Mehmet Özay 28 Ekim 2015
“Malay Dünyası ve Osmanlı Araştırmaları Merkezi” adı verilen
yeni bir kurum hayata geçirildiğini kısa bir süre önce dünyabülteni’nde
duyurmuştuk. (Bkz.:http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/340322/malay-osmanli-calismalari-merkezi)
Yaklaşık iki ay
öncesi bu girişim, söz konusu kurumsallaşmanın ilk ayağını oluşturuyor. Yani
“Malay Dünyası” dendiğinde kuruma öncülük eden bireylerin teslimiyetiyle ‘Kuala
Lumpur’ seçilmiş oldu. “Osmanlı Araştırmaları” bağlamına uygun olarak da ikinci
mekân
İstanbul oldu. Tabii buradan Malay dünyasını Kuala Lumpur’daki araştırmacılar;
Osmanlı dünyasını da İstanbul’daki araştırmacıların ilgi ve sınırlılığına dahil
edildiği şeklinde algılanmamalı. Bu anlamıyla bile, kurumun en azından Türkiye
şartlarında bir ilke tekabül ettiğini düşünüyorum. Bu ikili yapının ortaya
konmasında belki çalışma alanının oldukça geniş bir tarihi sürece ve de
neredeyse sosyal bilimlerin her dalına ulaşacak potansiyel zenginliği sahip
olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Merkez’in
adına baktığımızda ilk etapta genel okuyucunun aklına doğal olarak bugün “Malezya
Federasyonu” olarak bilinen ülke akla geliyor ister istemez. Ancak ‘Malay’ ile
‘Malezya’ arasındaki ilişkiye rağmen,
‘Malay’ kavramın hem coğrafi hem antropolojik olarak çok daha geniş sınırları
içine alıyor. Bu bağlamda, ‘Malay’ kavramının ortaya çıkmasında İngiliz ve
Hollandalı sosyal bilimcilerin kayda değer belirleyici rolü oynadılar. Kısa bir
literatür taramasında bunlara ulaşmak mümkün. Burada sadece bir örneği
zikretmekle yetinebilirim: Anthony Reid. (2001). “Understanting Melayu (Malay)
As A Source of Diverse Modern Identities”, Journal
of Southeast Asian Studies, 32 (3), s. 295-313. Öte yandan, Takımadalar ve
Güneydoğu Asya’da kimi bölge halklarının kendilerini ‘Malay’ olarak adlandırma
gibi bir öncelikleri olmadığını, hatta bu kullanmadıklarını dahi
söyleyebilirim. Örneğin Açe halkı arasında, Cavalılar veya Papualılar arasında
‘biz Malayız’ türünden ne gündelik yaşamda ne de politikasını, sosyal bilimini
şekillendiren çevrelerde ‘Malay’ kavramına atıf bulmak güç. Örneğin Açe’de,
‘Büyük Malay Birliği’ (Malaya Raya), -buna Pan-Malaya da diyebiliriz-
düşüncesini eserlerinde işlemiş olan merhum Ali Haşimi gibi birkaç kişi dışında
bunu duymak mümkün değil. ‘Malay’ milletini kategorikleştirmek suretiyle anlaşılırlığa
matuf kılmaya çalışan 19. yüzyıl ve akabindeki Batılı antropologlar ve
tarihçiler olmuştur. Bu nokta bile, kendi başına yeni kurulan merkez için kayda
değer bir araştırma alanı olarak ortada duruyor.
“Peki
bu kurum niçin veya nasıl gündeme geldi?” sorusunu sormak gerekir. Bu yazı
çerçevesinde Türkler, kelimenin geniş anlamıyla Malayları ne zaman anlamaya
başladı; ne zaman ileşitim kurmaya başladı tarzında oldukça geniş konuyu da
gündeme taşımayacağım. Biraz daha güncel, son dönem ilişkileri bağlamında
gözlemlerime dayanan bazı hususları paylaşacağım.
Bu
süreçte hiç kuşku yok ki, Türkiye’de öncelikle Malezya’nın akabinde Malay
dünyasının gündeme gelişinin 1980’lerin sonu, 1990’lar boyunca bazı Türk
öğretim üyelerinin 1980’lerin başında Malezya’da sekiz ülkenin konsorsiyumuyla
kurulan Uluslararası İslam Üniversitesi’nde ders vermelerinin başat bir rolü
var. Bu süreç bile kendi başına bir akademik çalışmaya konu olacak imkânları sunuyor. O dönem kimler geldiğine
kısaca bir bakalım.
