampanya dönemi boyunca ülke ana medyasını meşgul eden yolsuzlukla ilgili davalarda yerel yöneticilerin de boy göstermiş olması, seçmenlerin ‘algısında’, şu veya bu şekilde belirleyici bir rolü olsa gerek.

Aslında bu yaklaşım bile içinde, beş yıllık süreyle seçilen yerel yöneticilerin hangi kriterler ve süreçlerle halkla iç içe oldukları ve olmadıklarını da ortaya koyuyor. Beş yıllık bir süre ile bir belde/ilçe/il’in yöneticisi olmak, ‘yolsuzluğun’ endemik olduğu bir ülke için ‘kazanımlar’ noktasında az bir süre değil. Kaldı ki, bu süre zarfında yöneticileri, yerel meclisleri kontrol mekanizmasına tutacak, halka karar mekanizmalarında yer verecek bir uygulamada ortada olmaması seçmende ‘soğuk’ ve ‘donuk’ bir tavrın ortaya çıkmasında rol oynuyor.

11 Aralık 2015 Cuma

Malezya’da ‘Kalkınma Fonu’ Sorunu ve Bir ‘Parti’ / The Issue of ‘Development Fund’ and A Political ‘Party’ in Malaysia

Mehmet Özay                                                                                11 Aralık 2015
Malezya’da, “Birleşik Ulusal Malay Organizasyonu”nun (UMNO) yıllık olağan genel kurul toplantısı gerçekleşiyor. Salı günü başlayan ve yarın yani Cumartesi günü sona erecek genel kurul, aslında bu yıl olağan dışı gelişmeler konu olmasıyla dikkat çekiyor. Bu gelişmelerin odağında bizzat Başbakan ve Parti Başkanı Necib bin Razak’ın bulunması ise, hükümet sorunu kadar parti sorunu olarak da nüksediyor. Bu bağlamda, sonda söylenmesi gereken bir cümleyi hemen burada dile getirerek ne demek istediğime bir kapı aralayayım. Başbakan Necib bin Razak genel kurul oturumunun dünkü oturumunda yaptığı konuşmada “İstifa etmeyeceğim” darken, neredeyse bir yıldır kendisinin odağında olduğu gelişmeler karşısındaki duruşunu sergiliyordu.
Söz konusu gelişme, bir süredir ulusal basının yanı sıra, uluslararası basında da yakından izlenen ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’nda yaşanan usulsüzlükler ve bu fonla bağlantılandırılan 700 milyon Dolar’ın Başbakan Necib bin Razak’ın kişisel hesaplarına aktarıldığı iddialarıyla ilintili. Başbakan’ın aynı zamanda Maliye Bakanı görevini de yürütmesi ve adı geçen kalkınma fonunun kurucusu olması gibi hususlar, fonun bugüne kadar nasıl işletildiği, ne tür ‘kalkınma’ fonlarının geliştirildiği vb. soruları gündeme taşımoıyor. Tabii bununla şu veya bu şekilde bağlantılı olarak fonda bulunan bazı meblağların Başbakan’ın şahsi banka hesaplarına aktarılması yönündeki iddiaların ardı arkası kesilmiyor.
Dışardan bakıldığında, Başbakan-hükümet ile muhalefet arasında bir tür siyasi restleşme nesnesi haline dönüştürülen sıradan bir sorun olarak görülebilir. Ancak, neredeyse bu yılın başından itibaren gündemden düşmeyen ve bu özelliğiyle UMNO Genel Kurul toplantısının daha önce ertelenmesine de yol açan bir özellik taşıyor. Sıralama dikkate alınacak olursa, önce muhalefet çevreleri, ardından uluslararası araştırma ve yayın organları, ardından Dr. Mahathir Muhammed ve ‘çevresi’, akabinde hükümette bazı bakan ve partililerin de yüksek sesle ‘neler oluyor?’ sorularını gündeme taşımalarına neden oldu. Bu sıralamada belki de hiç beklenmeyen gelişme ise, periyodik olarak gerçekleştirilen Sultanlar Zirvesi’nde Başbakan’ın da içinde bulunduğu fonla ilgili iddiaların yasal süreçte araştırılması gerektiği yönünde bir görüşün serdedilmesi oldu.
Bu kadar çeşitlilik arz eden ‘muhalefet’ kanadı karşısında Başbakan’ın sarıldığı yegâne kaynak UMNO teşkilatlarıydı. Salı günü gençlik ve kadın kollarının toplantılarıyla başlayan bu yılki genel kurul toplantısı işte bu anlamda Başbakan için ‘devam mı tamam mı? sorusunun da cevabı niteliğinde. Kongre öncesinde, Temmuz ayında partiden ihraç edilen başta Başbakan Yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanı Muhyiddin Yasin’in, öte yandan Kırsal ve Bölgesel Kalkınma Bakanı Shafie Abdal hükümetten ve kadın kolları başkanı Hamide Osman ise partiden ihraç edilmişti. Bununla birlikte, UMNO Genel Başkan Yardımcılığı görevini de yürüten Muhyiddin Yasin ile bir diğer başkan yardımcısı Shafie Abdal partiden ihraç edilmemesi gözlemciler tarafından bu ikilinin parti içinde bölünmeye sebep olabilecekleri şeklinde değerlendiriliyordu. Bu iki siyasetçi partiden atılmasalar da, parti etkinliklerinde kendilerine rol verilmediğine dikkat çekerek dışlandıklarını ifade ediyorlardı. Bunun en son örneği ise, Parti geleneğinin bir ifadesi olarak başkan yardımcısı tarafından açması beklenen parti kurulları toplantılarında Muhyiddin Yasin’e rol verilmedi.