1990’lı
yıllar, belki de Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların bir sonucu olarak bazı
akademisyenlerin Malezya’da faaliyet gösteren Malezya Uluslararası İslam
Üniversitesi’ndeki çeşitli fakültelerde dersler vermeye başladıklarına tanık
oldu. Bu çerçevede sayısı yirmiyi bulan öğretim üyesi, değişik yıllar boyunca
bu üniversitede kendi alanlarında dersler verdi. Hocaların büyük bir bölümü,
1989 yılından itibaren söz konusu üniversitede dersler vermeye başladı. Prof.
Dr. Ahmed Davutoğlu’nun 1990 ve Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç’in 1991’de
gelmesinin ardından sayının arttığı gözlenir. YÖK eski
başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ise, 1992 de Kuala Lumpur’daydı. 1991-1999
yılları arası Kuala Lumpur’a gelip ders verenlerin sayısının 17 civarında
olduğu belirtiliyor. Bunların önemli bir bölümünün iki yıl kalıp döndükleri,
ancak, uzun süreli kalıp çalışmalarına devam edenlerin sayısının ise 7 ilâ 9 kişi olduğu
ileri sürülüyor. Bu süreçte kim en uzun surely kaldı diye bir soru yöneltilecek
olursa cevabımız, on yedi yıl kalıp, İSTAC’da dersler veren Prof. Dr. Cemil
Akdoğan. Ardından Prof. Dr. Ali Uğur on yıl; Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç (1991-1999)
ve Prof. Dr. Ahmed Davutoğlu (1990-1998) sekizer yıl; Prof. Dr. Sabri Orman
yedi yıl; Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu beş yıl; Prof. Dr. Cengiz Kallek dört
yıl. Prof. Dr. Mehmet İpşirli’nin 2 yıl kaldığı, bununla birlikte dört yıl üst
üste birer dönem Kuala Lumpur’a gelerek dersler verdiği ifade edilir. Benzer
şekilde, Prof. Dr. Bilal Kuşpınar üç yıl kalmakla birlikte, bir kaç yıl birer dönem
ders vermeye devam etti. Bu isimlere Prof. Dr. Teoman Durali’yi de ekleyeyim. Danıştığım
kıymetli Hocam, Durali Bey’i bir şekilde unutmuş olmalı. Ancak bir ara Açe’yle
ilgili yazılmış anılar var mıdır diye araştırırken bir arkadaşın yardımıyla
Durali Bey’in ‘Sorun Nedir?’ kitabına ulaşmıştım. Bu vesileyle onu da bu mahallerde gerçekleştirdiği
gezilerinde Batak’ından, Dayak’ına karşılaştığı ‘kelle avcılarına’ değindiği o
güzel satırları vesilesiyle hatırlatmış olayım.
Bu hocaların
ardından ikinci nesil diye adlandırabileceğimiz dönem gelir. Bu çerçevede Avustralya’da
öğretim görevlisi olan Prof. Dr. Mehmed Mehdi İlhan, Uluslararası İslam
Üniversitesi tarih bölümünde iki sömestr ders verdi. Bu süreçte, Doç. Dr.
Serdar Demirel Hoca’nın doktora çalışmasının akabinde başladığı ve sekiz yıl
sürdürdüğü öğretim görevliliğinin yanı sıra, bu üniversitenin misyonu olan
‘uluslararasılaşma’ sürecine teknik katkısını da hatırlatmak gerekir. Bu verileri, gene o dönem Kuala Lumpur’da bulunmuş kıymetli bir hocamızla
yaptığım mülâkattan edindiğimi belirtmek isterim.
Bu
sürecin doğal bir yansıması olarak kısmen de olsa, entellektüel etkileşimin
gündeme taşındığına şahit olduk. 1990’lı yılların ortalarına doğru Türkiye’de,
özellikle yerel yönetimlerde gündeme gelen değişimin bir vechesi, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi’nin kültür işlerince organize edilen
entellektüel-akademik toplantılar serisiyle karşılığını buluyordu. Bu
çerçevede, o dönem dünyanın çeşitli bölgelerinden, farklı üniversitelerinden
Müslüman entellektüel ve akademisyenlerin daveti söz konusu oluyordu. Açıkçası
benim de şahsen takip etmekten büyük keyif aldığım o günlerdeki toplantılardan
birinde, Malezya’nın son bir yüzyılda yetiştirdiği en önemli entellektüel
olarak adlandırdığım Prof. Dr. Seyid Nakip el-Attas’ın da davet edilmişti. O
sunumda Prof. Dr. Alparsla Açıkgenç ve Prof. Dr. Teoman Durali de tartışmacı
olarak yer almıştı. Bu çerçevede, Nakip el-Attas’ın bazı çalışmalarının
tercümelerinin yapılmaya başlandı. Ancak Türk hocaların Kuala Lumpur’daki
‘akademik yatırımları’nın karşılığında, ne Malezya’dan ne de Malay dünyasından
hocaların Türkiye üniversitelerinde katkılarına bugüne kadar tanık olduk.