Başbakan’ın icraatları ve parti içindeki gelişmeler karşısında son dönemde sessiz kalmayacağını her fırsatta dile getiren Muhyiddin Yasin, genel kurul toplantıları arefesinde, yani Pazartesi günü, Dr. Mahathir Muhammed, Shafie Abdal’ın da bulunduğu davetlilerle birlikte yaklaşık bin kişilik bir grup karşısında, Başbakan’ın politikalarından hareketle partinin sürüklendiği tehlikelere dair bir konuşma yaptı ve açıkça Başbakan’ı istifaya davet etti.
Başbakan Necib bin Razak ise Perşembe günü genel kurulun ana oturumu açılışında yaptığı konuşmada, kendini savunurken, kadın ve gençlik kollarının kendisine verdiği destekten memnun olduğunu söylüyordu. Necib bin Razak, Parti Başkanı olarak bu desteği isterken de aslında sıradan bir siyasi parti lideri gibi değil, yüce ideallerin temsilcisi bir partinin başındaki kişi olarak konuşuyordu. Parti Başkanı sıfatıyla, “Gök yarılsa, yerin dibine girse de ‘Birlik, Sadakat ve Hizmet’ her şeyin ötesindedir demesi ve akabinde ‘Bizim UMNO’dan başka gidecek yerimiz yol’ minvalli söylemi açıkçası, UMNO’nun geçmişine, kuruluş sürecine bir göndermedir. Unutulmamalı ki, UMNO Malay etnik partisi ve bu özelliğini, partinin özellikle lider kadrosu en zor durumda kaldıklarında tüm teşkilat mensuplarına ve Malay seçmen kitlesine hatırlatmasını da iyi bilir…
Ancak neredeyse aynı saatlerde Dr. Mahathir özellikle memleketi Kedah teşkilatlarındna yüzlerce partili karşısındaydı. Dr. Mahathir, Başbakan Necib bin Razak’ın ‘herhangi bir usulsüzlük yapmadım ve partililerden destek istiyorum’ şeklindeki açıklamalarına karşılık, ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ ve banka hesaplarına aktarılan paralarla ilgili soruşturmanın sürdüğünü dile getirerek meselenin gündemden pek de düşmeyeceğinin ipuçlarını veriyordu. Dr. Mahathir’in üzerine eğildiği soruşturmada adı geçen da ilgili kurumların başındaki yöneticilerin yerlerinden alınması vb. süreçler de yabana atılır gibi değildi. Öyle ki, bu kurumlardan biri, soruşturma devam ederken, Başbakan’ın kişisel banka hesaplarına yatırılan meblağın “1 Malezya Kalkınma Fonu”na ait olmadığını söylüyordu.
Söz konusu “1 Malezya Kalkınma Fonu”yla ilgili tartışmalarda dikkatlerden kaçan veya kaçırılan bir husus var ki, o da fona adını veren “1 Malezya” kullanımının sıradan seçilmediği ve fon adının dışında, ‘ulusal birlik’e yapan vurgusuydu. Bu anlamda, 2000’li yılların başından bu yana modern Malezya siyasal tarihinde en zor dönemini yaşayan iktidardaki Ulusal Cephe Koalisyonunu -ki en büyük ortağı UMNO’dur- yeniden eski günlerine taşıma niyetini ancak tüm Malezyalıları kucaklayacak bir politik söylemle mümkün olabilirdi.
Bu nedenle Necib bin Razak, Başbakan koltuğuna oturduğu 2009 yılında bütünleştirici ulusal politikalar üretmeye matuf olarak, sadece etnik Malayları değil, Çinlisi, Hintlisiyle tüm Malezyalıları kucaklama düşüncesiyle ‘1 Malezya’ kavramını gündeme taşıdı. Bugün gelinen noktada, aradan geçen yaklaşık altı yıllık dönemde fonun kullanımına dair herhangi bir başarıdan söz edilemiyor. Aksine, fonun kullanımındaki usulsüzlük ulusal ve uluslararası düzeyde Başbakan’ı giderek daha da zor durumda bırakan bir hal aldı. Ancak kimse “1 Malezya” kavramının ortaya koymaya çalıştığı toplumsal-kültürel bağlamlarıyla ulusal birliğe gidecek yolda ne büyük aksaklıklarmeydana geldiğini konuşmuyor ve tartışmıyor. Aslında “1 Malezya” kavramı, fona ad olmanın ötesinde, parçalı bir toplumsal ve siyasal yaşamın adı olan Malezya’da modern siyasi tarihinde belki evrilebilecek yeni ve kapsayıcı bir toplumsal ortam için fırsat olabilirdi.
Gene, Başbakan’ın genel kurul toplantısında yaptığı toplantıda “Ben bir jentilmenim, buna göre hareket ederim” sözünü hatırlayarak, 2009 yılında Başbakanlık koltuğuna oturmasıyla nasıl bir Malezya inşa etmek istediği ve bu anlamda ‘1 Malezya’ kavramının içeriğinde samimi olduğunu düşünmek mümkün. Ancak gelişmeler, bu kavramın ulaşılması arzu edilen tablonun tam tersi bir görüntüye evrilmiş durumda. Diğer çevreler gibi, Başbakan Necib bin Razak da, 2009 yılından itibaren birkaç yıl boyunca güçlü bir şekilde propagandasını yaptığı ‘1 Malezya’ yani, ‘birleşmiş ve ulus-devlet yapılaşmasında aşama kat etmiş bir Malezya’ya ulaşma politikasında nereye gelindiğinin acaba farkında mı diye sormak gerekir. 


6 Aralık 2015 Pazar

Malay Dünyası ve Osmanlı Çalışmaları Merkezi (III) / Center for Malay World and Ottoman Studies (III)

Mehmet Özay                                                                                                 30 Kasım 2015

Bu dizinin üçüncü yazısıyla bir kez daha karşınızdayım. Bu yazının hemen başında “Malay dünyasını tanıyor muyuz?” sorusunu, biraz da kışkırtıcı bağlamıyla bir kez daha sorarak başlamak istiyorum.

Bu soruyu sorarken, aslında bir yandan da ”Malay Dünyası–Osmanlı Çalışmaları Merkezi”ne ne denli acil ihtiyaç olduğunu da dolaylı olarak gündeme taşıdığım fark edilecektir. Bu sorunun cevabını, Doç. Dr. Serdar Demirel Hoca’nın 2010 yılında kendisiyle yapılan bir mülâkatta, kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapda bulmak mümkün. Serdar Hoca, söz konusu mülakâtın bir yerinde şunları söylüyor: “... Türkiye'de maalesef hakiki Malezya okumaları yapılmıyor. Malezya'da görev yapmış, bu ülkeyi içten soluma imkânı yakalamış çok değerli akademisyenlerimiz oldu. Gördüğüm kadarıyla onlar da Malezya tecrübelerini fazla paylaşmıyorlar…”

Serdar Hoca’nın bu açıklamasına katılmamak mümkün değil. Toplam nüfusu üç yüz milyonu bulan ve üzerinde yükseldiği topraklar -tıpkı dün olduğu gibi- günümüzde  de jeo-stratejik ve jeo-ekonomik önemiyle gündeme taşınan Malay dünyası hakkında yüzlerce, hatta binlerce akademik çalışma ve araştırmanın kitapçı raflarında yerini alması gerekirdi… Ancak maalesef henüz böyle bir durum söz konusu değil. Olması için de kat edilmesi gereken azımsanmayacak bir yol var. Serdar Hoca’nın, 2000’li yılların başlarında Umran Dergisi’nde ardından Yeniakit Gazetesi’ndeki köşesinde Malezya konulu yazıları olduğunu da hatırlatalım.

Buradan, Malay dünyasına bir tür popular ilginin hasıl olduğu, 26 Aralık 2004 tarihindeki tsunami sonrasındaki konumuzla ilgili bazı hususlara dikkat çekmek istiyorum. Çünkü tsunami, kaderin bir cilvesi olarak Açe’nin modern tarihinde yaşanan yıkımların ardından gelen bir tür umut olmakla kalmadı, Türkler açısından da, -tüm eksik gediklerine ve manipülasyonlarına rağmen-, Malay dünyasıyla bağların hatırlanacağı bir zaman dilimi oldu.

Bu çerçevede, söz konusu bu tarihin Türk-Malay dünyası ilişkilerine dair gündemin belirlenmesinde bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, Malay dünyasına yönelik ilgi, en büyük hasarın ve can kaybının Açe’de meydana geldiği deprem ve tsunami sonrasında oluşan şartlar çerçevesinde bir başka evreye sıçrama yaptı. Tabii bu süreç, Osmanlı-Açe ilişkilerinin hatırlanması çevresinde şekillenmekle kalmadı, komşu ülke Malezya’da ilgili çevrelerde Cohor’dan başlayarak, Java Adası’na kadar, “Biz de Osmanlı ile ilişkiler kurmuştuk”u hatırlatan bir sürece evrildi. Bazı yerlerde dile getirdiğim üzere, Malay dünyasının çeşitli yerlerindeki bu yaklaşımları da Türk-Açe ilişkilerine duyulan ‘siyasi kıskançlığa’ bağladığımı da belirteyim. Örneğin, gerçekleştirilen kimi resmi ziyaretler çerçevesinde ortaya çıktığı üzere, Türkiye-Endonezya ilişkilerinde resmi makamlar kadar, bu makamlara ‘rapor’ hazırlayan ‘düşünce kuruluşları’ (!) da örneğin, Türkiye-Endonezya ilişkilerini yüz yıllar öncesine dayandığını büyük bir öz güven içerisindeymişcesine belirtirken, bunun hangi bilimsel alt yapıyla gündeme taşıdıklarını ortaya koymaktan uzak olduklarını da ibretle izledik. 

Açe’de meydana gelen doğal afet sonrasında Türkiye’de doğan ilgi, neredeyse ilk günden itibaren gazete yazılarıyla bir anda popüler bir nitelik kazandı. Bununla birlikte, bu popülerliğin, tarihin derinliklerindeki bilinmezlere kapı aralamasıyla önem taşıdığını da söylemeliyim. Bu nedenle söz konusu bu yazılardan dikkat çeken birkaçını burada ele alacağım. Bu topraklara, yani Açe’ye daha önce yolu düşmüş usta belgeselci Coşkun Aral ile, Açe bağlamını daha 1980’lerde tecrübe etmeye başlamış olan Fehmi Koru’nun (1 Ocak, 2005, Yeni Şafak) yazılarında gözlemlemek mümkün. Aral’ın o dönemki Sabah gazetesindeki yazısı (“Acehli Türkler”, 31 Aralık 2004), Açe’ye yaptığı gezilerin izlerini taşıyordu. Fehmi Koru ise, 1980’lerin ilk yarısında yapılan röportaja gönderme yaparak özellikle SeTeKa’lara bir vizyon çiziyordu. Koru’nun bu yazısına değişik vesilelerle yeterince atıf yaptığım için burada tekrar etmeyeceğim.

Burada Aral’ın yazısından hareketle gelişen doğan kısa bir tartışmayı irdelemek istiyorum. Aral’ın yazısına “Acehli Türkler” başlığını vermesinden kastı neydi acaba diye sormak, bize sadece 1560’lı yılların ortalarında Constantinople’e ayak basan Açe Devleti’nin elçileriyle değil, belki, -şaşırtıcı ancak gerçek- 11. veya 12. yüz yıllardan başlatılabilecek bir ilişkiyi gündeme getirir. Uzun bir geçmişden bugüne ne kaldığı sorusu ise, ancak bir kitaba sığacak açıklamalarla ortaya konulabilir. Sayın Aral, o yazısında atıfta bulunduğu, çekimlerini yaptığı Açe belgeselinin 2002 yılında yayınlandığını ifade eder. Tam da, dönemin Endonezya’sında Megawati’nin devlet başkanı olduğu, daha doğrusu ülke siyasi ve de askeri elitinin devlet başkanlığını merhum Abdurrahman Wahid’den alıp Megawati’ye sunduğu dönem. Yani Açe’nin, Suhartolu yılların ardından gelen ve adına ‘reform’ denilen dönemin başlarında, bir kez daha kan gölüne döndüğü yıllar...

Sadece Suhartolu yıllarda değil, savaşın bir kez daha ağır bir yük olarak Açe toplumunun her katmanı üzerine çullandığı 2000’li yılların başlarında, Açe topraklarına adım atabilen tek gazetecinin Amerikalı William Nessen olduğu Açe’de herkesin bilgisi dahilindedir Açe’de. Nessen’ı Açe’de köşe bucak gezdiren kişi, 2007-2012 yıllarında Açe Parlamentosu’nda milletvekilliği yapmış olan kıymetli bir dostumuzdu. Ancak Aral’ın Açe ziyaretinden, çekimlerinden, izlenimlerinden Açelilerin haberdar olmaması dahi üzerinde durulması gereken bir konu.

Aral’ın söz konusu yazısının hemen akabinde Sunay Akın “Aceh’te Unutulan Türk Acısı” (Sabah Gazetesi, 02.01.2005) yazısı, hem Aral’ın dile getirdikleri hem de o yazının arka plânına ışık tutan bazı hususlara dikkat çekiyordu. Akın’ın, Aral’ın yazısından alıntıladığı bazı cümleler üzerinden Türk-Açe dolayısıyla Türk-Malay ilişkileri bağlamında değerlendirilmeye imkân tanıyor. Aral, yazısında Açe’deki Türk varlığına dair delillerin bir İngiliz akademisyen tarafından kendisine aktarıldığını belirtir. Kuşkusuz, bu yazının ilgili yerlerinde dile getirdiğimiz üzere, Türk tarihçilerinin Türk-Açe bağlamını izah eden çalışmaları yok değil. Ancak Türk-Açe ilişkilerinin önemli bir bölümünün İngiliz veya İngilizce yazan akademisyen-araştırmacılarca çeşitli çalışmalara konu edildiği de bir o kadar aşikâr. Akın’ın dikkat çekmek istediği husus ise, “Kurtoğlu Hızır Reis” idaresindeki Osmanlı ordusu... Yaygın bir bilgi yanlışı olduğuna kuşku olmayan bu hususla ilgili doğru bilgi bugüne kadar bir türlü yerleşebilmiş değil. Tabii, bunda Türk akademisyenlerinin suçu yok değil. Aslında burada bir tür “Geldik, gördük, yendik” kolaycılığına kaçıldığını, bir başka deyişle Osmanlı hamasetçiliği ile neredeyse tüm Hint Okyanusu ve çevresini Osmanlı siyasi egemenliğine bağlanmışcasına bir anlayışın hakim kılınmak isteyişinde aramak gerekir. Kimileri üzülecek ancak, tarihin namusu adına doğruyu söylemekten kaçınmayalım. Olan biten, hiç de hamasetçi gurühun düşünmek ve de pazarlamak istediği gibi değil.

İşin öte yanında, Aral’a “Benim de atam Türktü” diyerek atalarının yattığını ileri sürdüğü mezarlığa götüren Açelinin yanlış bilgi verdiği iddiasında da değilim. Kaldı ki, bu mezarlığın şehir merkezi civarındaki Kampung Pande ve Bitay olma ihtimali hayli yüksek olduğuna tanıklığımla şahit olabilirim. Tabii, burada önemli olan, Aral’ın bahsettiği Açeli’nin ifadelerinin Açe toplumsal hafızasına kazınmış bir gerçekliğe tekabül ettiğini gözlerden kaçırmamak. Ancak bunun “Hangi Türk?” “Hangi coğrafyadan?” “Hangi dönemde?” vb. sorularla birlikte ele alınması gerekiyor. Zaten Sunay Akın’ın “Aradan geçen 500 yıla rağmen, zikredilen bazı kültürel ögelerin halen yaşamakta olup olmadığını” sorgulayan cümleleri de bu konuda sorgulayıcı duruşa göndermede bulunuyor. Bu noktada, Akın, “büyük bir bulmacanın kayıp parçaları” dediği ortadaki sorunu çözmek için başvurduğu yer ise, 19. yüzyıl sonunda ‘Ertuğrul’ gemisinin bölgeyi de içine alan seyahati. Bu iki makale çerçevesinde 16. yüzyıl ikinci yarısı ile, 19. yüzyıl son çeyreği aralığında ortaya çıkan bu ilişki, bize açıkçası bulmacayı tamamlatmıyor, aksine, bulmacada halen doldurulacak epeyce yer olduğuna işaret ediyor. 

Tsunami sonrası entellektüel faaliyetler bağlamında Türk-Açe (Malay) dünyası ilişkileri gene bizden bağımsız bir şekilde gelişme gösterdi. Güneydoğu Asya tarihi ve de Açe tarihi konusunda yetkin bir isim kabul edilen Prof. Dr. Anthony Reid’in öncülüğünde kurulan ‘Uluslararası Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi’nce (ICAIOS) 2007 yılından itibaren, iki yılda bir Banda Açe’de gerçekleştirilen uluslararası konferanslarda Türk unsuru kafi miktarda yer buldu. Bu sürecin bir devamı olarak, 2009 yılında Coşkun Aral’ın ve akabinde Yedi Renk Yapımcılık’ın Açe’de belgesel çekimleri kayda değer entellektüel çalışmalardı. İkinci belgesel çekimine dair bazı hususlar, metin yazarı Ekrem Saltık tarafından “Güney Asya ve Uzak Doğu’da Osmanlı İzleri” (2011) adlı kitapta yer aldı. Bu iki belgesel sürecini Açe’yle sınırlı olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Her iki ekibin değişik boyutlarda Güneydoğu Asya’da Türk bağlantısına dair çalışmaları birer veri olmak kadar gurur kaynağı da. 

Bu süreçte, Osmanlı Devleti ile Malay dünyası arasındaki bağlantıyı konu edinen bir derleme çalışma, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Saim Kayadibi tarafından 2011 yılında Kuala Lumpur’da, “Ottoman Connections to the Malay World: Islam, Law and Society” başlığıyla yayınlandı.

Bu yayınların yanı sıra, Türkiye ile bölge ülkeleri hükümetlerinin üst düzey resmi ziyaretleri, iki coğrafa arasında etkileşime bir başka katkı unsuru olarak değerlendirilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemleri Batı bloğu içinde yer almanın getirdiği koşullar ve zorunluluklar nedeniyle genel anlamıyla İslam dünyasıyla etkileşimin, ya çok sınırlı veya kayda değer bir ilişkinin olmadığı bir dönem olarak dikkat çeker. Bu bağlamda, özellikle Güneydoğu Asya gibi görece uzak bir coğrafi bölgedeki çok çeşitli Müslüman toplumlarını algılama ve anlama çabasına tanık olunamamıştır. Bununla birlikte, 1955 yılındaki Bandung Konferansı, 1973’de Malezya Başbakanı Hüseyin Onn’un ziyareti, 1982’de Endonezya Devlet Başkanı Suharto’nun Türkiye ziyaretlerinin, yukarıda zikredilen Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin siyasi bağdaşımına uygun olarak gelişen ziyaretler olarak anılmayı hak eder.

Hüseyin Onn demişken, yukarıda zikrettiğim ziyareti sırasında Türk yetkililerine büyükannesi Rukiye Hanım hakkında yönelttiği sorulara cevap alamamasını da -ve akabinde ‘Cohor Tarih Vakfı’ndan (Yayasan Warisan Johor) bir heyetin 2007 yılında İstanbul ziyaretiyle benzer bir teşebbüs gerçekleşmiş ancak, sonuç alınamamıştır-, Türk-‘Malay’ ilişkilerinin bir yerine not edilmesinde fayda var.

Belki bu hususa, ayrı bir makalele ile bu site sayfalarında değinme fırsatı buluruz. Hükümetler düzeyindeki ziyaretler arasında 1996 yılında kurulan D-8 (Gelişmekte olan 8 ülkenin üyesi olduğu birlik) imkânının, Türkiye’yi Güneydoğu Asya’nın Malay ırkına ev sahipliği yapana iki önemli ülkesi Malezya ve Endonezya’ya yakınlaştırma yönünde önemli bir adım olduğuna kuşku yok. Ancak ‘malum’ sebeplerle söz konusu birliğin “düşük yoğunluklu” süren varlığı, arzu edilen potansiyeli gün yüzüne bir türlü çıkaramadığı da aradan geçen süre zarfında gözlemlenmektedir.

Bu vesileyle, Kuala Lumpur’daki merkezden sonra İstanbul’daki merkezin de yakında Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi bünyesinde açılacağını hatırlatmak isterim.

Not: Doç. Dr. Ali Caksu Bey, bir hatırlatmada bulunarak, aşağıda ismi geçen öğretim görevlilerin de, 1990’lı yıllarda Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde çeşitli sürelerde bulunduklarını belirtti: Mehmet Bayraktar, Murat Cizakca, Yasin Ceylan, İbrahim Kafi Donmez, Faruk Beser, Mehmet Pacaci, Yunus Vehbi Yavuz, Ahmet Turan Arslan.


5 Aralık 2015 Cumartesi

Mindanao Barış Sürecinde Neler Oluyor? / What’s going on in Mindanao Peace Process?

Mehmet Özay                                                                                   5 Aralık 2015

Filipinler’in güneyindesi Mindanao bölgesi, 2016 yılında özerk yönetime hazırlanıyor. Ancak bu sürece kadar atılması gereken önemli bir adım var ki, o da ‘Bangsamoro Temel Yasası’nın (BTY) ulusal Kongre’de kabul edilmesi. Merkezi hükümetin, beklentilere uygun şekilde bu adımı henüz atmamış olması endişeli bir bekleyişe neden oluyor. Ayrıca, Filipinler Yüksek Mahkemesi’nin Bangsamoro Çerçeve Anlaşması ve Bangsamoro Kapsamlı Anlaşması’nı reddetmesi ihtimal dahilinde olduğu da unutulmamalı. Daha önce yapılan bazı barış görüşmelerinde nihai olarak Yüksek Mahkeme’nin kararı belirleyici olmuş ve görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

“Bangsamoro Geçiş Komisyonu”, söz konusu yasa taslağını 10 Eylül’de Kongre’ye sunmuştu. Ancak Temsilciler Meclisi ve Kongre’de, 27 Mart 2014 tarihinde imzalanan anlaşmanın ruhuna aykırı şekilde bazı değişikliklere gidilmesi, Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) tarafından eleştirilmişti. Barış sürecinin önemli aktörlerinden Devlet Başkanı Benigno Aquino’nun danışmanı Teresita Quintos-Deles, aylar önce yaptığı açıklamada yasanın Eylül-Ekim ayları arasında Kongre’den geçeceğini umduğunu söylemişti. Ancak bugüne kadar bu gerçekleşmedi ve son umut Noel tatili öncesine, yani 16 Aralık’a kadarki günler kaldı.

Kongre’nin yasayı bugüne kadar sürüncemede bırakması kadar, yasa taslağında değişiklik yapma gereği duyması, Manila siyasi elitinin Bangsamoro halkını yeterince tanımaması, yani bir sosyo-kültürel ön yargıdan kaynaklandığına dair bazı görüşler dile getiriliyor. Tabii, bu ön yargının oluşmasında, sadece on yıllarca savaş ortamında kalınmışlık değil, özellikle son on beş yıldır Güneydoğu Asya Müslümanlarını da girdabına çeken küresel saldırıların ve bunların belli çevrelerce sunuluş tarzının olduğuna kuşku yok.

Kongre’nin bir şekilde direnişi olarak da adlandırılabilecek olan bu süreç, özellikle MILF yönetimi ve Bangsamoro halkı başta olmak üzere merkezi hükümet çevrelerinde de barışı isteyenler arasında tedirginliği neden oluyor. Bu noktada, MILF lideri Hacı Murad İbrahim’in, geçen Kurban Bayramı vesilesiyle yaptığı bir açıklamada Filipinler merkezi hükümetiyle-MILF arasındaki anlaşmayı bozmaya yönelik kimi dolaylı çabalara atıfta bulunmasını da dikkate almakta fayda var. 

Barış sürecindeki istikrarlı duruşu ile Devlet Başkanı Benigno Aquino, 2016 yılı ortalarında sona erecek başkanlık sürecini bu barışla taçlandırmak istiyor. Ancak ülke içi dengelerin, Müslümanların neredeyse yüz yıllık özleminin önüne gecebilecek boyutları olduğunu da dikkate almak gerekir.

Taraflar bir yandan Kongre’nin tarihi sorumluluğunu yerine getirmesini beklerken, bir yandan da, bu sürece paralel olarak, MILF silahlı gruplarının silahlarının iadesi ve de savaşçıların sivil yaşama kazandırılması sürecine adını veren ‘Normalleşme’nin yaşanması bekleniyor. Ancak MILF yetkililerinin bugüne kadar yaptıkları açıklamalarda ortaya koydukları üzere, merkezi hükümet ilgili yasayı somutlaştırmadıkça, silahlı birliklerin ‘normalleşme’ süreci de askıya alınacak. Her ne kadar, bu sürecin ilk adımı olarak bazı gruplar silahlarını teslim etse de, MILF temkinliliği elden bırakmıyor. Bununla ilgili son açıklama ise 3 Aralık’ta, MILF adına Barış Görüşmeleri’ne katılan heyet üyelerinden Prof. Dr. Abhoud Syed Lingga tarafından gündeme getirildi ve BTY’nin kabul edilinceye kadar silahların devrinin askıya alınabileceğini söyledi.

Bu ay içerisinde görüşülmesi plânlanan bu yasanın kabul görmesi halinde Bangsamoro Halkı uzun bir mücadelenin ardından ana vatanlarında, kendi kendilerini yönetme hakkı elde edecek. Ancak Manila hükümetinin kendi iç işleyişi ve ülkenin kahir ekseriyetinin Katolik inancına mensubiyeti nedeniyle, Aralık ayının neredeyse ortalarından itibaren Noel tatili gibi unsurlar yasa görüşmelerinin yapılamaması gibi bir ihtimalin olduğunu ortaya koyuyor. Bu ihtimal özellikle MILF kanadında bir tedirginliğe yol açsa da, hareketin lideri Hacı Murad İbrahim, bir yandan da barış umudunun korunmasından yana tavır takınıyor. Hacı Murad İbrahim, Kongre’nin “tarihi sorumluluğu”yerine getirmese bile, mevcut hükümetle değil, ‘Filipinler Devleti’yle varılan “Çerçeve Anlaşması” ile “Kapsamlı Anlaşması”nın bağlayacılığına dikkat çekerek umut kapısını da tamamen kapatmıyor. Ancak bu noktada, yukarıda belirttiğim üzere Yüksek Mahkeme’nin nasıl bir yaklaşım sergileyeceği de önem taşıyor. Öte yandan, Kongre’nin yasayla ilgili karar almaması durumunda da MILF içinden veya dışından grupların yeniden sıcak savaş ortamı söylemlerini gündeme getirmeleri de söz konusu.

Her şey yolunda giderse, Mindanao Adası ve çevre adaları Müslümanların yönetiminde ilk özerk bölgeye dönüşmesi, Filipinler modern tarihinde önemli bir aşama kabul edilecek. Bu sürecin en başka gelen etkisi, Bangsamoro halkının bağımsızlığı için mücadele vermiş olan MILF’in varlığını sona erecek. Ancak bu yapı içerisindeki ‘insan kaynaklarının’, yeni sivil siyasi yaşamın odağında bulunacaklarına kuşku yok.

Bu gelişmede bir diğer dikkat çeken husus, “Müslüman Mindanao Otonom Bölgesi” adını alacak bölgede Bangsamoro halkının valisini, eyalet parlamentosunda milletvekillerini ve belediye başkanlarını seçmesi gibi özerkliğin önemli adımları yeni bir siyasi yapılaşma anlamı taşıyor. Katolik nüfusun çoğunlukta olduğu Filipinler’de çeşitli yerli etnik unsurların varlığına rağmen, bu unsurların siyasi bir bilinç tezahürü ortaya koyduklarına tanık olunduğunu söylemek güç. Bu nedenle, Bangsamoro halkının elde edeceği özerklik, ülkenin diğer bölgelerinde en azından şimdilik, ‘Biz de özerklik isteriz’ taleplerinin ortaya çıkması anlamına gelmeyecektir. Filipinler içinse, modern siyasi dönemde toplam 17 Eyalet’ten sadece Mindanao bölgesinin kendi kendini yönetmesi sürecinin başlangıcı olacak.

Kongre’de bu süreçten bağımsız bir başka gelişme de, Mindanao ve çevre adalarının Sulu ve Sulawesi Denizleriyle çevrili olmasından kaynaklanan jeo-ekonomik ve stratejik öneminden hareketle ‘güvenlik’ konusudur. Bu çerçevede, “Bangsamoro halkı, 2016 yılı Haziran ayından itibaren başlayacak bu yeni sürece hazır mı?” sorusu gündeme getirilmeli. Bu sorunun, Bangsamoro halkını, merkezi hükümeti ve merkezi hükümetle ilişkileri, bölgede halen faaliyet gösteren şiddet eğilimli yapıların varlığını ve de Güney Çin Denizi’ndeki Spratly Adaları’na komşu olması nedeniyle küresel bağlamıyla birarada ele alınmasını gerektirecek bir durum söz konusu. Tüm bu hususlar bile, MILF’in işinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor. Hayatının önemli bir bölümü savaş ortamında geçirmiş kitlelerin artık yolunun siyaset arenası ve yönetim çevreleri olması ‘savaşta’ edindikleri tecrübelerin ‘sorun çözme süreçlerine’ katkısını elbetteki zaman gösterecek. Ancak hiç kuşku yok ki, MILF’in savaşçıları kadar, sivil kanadı ve entellektüel zemini olan oluşumları içinde barındırması kadar, bu unsurların kendi içlerinde bir sürtüşme ve ayrışma dönemi de yaşayabileceklerini gözlerden ırak tutulmamalı.

Bölgede Abu Sayyaf, Jemaa Islamiya gibi kendi başlarına hareket kabiliyeti kadar, benzeri ve daha büyük boyutlu uluslararası yapılara da eklemlenebilme özelliğine sahip bu unsurların, Mindanao yönetimini açmaza sokabilecek icraatları olabilir. Sadece Mindanao ve çevresinde değil, Malezya’nın Borneo Adası’ndaki Sabah Eyaleti’ne kadar nüfuz edebilen ve 2000’li yılların başlarından itibaren baş gösteren silahlı saldırı ve akabinde neredeyse süreklilik kazanan adam kaçırma eylemleri, 2013 yılında kendilerini Sulu Sultanlığı ordusuna mensup olarak tanıtan yüzlerce gerillanın saldırısıyla zirveye çıkmıştı. Mindanao ve çevre adaların güvenliğinin sağlanması konusunda Mindanao yönetimini merkeze bağlılık kadar, söz konusu silahlı gruplarla etkileşiminde de belirleyici olacaktır. Bu noktada, kendi topraklarında hem de bölgesel ve de küresel ses getirebilen böylesine güvenlik problemi, bir anlamda tam da Mindanao’nun yeniden doğuş sürecinde kucağına düşmüş olacak. 

Bölge halkının on yıllarca merkezi hükümetle süren çatışmalardan kendi payına düşen tüm acıların bir an önce sona erdirilmesi için gerekli çabaların önüne bir anlamda engel çıkartılabileceğini akılda tutmak gerekir. Diğer taraftan, uzun yıllar aktif savaşta yer almış grupların sivil yaşama adaptasyonunda doğacak problem ve buna eklemlenecek ekonomik sorunlar bu grupları zaten ortada hazır olan yukarıda belirtilen gruplara katılmalarına yol açabilir. Tüm bu özellikleriyle, Mindanao Adası ve üzerinde yaşayan Bangsamoro halkının geleceği, sadece Filipinler devleti sınırı ve ilişkileriyle değil, bölgesel ve hatta kimi ölçülerde küresel ilişkiler bağlamında da dikkatle izlenmeyi hak ediyor.


1 Aralık 2015 Salı

Çin Devlet Başkanı Afrika’da / Chinese President in Africa

Mehmet Özay                                                                                                           1 Aralık 2015

Bugünlerde küresel politikanın gündemi Paris’teki İklim Zirvesi olsa da, Çin hükümeti, Paris kadar, 1-4 Aralık tarihlerinde Afrika atağı ile farklı kulvarlarda var olabilme kapasitesi olduğunu ortaya koyuyor. Çin Devlet Başkanı’nın Şi Cinping’in önce Zimbabwe, ardından Güney Afrika’ya yapacağı ziyaretler, ülke ziyaretleri olmanın ötesinde anlam taşıyor. Şi Cinping’in bugün gerçekleştireceği ziyaretle, yirmi yıl sonra Zimbabwe’ye resmi ziyarette bulunan ikinci Çin devlet başkanı olacak. Özellikle, Johannesburg’da Çin-Afrika zirvesi ve Şi Cinping’in zirveye eş başkanlık yapacak olması oldukça önemli bir gelişme.

Hatırlanacağı üzere Batılı ülkelerce yalnızlaştırılan Mugabe 2014 yılı Ağustos ayında Çin’e resmi ziyarette bulunmuştu. Johannesburg’da gerçekleştirilecek olan ve ilki 2000 yılında gerçekleştirilen Çin-Afrika zirvesi ise, Çin’in Kıta’daki varlığını pekiştirmeye yönelik önemli bir atılım olarak değerlendiriliyor. Çin-Afrika dış ticaret hacminin 2000 yılında 10 milyar Dolar’dan, 2015 yılı sonu itibarıyla 300 milyar Dolar’a çıkmış olması, Çin’in Afrika açılımındaki agresif yapılanmasını ortaya koyuyor. Bu yapılanmanın ekonomik boyutuyla sınırlı olmadığı, aksine Afrika açılımında işin giderek güvenlik stratejilerine doğru evrildiği de görülüyor. Bunun son dönemde ortaya çıkan örneği ise, Çin’in Cibuti’de askeri üs kurma çabaları oluşturuyor. 

Biri dünyanın ikinci büyük ekonomisi, diğeri sosyo-ekonomik geri kalmışlığı ile gündemde yer işgal eden bir Kıta. Çin-Afrika yakınlaşmasının bugün ne anlam ifade ettiğini anlamak için, belki kısa bir istatiski bilgi ile başlamakta fayda var. Bugün Çin, Afrika’nın en büyük dış ticaret ortağı konumunda. 2013 yılındaki rakam ise 200 milyar Doları buluyor. Bunun %44’lük bölümünü, Çin’in dış yatırımı oluşturuyor.

Afrika Kıtası’nın, yüz yıllar boyunca Batılı kapitalist sömürgecilerin kıskacında bir coğrafya olduğu hatırlandığında, burada “Batı nerede?” veya “Çin niçin Afrika’da?” sorularını birbiri ardı sıra sormak gerekir. Batılı sömürgeci ülkelerin yüz yıllar boyunca Afrika’yı sömürmüş olması yüz kızartıcı ve utanılası bir durum değil, aksine Batılılar tarafından da “Evet, biz yüz yıllarca Afrika halklarını tüm değerlerine varıncaya kadar sömürdük” cümlesi, bizzat Batılılarca rasyonel bir duruşun ifadesi olarak yüksek sesle seslendiriliyor. 2. Dünya Savaşı sonrasında gelen küresel yeniden yapılanma sürecinde Afrika’nın payına, gene Batılı devletler eliyle “yukarıdan-aşağıya” modernleşme düştü. Yukarıdan-aşağıya tabiri, aslında Afrika için yeni bir kavram değil, aksine sömürge yüz yılları boyunca doğrudan ve dolaylı yönetimin bir başka adı olarak gündeme geldi. “Yukarıda” kavramı, bilgi ve teknolojilerin hakimi Batılılara; “aşağıya” kavramı ise, Afrika’nın geniş kesimleri içine alan, sosyo-ekonomik mağduriyetin tastamam odağındaki topluluklara gönderme yapar. Bu ikili arasındaki araçsallaştırılan kesim ise, Batılı eğitim kurumlarında eğitilmiş geleneksel ve onların modern uzantıları ara yöneticiler takımıdır.

Ancak bu sürecin Afrika toplumlarına arzu edilen modernleşme süreçlerini kendilerinin yönetebileceği bir alan açması ihtimal dahilinde değildi. Temelde Batılı güç odaklarının gerek tekil devletler, gerekse Dünya Bankası, IMF, BM gibi uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla Afrika kıtasına “yardım” temelli modernleştirmeci çabaları kontrol mekanizması kurmasıyla sınırlı bir alanda kendini ortaya koydu. Bu süreç, koca kıtayı uluslararası kapitalizme alıştırma temrinleri şeklinde geçtiğini söylersek pek de yanılmış olmayız.

Bugün şayet Afrika’nın yanında Çin’i görüyorsak, bu noktada gündeme getirilmesi gereken diğer bazı sorular da olmalı. Bunların başında, “Afrika ile Çin’i yakınlaştıran unsur nedir?” geliyor. Yirminci yüzyıl ikinci yarısı boyunca Afrika’ya “yardım yatırımı” yapan Batılı devletlerin, bu ülke ekonomilerini yönetme bağlamında kendine yeter hale getirmede başarısız olduğuna kuşku yok. Ayrıca, bölgesel ve küresel politikalara ayarlanmış şekilde kendi kurduğu “demokratik değerler” skalasına aykırı yapılaştırmalarla Afrika toplumlarını sınırlı sayıda elitten müteşekkil yönetim çevrelerinin siyasi ihtiraslarına kurban bırakması da işin cabası. Süreç içerisinde, küresel taleplerdeki değişime bağlı olarak Batılıların bu yönetim çevrelerinden “demokratikleşme, insan hakları, özgürlükler vb.” bağlamlardaki talepleriyle karşı karşıya kaldıklarında, idarede yolsuzluklar temelinde kökleşmiş yapı direnç göstermesi psikolojik bir refleksin dışında algılanmalıdır.

İşte bugün Şi Cinping’in ziyaret edeceği Zimbabwe (İngiliz sömürgeciliği dönemindeki Rodezya) buna en iyi örnektir. 2000 yılların başında Mugabe yönetimi Batılıların değişim taleplerine resti çekerken, yanı başında aynı resti çoktan çekmiş ve bunu Tiannenman Meydanı ve ardından Hong Kong vb. örnekleriyle kanıtlamış, ancak ekonomik liberalizmle Batı’nın modernleşme süreçlerine adaptasyonu gerçekleştirebilmiş bir Çin buldu. Aslında bu durum, Çin’in, ABD ile yarışında küresel açılım politikalarına karar verdiği dönemde, tam da istediği bir gelişme olarak karşılıklı çıkarlar olgusuyla açıklanabilir. Mugabe’nin, yukarıda zikrettiğim Çin ziyareti sırasında iki ülkenin “dostluk, eşitlik ve kazan-kazan ilkelerine dayalı işbirliği” yaklaşımında da görüldüğü üzere, Çin’in bir tür ‘Üçüncü Dünyacı’ bağlamında “dostane” duruşu Batının buyurgan politikalarıyla karşılaştırıldığında Afrikalı yöneticiler için çok daha cazip bulunuyor.

Şimdi başta Zimbabwe olmak üzere Kıta’nın diğer ülkelerinin de hedefinde Batı’nın “temel değerler vurgusuna” maruz kalmadan, ekonomik kalkınmacı modernleşme sürecine adım atmak bulunuyor. Ancak Çin’in, Kıta için böylesi bir hedefi olup olmadığı tartışmalı. Çin’in, Kıta’daki bugüne kadarki icraatı, “yardım yatırımından” çok, alt yapı geliştirme ve ihtiyaç duyduğu hammaddeleri temin ekseninde gelişiyor. Tabii bir de, tıpkı Batılıların yüzyıllar öncesinde Hint Alt Kıtası-Malay Takımadaları-Çin arasında sürdürdükleri bölgesel ve küresel ticareti ve üretim süreçlerini kontrole mahsus yapılaşmasının bir örneğinin bugün Çin tarafından uygulanıyor oluşudur. Bunun Afrika’daki yansıması ise, Çin teknoloji ürünlerinin pazar payının giderek artışıdır.

Bugün gerçekleşecek ziyaret vesilesiyle Şi Cinping-Mugabe’nin imzalayacağı anlaşmalar arasında finans, doğal yaşamı koruma, yatırımların başta geldiği görülüyor. Ancak Çin’in yaklaşık son otuz yılda gerçekleştirdiği kalkınmacı modernleşme sürecinin neticesi olarak, bugün çok net bir şekilde görülen lokal ve ulusal düzeydeki doğal felâketlerinin küresel etkilerinin de Paris’deki İklim Zirvesi’ne taşınmasıyla tanık olunuyor. Bir süredir giderek yoğun bir şekilde tanık olunan Çin’in, özellikle batı ve güney bölgelerindeki göz kamaştıran modern (!) şehirlerini kaplayan hava kirliliği, 15 Ekim’de yayınlanan bir raporda ortaya konduğu üzere dünya denizlerinin plâstik atıklarla kirleten ülkelerin başında Çin’in geliyor oluşu vb. hususlar hiç de yabana atılacak konular değil. Öyle ki, başta Çin olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Asya ekonomik kalkınmacılık yarışında yer alan tüm ülkeler, gelecek elli yılda bu yolda devam mı, yoksa kendi halklarını ve küresel kamuoyunu doğal tehlikeler zincirinden kurtarmaya yönelik politikalar mı geliştirecekleri sorunuyla, daha doğrusu ikilemiyle karşı karşıya.

Tam da bu noktada, Çin’in Afrika kıtasına yapacağı her türlü modernleştirmeci yatırımın örnekliğini, tabii ki Çin’deki otuz yıllık kalkınma süreci oluşturacaktır. Ancak Çin yönetiminin Afrika devletleriyle bu kalkınma araçlarını ne kadar paylaşacağı ve Batılı devletlerin ve “yukardan-aşağıya” modernleşmeci yaklaşımından ne kadar farklılık arz edeceğini zamanla göreceğiz.