Bir diğer gündeme getirilmesi gereken konu şu. Yeni hayata
geçirilen bu merkezin, öğrenci ve dolayısıyla araştırmacı kadrosunun nitelikli
bir elemeye tabi tutulmasında fayda var. Öğrenci ve ‘dolayısıyla’ araştırmacı
dememin gayesi şu ki, bu merkezde öğrenim görecek yüksek lisans ve doktora
öğrencilerinin iki üç yıl okuyup ‘hadi bana Eyvallah’ diyecek öğrenciler
arasından seçilmemesi gerekiyor. Aksine otuz yılını kırk yılını, yani ömrünü bu
işe vakfedecek, azimli, kararlı, işini seven, dinamik, yorulmak bilmeyen genç arkadaşlar
arasından belirlenmeli. Kuala Lumpur’daki açılışa paralel olarak düzenlenen
‘konferans’da Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hafiz Zakaria, müfredat
programı çerçevesini çizen kayda değer sunumu sırasında Türk öğrencilerin
‘Malaycayı öğrenmeye yanaşmadıklarıı’ yönünde haklı bir eleştiri getirmişti.
Akabinde sıra bana geldiğinde, bir fırsatını bulup, nazikçe, şayet elinizin
altındaki Türk öğrenciler sizin standartlarınıza uymuyorsa, o zaman o
standartları yerine getirme kapasite ve kabiliyetine sahip olanları
seçmelisiniz diyerek bir öneride bulunmuştum. Bu önerimi burada da tekrarlamak
istiyorum. Hem Kuala Lumpur hem de İstanbul’daki merkeze alınacak adayların çok
iyi seçilmesi gerekiyor. Aksi taktirde, 19. yüzyıl sonundaki manzara ile
karşılaşmamız içten değil. Nedir o 19. yüzyıl sonundaki manzara?
Endonezya araştırmalarıyla tanınan Lea E. Williams bir
çalışmasında[1],
19. yüzyıl sonlarında Hollanda Savaşı nedeniyle Takımadalar halklarının
Osmanlı’yla temaslarının görece artışına değinir. Bu sürecin devamı olarak “çok
sayıda öğrencinin” Türkiye’de öğrenim görmek için gönderildiğini ileri sürer.
“Çok sayıda” ifadesine temkinli
yaklaşmakla birlikte, böyle bir sürecin yaşandığını düşünüyorum. 2007
yılı başlarında Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde yaptığım kısa bir araştırmada
ulaştığım listede dokuzu Cava Adası’ndan, iki Açe’den olmak üzere on bir
öğrencinin İstanbul’da açılan meşhur okula kaydoldukları belirtilir. Ancak ne
hikmetse ne Williams’ın ne de arşiv belgeleri -en azından benim ulaştığım
kadarıyla- bu öğrencilerin hangi araştırmaları yaptıklarını, memleketlerine
döndükten sonra hangi makam ve mevkiye gelip, iki millet arasında ümmet aşkına
ne türden işlere imza attıklarını ortaya koyuyor. Öte yandan, Nurfazilah Yahaya
adlı Singapur vatandaşı Malay akademisyenin son yıllarda ABD ve İngiltere’nin
önde gelen üniversitelerinde Malay dünyasının sömürge dönemine dair döktürdüğü
ve bir bölümü İngiltere’nin Batavya Büyükelçiliği kaynaklarına dayandırarak
aktardığı ‘incilerden’ de anlaşıldığı üzere, Osmanlı topraklarına okumaya
gelenlerin kahir ekseriyeti Yemen-Hadramut mahallinden Takımadalar’a yolu
düşmüş olan tücccar ve bir kısmı ‘Seyyid’ kabul edilen Arap ailelerin çocukları.
Bu
çerçevede, Malay çalışmalarında hangi safhaların gerçekleştirildiğine bakmakta
fayda var. Bunu da bir başka yazıya konu edelim nasipse.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder