29 Ekim 2015 Perşembe

Jokowi ABD Ziyaretinden İstediğini Aldı mı? / Did Jokowi Get What He Wanted from the US?

Mehmet Özay                                                                                                         29 Ekim 2015

Endonezya Devlet Başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) Amerika Birleşik Devletleri’ne ziyareti gerçekleşti. Ancak, 25-29 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirileceği ilân edilen gezi sadece iki gün sürdü. Jokowi’nin ziyareti yarıda kesmesine sebep ise, ülkede süren yangınların aciliyet sınırına ulaşmasıydı. Endonezya için oldukça önemli olan bir gezinin zaten iki ayı aşkın süredir devam eden yagınlar nedeniyle yarıda kesilmiş olması bir talihsizlik. Bir yandan Jokowi, öte yandan Jokowi hükümetinden beklentileri olan çevreler ABD gezisinden büyük umutlar belkiyordu. Bu noktada gezinin bu umutları yeşertecek şekilde başarılı geçtiğini söylemek biraz güç. Bunda tüm suçu, ‘yangınlara’ bağlamak da doğru değil.

Ancak bu yangınlar konusu bile Endonezya’nın endüstri, yerel ve merkezi yönetim, çevre bilinci ve halk sağlığı, komşularla ilişkiler gibi bir çok alanda ne kadar eksikleri olduğunu ortaya koymasıyla dikkat çekiyor. 1990’lı yılların sonlarından itibaren tehlike arz etmeye başlayan ve kurak mevsim olarak bilinen Ağustos-Kasım arası dönemde her yıl periyodik olarak gündeme gelen yangınlar, öyle sıradan ve doğal yangınlar değil. Bizzat insan elinin bir ürünü. Burada iki husus öne çıkıyor. İlki, palmiye yağı üretimini sağlayan özel bir tür palmiye ağaçlarından oluşan  plantasyonlarda anızların yakılması. İkincisi ise, bu oldukça kârlı palmiye yağı üretimi için her yıl yeni tarım alanları açılması için yağmur ormanlarının kesilmesi.

Bu yangınların bu yıl Tayland’ın güneyi Patani bölgesi ile Filipinlerin güneyinde Mindanao’ya kadar ulaşması tehlikenin sadece Endonezya halkı ve doğal çevresi için değil, bölge ülkelerini de içine alacak boyutlara ulaştığını gösteriyor. Bu yangınların dolaylı da olsa, Endonezya’nın uluslararası ilişkilerini etkileyecek düzeye gelebileceği Jokowi’nin ABD gezisinin yarıda kesilmesinde kendini ortaya koydu. Aslında niçin yarıda kesildiğine dair Cakarta yönetiminden makul bir açıklamada sadır olmuş değil. Çünkü zaten Jokowi daha bir ay öncesinde, hem Sumatra Adası hem de Kalimantan Adası’nda bizzat gözlemlerde bulunmuş, yetkililere yangınlar bir an evvel söndürülmesi konusunda emirler yağdırmıştı. Dolayısıyla ABD ziyareti gibi önemli bir gelişme sırasında apar topar görüşmeleri sona erdirip geri dönmesi, acaba Cakarta’da bu geziden hoşlanmadığı tahmin edilen çevrelerin bir müdahalesi mi sorusunu akla getiriyor. Bu soruyu burada bırakıp, iki günlük gezi öncesi ve sonrasındaki hususlara değinelim.

Jokowi’nin bu ziyaretinde öncelik, ABD iş çevrelerinin yatırımlarını ülkeye çekmenin yanı sıra, 5 Ekim’de imzalanan Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPPA) taraf olduklarını ortaya koymaktı. Benzer bir ekonomik açılımı Japonya, Çin, Güney Kore, Malezya ve Singapur ziyaretlerinde de ortaya koyduğunu gözlemlediğimiz Jokowi’nin bu politikasında pek bir yanlışlık yok. Ancak aralarında ABD’nin de olduğu bu gelişmiş ülkelerin Endonezya’da çok çeşitli alanlarda yatırım yapabilmelerinin önünü açacak yasal ve de fiziki alt yapının ne kadar hazır olduğu da cevaplandırılması gereken konuların başında geliyor. Bunlar arasında, Jokowi’nin 2013’de 8, 2014’de 12 milyar dolara ulaşan ‘dijital ekonomi’yi gündeme getirerek, bu alanda Endonezya’nın büyük bir potansiyel olduğunu vurgulaması dikkat çekiciydi.

Ayrıca, TPPA gibi üye ülkeler arasında ilgili alanlarda standardizasyon zorunluluğu şu aşamada Endonezya yönetiminin ortaya koyabileceği bir inisiyatif olarak gözükmüyor. Bununla birlikte, Güneydoğu Asya’nın en büyük ekonomisi ve 230 milyonu aşan nüfusuyla Endonezya’nın ABD için cazibe merkezi olmadığı söylenemez. Bu nedenle, ABD Ticaret Bakanı Michael Froman iki ülke iş konseyi toplantısında Endonezya’ya TPPA ile ilgili bilgi akışını sağlayacaklarını ifade etti. Bu açıklama bir umut olarak değerlendirilebilirse de, Froman’ın açıklamasının devamındaki ifadeleri, işçi haklarından entellektüel mülkiyete kadar çok çeşitli alanlarda standardizasyon ve Endonezya’nın bürokrasi, ithalat-ihracat kısıtlamaları gibi alanlarda acilen yerine getirmesi gereken reformlar konusu Endonezya’nın ev ödevi mahiyetindeydi.

Bununla birlikte, Jokowi’nin yatırım talepleri, ABD’nin desteğiyle beş yıla yayılacak şekilde 200 milyar Dolar olarak imzaya bağlandı. Bu yatırım alanlarının neler içeriyor diye baktığımızda karşımıza, Coca-Cola’nın 500 milyon Dolar; General Electric’in enerji ve sağlık sektöründe bir milyar Dolarlık yatırımı dikkat çekiyor. Ayrıca, Endonezya ulusal petrol şirketi Pertamina ile Corpus Christie Liquefaction grubu arasında 13 milyar Dolarlık gaz anlaşması imzalandı. Ayrıca, Papua’da altın ve petrol başta olmak üzere çeşitli madenleri işleten ABD’li şirketlerin yeni yatırımları da gündeme geldiği tahmin ediliyor.

Görüşmelerin dikkat çeken bir diğer alanı bölgesel ve küresel güvenlik meseleleri. Bununla Ortadoğu’daki gelişmeler ile Güney Çin Denizi odaklı deniz yolu ulaşımı akla geliyor. Tabii Ortadoğu ile Endonezya’nın ne ilişkisi olabilir sorusuna ülkenin demokrafik yapısına bakarak cevap vermek mümkün. Endonezya’da her başkanın istisnasız gündeme aldığı husus, ülkenin kahir ekseriyetinin Müslüman olması ve dünyanın üçüncü büyük demokrasisi teşkil etmesi. Jokowi de bu hususu atlamadı elbette. Bu özellikleriyle Endonezya’nın, “demokrasinin ve çoğulculuğun tesisinde rol oynayabileceği; radikalizme ve terörizmle mücadele edebileceği” yönündeki yaklaşımını ortaya koydu. Ancak bu demokrafik özelliğin, geniş anlamıyla İslam dünyasının sorunlarına eğilinmesini, çözüm önerileri sunulmasının yolunu bir türlü açabildiğini de söylemek maalesef mümkün değil. Aksine, sanki bu demografik özellik, demokratik değerler vs. ülkeyi başta ABD olmak üzere batılı ülkeler nezdinde bir tür savunmacı hissiyatın öne çıkartılması anlamı taşıyor.

Öte yandan, Takımadalar cenneti olan Endonezya’nın Güney Çin Denizi’ne ve Sulu Denizi’ne; Malaka Boğazları’na sınır ve içinde yer alması nedeniyle dünya deniz ticaretinin önemli bir bölümünü karşılayan bu su yollarının güvenliği ABD için hayati öneme sahip. Deniz yollarının güvenliği meselesinde de açıkçası Endonezya’dan beklenen rolün icrarı yönü gündemde pek gözükmüyor. Diğer ülkeler ya sorumluluktan kaçma adına ya da bölgenin ‘büyük’ ülkesi algılamasıyla Endonezya’nın baş rol oynamasını isterken, Cakarta yönetim(ler)inde teori ve pratiği ile bir açılım görülemiyor. Deniz güvenliği konusunun bir yanında da, kaçınılmaz olarak Çin faktörü var. Jokowi’nin Washington’da bulunduğu saatlerde ABD savaş gemilerinin Güney Çin Denizi’ndeki hareketliliği tam da bu güvenlik sorununu ortaya koyuyor. 27 Ekim’de ABD’ye ait bir savaş gemisinin Çin’in bölgedeki bazı kayalıklar üzerine suni olarak inşa ettiği ve teritoryal hak iddiasında bulunduğu Spratly Adaları sınırına kadar gelmesi üzerine Jokowi, ABD adını zikretmemekle birlikte, tarafları temkinli olmaya ve sorunun tarafların bir araya gelerek çözümlemesinden yana olduklarını tekrarladı. Ardından dış politikada tarafsız yaklaşımlarını sürdürdüklerini söylemesi, Endonezya yönetiminin  “ne şiş yansın ne kebap” bağlamının ötesine geçemediğinin bir göstergesi aslında.


Malay Dünyası ve Osmanlı Çalışmaları Merkezi’ne Doğru (I) / Towards The Center for Malay World and Ottoman Studies

Mehmet Özay                                                                                                   28 Ekim 2015

“Malay Dünyası ve Osmanlı Araştırmaları Merkezi” adı verilen yeni bir kurum hayata geçirildiğini kısa bir süre önce dünyabülteni’nde duyurmuştuk. (Bkz.:http://www.dunyabulteni.net/haber-analiz/340322/malay-osmanli-calismalari-merkezi) Yaklaşık iki ay öncesi bu girişim, söz konusu kurumsallaşmanın ilk ayağını oluşturuyor. Yani “Malay Dünyası” dendiğinde kuruma öncülük eden bireylerin teslimiyetiyle ‘Kuala Lumpur’ seçilmiş oldu. “Osmanlı Araştırmaları” bağlamına uygun olarak da ikinci mekân İstanbul oldu. Tabii buradan Malay dünyasını Kuala Lumpur’daki araştırmacılar; Osmanlı dünyasını da İstanbul’daki araştırmacıların ilgi ve sınırlılığına dahil edildiği şeklinde algılanmamalı. Bu anlamıyla bile, kurumun en azından Türkiye şartlarında bir ilke tekabül ettiğini düşünüyorum. Bu ikili yapının ortaya konmasında belki çalışma alanının oldukça geniş bir tarihi sürece ve de neredeyse sosyal bilimlerin her dalına ulaşacak potansiyel zenginliği sahip olmasından kaynaklanıyor olabilir.

Merkez’in adına baktığımızda ilk etapta genel okuyucunun aklına doğal olarak bugün “Malezya Federasyonu” olarak bilinen ülke akla geliyor ister istemez. Ancak ‘Malay’ ile ‘Malezya’  arasındaki ilişkiye rağmen, ‘Malay’ kavramın hem coğrafi hem antropolojik olarak çok daha geniş sınırları içine alıyor. Bu bağlamda, ‘Malay’ kavramının ortaya çıkmasında İngiliz ve Hollandalı sosyal bilimcilerin kayda değer belirleyici rolü oynadılar. Kısa bir literatür taramasında bunlara ulaşmak mümkün. Burada sadece bir örneği zikretmekle yetinebilirim: Anthony Reid. (2001). “Understanting Melayu (Malay) As A Source of Diverse Modern Identities”, Journal of Southeast Asian Studies, 32 (3), s. 295-313. Öte yandan, Takımadalar ve Güneydoğu Asya’da kimi bölge halklarının kendilerini ‘Malay’ olarak adlandırma gibi bir öncelikleri olmadığını, hatta bu kullanmadıklarını dahi söyleyebilirim. Örneğin Açe halkı arasında, Cavalılar veya Papualılar arasında ‘biz Malayız’ türünden ne gündelik yaşamda ne de politikasını, sosyal bilimini şekillendiren çevrelerde ‘Malay’ kavramına atıf bulmak güç. Örneğin Açe’de, ‘Büyük Malay Birliği’ (Malaya Raya), -buna Pan-Malaya da diyebiliriz- düşüncesini eserlerinde işlemiş olan merhum Ali Haşimi gibi birkaç kişi dışında bunu duymak mümkün değil. ‘Malay’ milletini kategorikleştirmek suretiyle anlaşılırlığa matuf kılmaya çalışan 19. yüzyıl ve akabindeki Batılı antropologlar ve tarihçiler olmuştur. Bu nokta bile, kendi başına yeni kurulan merkez için kayda değer bir araştırma alanı olarak ortada duruyor.

“Peki bu kurum niçin veya nasıl gündeme geldi?” sorusunu sormak gerekir. Bu yazı çerçevesinde Türkler, kelimenin geniş anlamıyla Malayları ne zaman anlamaya başladı; ne zaman ileşitim kurmaya başladı tarzında oldukça geniş konuyu da gündeme taşımayacağım. Biraz daha güncel, son dönem ilişkileri bağlamında gözlemlerime dayanan bazı hususları paylaşacağım.

Bu süreçte hiç kuşku yok ki, Türkiye’de öncelikle Malezya’nın akabinde Malay dünyasının gündeme gelişinin 1980’lerin sonu, 1990’lar boyunca bazı Türk öğretim üyelerinin 1980’lerin başında Malezya’da sekiz ülkenin konsorsiyumuyla kurulan Uluslararası İslam Üniversitesi’nde ders vermelerinin başat bir rolü var. Bu süreç bile kendi başına bir akademik çalışmaya konu olacak imkânları sunuyor. O dönem kimler geldiğine kısaca bir bakalım.

1990’lı yıllar, belki de Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların bir sonucu olarak bazı akademisyenlerin Malezya’da faaliyet gösteren Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’ndeki çeşitli fakültelerde dersler vermeye başladıklarına tanık oldu. Bu çerçevede sayısı yirmiyi bulan öğretim üyesi, değişik yıllar boyunca bu üniversitede kendi alanlarında dersler verdi. Hocaların büyük bir bölümü, 1989 yılından itibaren söz konusu üniversitede dersler vermeye başladı. Prof. Dr. Ahmed Davutoğlu’nun 1990 ve Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç’in 1991’de gelmesinin ardından sayının arttığı gözlenir. YÖK eski başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ise, 1992 de Kuala Lumpur’daydı. 1991-1999 yılları arası Kuala Lumpur’a gelip ders verenlerin sayısının 17 civarında olduğu belirtiliyor. Bunların önemli bir bölümünün iki yıl kalıp döndükleri, ancak, uzun süreli kalıp çalışmalarına devam edenlerin sayısının ise 7 ilâ 9 kişi olduğu ileri sürülüyor. Bu süreçte kim en uzun surely kaldı diye bir soru yöneltilecek olursa cevabımız, on yedi yıl kalıp, İSTAC’da dersler veren Prof. Dr. Cemil Akdoğan. Ardından Prof. Dr. Ali Uğur on yıl; Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç (1991-1999) ve Prof. Dr. Ahmed Davutoğlu (1990-1998) sekizer yıl; Prof. Dr. Sabri Orman yedi yıl; Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu beş yıl; Prof. Dr. Cengiz Kallek dört yıl. Prof. Dr. Mehmet İpşirli’nin 2 yıl kaldığı, bununla birlikte dört yıl üst üste birer dönem Kuala Lumpur’a gelerek dersler verdiği ifade edilir. Benzer şekilde, Prof. Dr. Bilal Kuşpınar üç yıl kalmakla birlikte, bir kaç yıl birer dönem ders vermeye devam etti. Bu isimlere Prof. Dr. Teoman Durali’yi de ekleyeyim. Danıştığım kıymetli Hocam, Durali Bey’i bir şekilde unutmuş olmalı. Ancak bir ara Açe’yle ilgili yazılmış anılar var mıdır diye araştırırken bir arkadaşın yardımıyla Durali Bey’in ‘Sorun Nedir?’ kitabına ulaşmıştım. Bu vesileyle  onu da bu mahallerde gerçekleştirdiği gezilerinde Batak’ından, Dayak’ına karşılaştığı ‘kelle avcılarına’ değindiği o güzel satırları vesilesiyle hatırlatmış olayım.

Bu hocaların ardından ikinci nesil diye adlandırabileceğimiz dönem gelir. Bu çerçevede Avustralya’da öğretim görevlisi olan Prof. Dr. Mehmed Mehdi İlhan, Uluslararası İslam Üniversitesi tarih bölümünde iki sömestr ders verdi. Bu süreçte, Doç. Dr. Serdar Demirel Hoca’nın doktora çalışmasının akabinde başladığı ve sekiz yıl sürdürdüğü öğretim görevliliğinin yanı sıra, bu üniversitenin misyonu olan ‘uluslararasılaşma’ sürecine teknik katkısını da hatırlatmak gerekir. Bu verileri, gene o dönem Kuala Lumpur’da bulunmuş kıymetli bir hocamızla yaptığım mülâkattan edindiğimi belirtmek isterim.

Bu sürecin doğal bir yansıması olarak kısmen de olsa, entellektüel etkileşimin gündeme taşındığına şahit olduk. 1990’lı yılların ortalarına doğru Türkiye’de, özellikle yerel yönetimlerde gündeme gelen değişimin bir vechesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür işlerince organize edilen entellektüel-akademik toplantılar serisiyle karşılığını buluyordu. Bu çerçevede, o dönem dünyanın çeşitli bölgelerinden, farklı üniversitelerinden Müslüman entellektüel ve akademisyenlerin daveti söz konusu oluyordu. Açıkçası benim de şahsen takip etmekten büyük keyif aldığım o günlerdeki toplantılardan birinde, Malezya’nın son bir yüzyılda yetiştirdiği en önemli entellektüel olarak adlandırdığım Prof. Dr. Seyid Nakip el-Attas’ın da davet edilmişti. O sunumda Prof. Dr. Alparsla Açıkgenç ve Prof. Dr. Teoman Durali de tartışmacı olarak yer almıştı. Bu çerçevede, Nakip el-Attas’ın bazı çalışmalarının tercümelerinin yapılmaya başlandı. Ancak Türk hocaların Kuala Lumpur’daki ‘akademik yatırımları’nın karşılığında, ne Malezya’dan ne de Malay dünyasından hocaların Türkiye üniversitelerinde katkılarına bugüne kadar tanık olduk.

Bir diğer gündeme getirilmesi gereken konu şu. Yeni hayata geçirilen bu merkezin, öğrenci ve dolayısıyla araştırmacı kadrosunun nitelikli bir elemeye tabi tutulmasında fayda var. Öğrenci ve ‘dolayısıyla’ araştırmacı dememin gayesi şu ki, bu merkezde öğrenim görecek yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin iki üç yıl okuyup ‘hadi bana Eyvallah’ diyecek öğrenciler arasından seçilmemesi gerekiyor. Aksine otuz yılını kırk yılını, yani ömrünü bu işe vakfedecek, azimli, kararlı, işini seven, dinamik, yorulmak bilmeyen genç arkadaşlar arasından belirlenmeli. Kuala Lumpur’daki açılışa paralel olarak düzenlenen ‘konferans’da Tarih Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hafiz Zakaria, müfredat programı çerçevesini çizen kayda değer sunumu sırasında Türk öğrencilerin ‘Malaycayı öğrenmeye yanaşmadıklarıı’ yönünde haklı bir eleştiri getirmişti. Akabinde sıra bana geldiğinde, bir fırsatını bulup, nazikçe, şayet elinizin altındaki Türk öğrenciler sizin standartlarınıza uymuyorsa, o zaman o standartları yerine getirme kapasite ve kabiliyetine sahip olanları seçmelisiniz diyerek bir öneride bulunmuştum. Bu önerimi burada da tekrarlamak istiyorum. Hem Kuala Lumpur hem de İstanbul’daki merkeze alınacak adayların çok iyi seçilmesi gerekiyor. Aksi taktirde, 19. yüzyıl sonundaki manzara ile karşılaşmamız içten değil. Nedir o 19. yüzyıl sonundaki manzara?

Endonezya araştırmalarıyla tanınan Lea E. Williams bir çalışmasında[1], 19. yüzyıl sonlarında Hollanda Savaşı nedeniyle Takımadalar halklarının Osmanlı’yla temaslarının görece artışına değinir. Bu sürecin devamı olarak “çok sayıda öğrencinin” Türkiye’de öğrenim görmek için gönderildiğini ileri sürer. “Çok sayıda” ifadesine temkinli  yaklaşmakla birlikte, böyle bir sürecin yaşandığını düşünüyorum. 2007 yılı başlarında Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde yaptığım kısa bir araştırmada ulaştığım listede dokuzu Cava Adası’ndan, iki Açe’den olmak üzere on bir öğrencinin İstanbul’da açılan meşhur okula kaydoldukları belirtilir. Ancak ne hikmetse ne Williams’ın ne de arşiv belgeleri -en azından benim ulaştığım kadarıyla- bu öğrencilerin hangi araştırmaları yaptıklarını, memleketlerine döndükten sonra hangi makam ve mevkiye gelip, iki millet arasında ümmet aşkına ne türden işlere imza attıklarını ortaya koyuyor. Öte yandan, Nurfazilah Yahaya adlı Singapur vatandaşı Malay akademisyenin son yıllarda ABD ve İngiltere’nin önde gelen üniversitelerinde Malay dünyasının sömürge dönemine dair döktürdüğü ve bir bölümü İngiltere’nin Batavya Büyükelçiliği kaynaklarına dayandırarak aktardığı ‘incilerden’ de anlaşıldığı üzere, Osmanlı topraklarına okumaya gelenlerin kahir ekseriyeti Yemen-Hadramut mahallinden Takımadalar’a yolu düşmüş olan tücccar ve bir kısmı ‘Seyyid’ kabul edilen Arap ailelerin çocukları.

Bu çerçevede, Malay çalışmalarında hangi safhaların gerçekleştirildiğine bakmakta fayda var. Bunu da bir başka yazıya konu edelim nasipse.




[1]Lea E. Williams. (1976). Southeast Asia –A History, New York: Oxford University Press, s. 207.

23 Ekim 2015 Cuma

Endonezya reformlara dirençli çıktı / Indonesia Resists Reforms

Mehmet Özay                                                                                                         23 Ekim 2015
Endonezya Devlet Başanı Joko Widodo’nun (Jokowi) görevinin birinci yılı tamamlandı. 20 Ekim 2014 tarihinde göreve gelen Jokowi, aradan geçen bir yıllık süre zarfında başkent politikasının zorlu gündemini ve ilişkilerini öğrenerek geçirdiği söylenebilir. Zorlu diyoruz çünkü, yarım kalmış reform sürecini tamamlamak üzere göreve geldiğine kuşku olmayan Jokowi’nin, bugüne kadarki icraatları veya daha doğrusu kendisine imkân tanındığı kadarıyla icraat girişimlerinin önemli bir dirençle karşılaştığı gözleniyor. 

Jokowi, reform programında yalnız değil. Benzer bir süreci daha 2004 yılı seçimleri öncesinde Susilo Bambang Yudhoyono (SBY) liderliğindeki Demokrat Parti bağlamında görmeye başlamıştık. Ve 2004-2014 yılları arasında iki dönem ülkeyi yöneten Demokrat Parti kurucusu ve başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’nun reform söylemiyle başlattığı siyasi hareketin nasıl akamete uğradığını da geçen süre zarfında tanık olmuştuk. Öyle ki, Demokrat Parti’den büyük beklentilere rağmen, Başkan SBY’ın gerekli adımları atmakta zorlandığı, kimilerini geciktirdiği yollu epeyce eleştiri gündeme gelmişti. Bu süreçte, talepleri ve beklentileri karşılanmayan geniş kitleler ‘Suharto dönemi özlemini dile getirme’ bağlamında bir tür toplumsal umutsuzluk çıkışın da bile bulunmuştu.

Peki geçen bir yıl zarfında Jokowi hangi süreçlere dair, en azından ne tür adımlar attığı yolundaki soruya, çeşitli araştırma kuruluşları Joko Widodo-Yusuf Kalla ikilisinin yolsuzluklarla mücadele ve geçmişte yaşanan insan hakları davalarının sonuçlandırılması gibi iki ana konuda sağlıklı bir liderlik profili çizemediklerini gündeme taşıyor. Henüz daha bir yıl denilip, geçiştirilecek bir eleştiri değil bu. Burada dile getirilen sorunların büyüklüğü kadar, seçim öncesinin siyasi atmosferinde Jokowi ve Kalla’nın nerede durduğuyla da alâkalı. Bu noktada, ülkede siyasetinde ‘reform’, bir sihirli kelime olarak özellikle seçim dönemlerinin gözdesi olduğuna kuşku yok. Ancak sorun bu söylemle ortaya çıkan lider ve partilerin siyasi iktidarlarının tam da pratiklerinin görülmesinin beklendiği aktif yönetimleri sürecinde neden işlerin bir türlü yolunda gitmediği üzerinde de düşünülmesini gerektiriyor.

Aslında ortada keşfedilecek yeni bir durum yok. Bölgedeki diğer benzeri ülkelerdekine benzer sorunlara şahit olunuyor Endonezya’da da. Hemen ilk elden temiz ve şeffaf yönetim; yerelden bölgesele, bölgeselden ulusala yayılan yönetim katmanlarında halka hizmetin öncellenmesi; siyasetin ve ordunun ilişkilerinin net ve kesin çizgilerle belirlenmesi; ülkenin dış güvenliğinden sorumlu ordunun siyasetle ve siyasetçilerle ilişkilerinin bir baskı ve manipülasyon aracına dönüşmemesi; bürokrasiyi ve siyasetçileri iç ve dış iş çevreleriyle ‘ortak çıkarlar’ uğruna ortak hareketlerinin önlenmesi vb. sayabiliriz. Şimdi bu alanların genişliğine bakıp, “Bir başkan mı bunların altından kalkacak?” sorusu gündeme getirilebilir elbette. 

Başkan Jokowi, bir siyasi parti üyeliğinden başka siyaset dünyasında kayda değer bir ideolojik hareketin merkezinde bulunmuyor; böyle bir merkeze başkanlık yapmadığı gibi, herhangi bir yetişmiş kadro varlığından söz etmekte mümkün değil. Bir dönem devlet başkan yardımcılığı tecrübesi olan Yusuf Kalla ile de yollarının buluşması, seçimlerin akabinde kurulan başkan yardımcısı arama sürecinde kurulan koalisyonların sonucu. Bu bağlamda, her ne kadar bireysel duruşlarıyla reforma istekli siyasetçiler olsa da, Jokowi ve Kalla ikilisinin açıkçası “sözünü dinleyecek” kadroları, bürokraside bu niyetlerini hayata geçirecek güçlü memurları bulunmuyor.

Bu yılın başlarında Emniyet Genel Müdürü atama süreci, özellikle Jokowi’nin sınanması anlamı taşıyordu. Jokowi ve Kalla’dan ziyade bu sürece müdahala edenler, Jokowi’yi başkanlığa taşıyan Endonezya Mücadeleci Demokrasi Partisi (PDI-P)’nin manevi lideri Megawati ve siyasetteki yakın çevresiydi. Ayrıca, Emniyet Genel Müdürü seçimi sürecinde ülkenin en gözde kurumlarından biri olarak dikkat çeken Yolsuzlukla Mücadele Kurumu (KPK)’ya yönelik ‘yumuşak darbe’ girişimleri de Jokowi’den beklentileri olan geniş çevrelerin ilk hayal kırıklığı oldu.

Bu duruşu, örneğin Papua’ya ve Açe’ye yaptığı ziyaretlerle geçen bir yıl zarfında da ortaya koyma çabası içerisindeydi. Bu iki eyaleti öyle laf olsun diye örnek veriyor değilim. Aslında bu benim örneğim de değil. Aksine, Başkan Jokowi’nin Endonezya siyasal yapılaşması içerisinde -farklı gerekçelerle de olsa- yeri ve konumu sürekli problemli olmuş Papua ve Açe’yi “bizim parçamız” diyerek sahiplenmesinden kaynaklanıyor. Ancak ziyaretlerin bir umut kadar, bu umudu pratikte gösterecek şekilde yıllardır süren insan hakları ihlallerinin halen sürüncemede bırakılmış olması ve bu noktada Jokowi’nin gerekli mekanizmaları hayata geçirmede başarısızlığı bu eyaletlerdeki insanlar nezdinde de soğuk duş etkisi yapmış durumda. Açe gibi bir yandan on yıldır süren barış sürecinin arzu edilen değişimi getirmemiş olmasının doğurduğu ümitsizliğin yanı sıra, merkezi hükümetin Papua’da barışı arayan yaklaşımının nasıl olumlu bir evreye dönüşeceği de belirsizliğini koruyor. Ülkenin diğer bölgelerinde özellikle dev boyutlu yolsuzluklarla mücadelede KPK’ya neredeyse savaş açan diğer bazı devlet kurumları karşısında Başkanlık müessesesinin ve de Parlamentonun süreçlere müdahalesi ve yönlendiriciliği sorunlar yumağının bir diğer parçasını teşkil ediyor. Bu süreçte, KPK yasasında kimi değişikliklerin yapılacağı haberi ise sürecin hiç de iyi yönlendirilemediği şeklinde yorumlanıyor. Çünkü KPK, dev yolsuzluklarla mücadele verirken, Emniyet Müdürlüğü bünyesinde de bir birimin benzeri bir mücadele yürütmesi “otorite çatışması”nı gündeme getiriyor. KPK, Polis şeflerini araştırırken, Emniyet de kendi içindeki kimi zaman ‘uykuya yatmış’ olan birimi harekete geçirerek KPK başkan ve üyeleri üzerinde kullanmaya yelteniyor.

Bu süreç, Dolayısıyla Başkan’ın ‘reform’ kavramını salt bir retorik olarak kullanageldiği yolunda bir kanının hakim olmasına yol açıyor. Ancak burada hakkını yemeyelim. Belediye başkanlığı, valilik gibi icracı bir makamda olmakla ve o dönemlerdeki gerek bireysel duruşu, gerekse üretme çabası içerisinde olduğu politikalar nedeniyle bir reform adamı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Jokowi’nin bu yerel yöneticilik sürecindeki görece başarılı performans devlet başkanlığı düzeyine henüz pratiğe dökülemedi. Bu farklılaşma araştırma kurumlarınca Jokowi’nin altyapı çalışmalarında başarılı ancak ülke yönetiminde -en azından şimdilik- başarısız olarak yorumlanmasına neden oluyor.

Yukarıda dile getirmeye çalıştığım ‘reform sürecinin’ Susilo Bambang Yudhoyono’dan bu yana niçin pratikte karşılığını bulmakta zorlandığı tam da  burada ortaya çıkıyor. O da, “Papua ve Açe”yi bizim parçamız kılacak anlayışın ‘tikel’de kalmasıdır. Bu noktada, tikel’in karşılığı Başkan Jokowi’dir. Bu anlayışın genele yayılamamış olması, en azından bu iki eyalet bağlamındaki reformun gerçekleşmemesinin de nedenini oluşturuyor. Bununla birlikte, bu tecrübelerin Endonezya merkez siyasetinde neye karşılık geldiğini de iyi hesap etmek gerekir. Bu noktada geniş halk kesimlerinin ve merkez siyasetin odağındaki yönlendirici konumundaki aktörlerinin duruşu kesinlikle farklılık arz ediyor.

Bu devasa sorunlar ve bu sorunlar karşısındaki duruşların ötesinde Jokowi’nin ülkeyi dış yatırımlara açma konusunda agresif bir yönelim sergilediğine tanık olduk. Çin-Japonya-Malezya-Singapur gibi bölge ülkeleri iş çevrelerini yatırım için davet ederken, aslında ülkede yatırım süreçlerini belirleyen kurumsal yapılaşmanın da bununla eş güdümlü değişime tabi tutulup tutulmadığı da şüpheli bir şekilde karşılanıyor. En son “Trans-Pasific İşbirliği Anlaşması”nın imzalanması ardından daha önce ekonomi koordinasyonundan sorumlu ancak yıl ortasında yapılan kabine değişikliği ile ‘Ulusal Kalkınma’dan sorumlu bakan olan Sofyan Jalil, TPPA içinde yer almak istediklerini açıklasa da, yukarıda dile getirilen nedenlerle önemli yapısal eksikliklere sahip bir ülkenin bu uluslararası grup içinde yer alması şimdilik mümkün gözükmüyor.

Ancak Jokowi, yatırımcıları davet sürecine devam ediyor. Başkanlıkta birinci yılının dolduğu bu günlerde (25 Ekim) Jokowi Amerika yolcusu. Bakalım bu ziyaret ticaretin, yatırımların yanı sıra, ülkenin ihtiyaç duyduğu reform sürecine bir katkı sağlayacakmı.


16 Ekim 2015 Cuma

Seçim’e Doğru Myanmar / Myanmar: Ahead of Election

Mehmet Özay                                                                                                        15 Ekim 2015

Myanmar’da 8 Kasım’da yapılacak seçimlere az bir süre kala kampanya süreci devam ediyor. Verilen bilgilere göre doksanı aşkın parti, 6100 adayla seçimlere iştirak edecek. Kampanya sürecine koşut olarak Hükümetin bazı adımlar atmakta olduğu da dikkat çekiyor. Özellikle, bugüne kadar ağır aksak attığı adımlara yenilerini ekleyerek bu sürecin kendi lehine bir reform süreci olarak adlandırılma çabasına katkıda bulunmaya devam ediyor. Bununla birlikte kimi alanlarda da bugüne kadar geciktirdiği adımları yeni yeni atma emareleri gösteriyor. Ayrıca, 1990 yılındaki seçimlerin rövanşı olacağına kesin gözüyle bakılan bu genel seçimler öncesinde hazırlıkların bir yanında da Avrupa Birliği bulunuyor. Hatırlanacağı üzere 1980’lerin ikinci yarısındaki dev gösteriler sonrasında junta yönetiminin aldığı seçim kararının ardından 1990 yılında yapılan seçimleri ‘Ulusal Demokrasi Birliği’ (NLD) genel oyların %82’ini almış ancak, ordu yönetimi sivillere bırakmayı reddetmişti.

Yukarıda dile getirdiğim ilk alanla ilgili atılmakta olan adımları, siyasi suçluların bir bölümünün daha ceza evlerinden salıverilmeleri oluşturuyor. Adına siyasi suçlular denilen kategoriye giren kitlenin bir hukuk sürecine tabi olarak özgürlüklerine kavuşmalarından ziyade, dış baskıların dozajına bağlı olarak, hükümetin ‘özgürlükleri esnetme’ yaklaşımına tekabül eden bir yanı var.

İkinci alanın en başında gelen husus ise, ülkenin sınır boylarını teşkil eden dağlık bölgelerdeki etnik yapılarla olan çatışmaları sonlandırmaya matuf anlaşmalar geliyor. Özellikle son üç yıldır sürdürülen ‘yoğun’ müzakereler sonunda, aralarında Karen ve Shan bölgeleri bağımsızlığı için mücadele veren ve sayısı on beşi bulan belli gruplarla hem de yetmiş yıl gibi inanılması güç bir uzun dönem sonrasında anlaşmaların 15 Ekim’de imzalandığı dünya kamuoyuna duyuruldu. Bununla birlikte, ‘Kachin Bağımsızlık Ordusu’ gibi bölgenin önde gelen silahlı gruplarından biri de aralarında olmak üzere, henüz imzaya yanaşmayan gruplar da var. bu noktada hükümetin bu anlaşmaları duyuruş tarzına bakmak gerekir. Çünkü anlaşmaya imza atanlar, atmak üzere olanlar, atmayanlar gibi kategorilerin varlığı kadar, hükümetin “ülke genelinde” diye duyurduğu bir anlamda “toplu barış” yaklaşımı, sorunların kökten hallinden ziyade, hükümetin seçim hazırlığı noktasında bir çıkış olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.

Bu noktada Devlet Başkanı Theni Sein’in “anlaşma metni ortada, hazır olan imzalar” yaklaşımı ile Kachin grubunun bu sürece verdiği tepki de yukarıdaki düşünceyi destekler mahiyette.  Bu yöndeki gelişmelerin pek de rasyonel olmayan yani, barışı yürütmekle yetkili organların ‘önce imza atsınlar, sonra görüşmeleri yapalım’ tarzı bir yaklaşımla ortaya çıkmaları oluyor. Bazı grupların, muhalefeti temsil eden NLD lideri Suu Kyi’nin ‘sözünü dinlemekte’ olduğu ve bu yönde barışa evet sinyali verdikleri biliniyor. Ancak, yıllar önce Suu Kyi ile hareket eden ve destek veren bu grupların, ona olan güveni yitirmeleri, sadece barış yolunda değil, Suu Kyi’nin liderlik hesaplarında da negatif haneye yazılan noktalar olarak dikkat çekiyor.

Tabii işin çatışma ve anlaşma vecheleri kadar, şu hususa da dikkat çekmekte fayda var. Ortada sürekli bir çatışma ortamından bahsetmek mümkün değil. Güneydoğu Asya’daki benzeri çatışma alanlarında da görüldüğü üzere, çatışan taraflar hani neredeyse içli dışlı oldukları bir ilişki türünü de çatışma sürecinin bir yanında sürdüregeliyorlar. Özellikle, çatışma bölgelerindeki çeşitli üst düzey ordu mensupları ile çatışmanın öte yakasındaki grup liderleri arasındaki etkileşimler biliniyor. Öyle ki, ortada savaş ortamında çıkar ilişkilerine dayalı bir tür sosyal ve ekonomik etkileşimin geliştirildiği görülür.

Zaten bir bölüm çatışma alanlarının on yıllarca sürüncemede ‘bırakılmalarının’ ardında da, bölgenin jeo-ekonomik ve de stratejik önemlerinin doğurduğu çıkar ilişkileri yatıyor. Örneğin, resmi devlet denetim mekanizmalarının görece az veya hiç olmadığı sınır boylarını çevreleyen alanlarda türlü uyuşturucu mamullerinin üretim-ulaştırma-piyasa-tütekim süreçlerinde rol alan aktörler bu çıkar oluşumlarının varlığının sadece bir göstergesidir. Özellikle bu sınır bölgeleri, sınırın her iki yakasındaki ilgili ülke topluluklarının gündelik yaşamın en sıradan emtialarının temimine kadar nüfuz eden bir ‘karaborsa’ dünyasının mekânı olmaklığıyla dikkat çeker. Ortada Myanmar gibi bir ülkenin ‘zenginliğinden’ bahsedeceksek yukarıda zikredilen bu özelliklerin de dikkate alınmasında fayda var. Nihayetinde ortada dönen bir çıkarlar silsilesi ve bunu güdümleyen oluşumların varlığı söz konusu.

Bir diğer önemli gelişme ise, seçim sürecinin izlenmesi  hazırlığı oluşturuyor. Bu noktada, ASEAN içerisinde tanınırlık ve paylaşımı artırma adına yaklaşımlar dikkat çekiyor. Birliğin en büyük ülkesi olmakla kalmayan, demografik standartlar çerçevesinde, dünyanın üçüncü en büyük demokrasisi unvanıyla anılan Endonezya’ya gönderilen heyetlerle seçim sürecinin doğal akışının nasıl olacağına dair teknik çalışmalar yürütüldü ve yürütülüyor. Myanmar seçim komisyonu Endonezya’nın yolunu tutarken, Eylül ayında ülke seçim sisteminin ‘şeffaflığına’ halel getirecek bir başka gelişme yaşandı. O da milletvekili adaylarının 124’ünün başvurularının reddedilmesi oldu.

Ortada anlaşılır, makul ve de yasalara uygun neden/ler gösterilmemekle birlikte, bu grubun tamamına yakınının ülkenin değişik etnik gruplarına mensup adaylar ve üçte birinin de Müslüman olduğu bilgisine ulaşıldığında, Myanmar yönetiminin üstesinden gelmesi gereken gayet ciddi işler olduğu ortaya çıkıyor. Söz konusu bu adayların Ulusal Kalkınma ve Barış Partisi; Demokrasi ve İnsan Hakları Partisi; Ulusal Kalkınma ve Demokrasi Partisi; Ulusal Birlik Kongre Partisi ve bağımsız grubuna mensup olduğu belirtiliyor. Adaylardan birinin, yani Shwe Maung’un, 2010 yılında Arakan Eyaleti’nin Maugndan şehrine bağlı Buthidaung seçim bölgesinden parlamentoya girmiş milletvekili olması sürecin en azından bazı Müslüman gruplar aleyhine işletildiğini ortaya koyuyor. Ancak bu 124 adayın yasal haklarının çiğnenmesini bir başka gelişmeyle birlikte değerlendirmek gerekir. O da, resmi rakamlara göre ülkenin %4’ünü oluşturan Müslümanların temsil haklarının ellerinden alınmakta oluşu. Burma Irkçı Budistlerinin yaklaşımları neticesinde iktidardaki Birleşik Dayanışma ve Kalkınma Partisi (USDP) Müslüman adaylarından bazılarını elemek zorunda kalırken, Suu Kyi’nin lideri olduğu NLD ‘den ise tek bir Müslüman aday dahi gösterilmedi.

Öte yandan, Myanmar hükümetinin ‘serbest ve adil’ diye nitelediği seçimleri, Avrupalı gözlemciler tüm süreçleri izlemek üzere saha çalışmalarına başlamış durumda. Bu noktada, Avrupa Birliği’nden seçimleri izlemeye yönelik talebin kabul edilmesinin, hükümetin ülkede olup bitenlerin salt ülke siyasetinin değil, aksine gelişmelerin bölgesel ve de küresel etkileri olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Kağıt üzerinde bakıldığında bu gelişmelerin tümünün ülke demokrasisine şu veya bu şekilde bir katkıda bulunacağına kuşku yok.

Ancak, özellikle 2011’den bu yana adına reformcu denilen hükümetin aradan geçen birkaç yıl boyunca kendisinden beklenen adımları ağır aksak atma çabası sergilemesi, sadece ülkedeki onlarca etnik yapıya mensup kitleler nezdinde değil, Myanmar’dan ‘umutlu’ olan pek çok ülkeyi de sukut-u hayale uğrattığı da bir gerçek. Bu yakın geçmişe dair tecrübe ile 1990’daki seçimler öncesi verilen vaatler ve seçim sonrası uygulamalar arasındaki uçurum hatırlandığında yukarıda dile getirilen hazırlıkların bir süre sonra neye tekabül edeceği noktasında pek de aceleci davranılmaması gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü o dönem gelişmeler, NLD’nin Myanmar’da ‘hükümet’ etmek değil, tezat olacak şekilde kendi sonuna imza atması anlamına gelmişti. Yani cunta rejimi, seçim sonuçlarını tanımadığını belirterek, bir kez daha ülkeyi karanlık günlere sürükleme konusunda hiç de çekingen davranmamıştı.

Myanmar’daki gelişmeler sadece bu ülke özelinde değil, bölge için de kayda değer bir önem arz ediyor. Myanmar dediğimizde, neredeyse tüm modern dönem boyunca kendini dünyaya kapatmış ve bu sınırlılığını ülkeyi idare eden ordu ve kısmen sivil elitin ihtiyaçları çerçevesinde, o da belli ülkeler için gevşetilmiş bir yapıdan bahsediyoruz. Bu uzun ve oldukça sıkıntılı siyasi dönemin geniş toplum kesimleri üzerinde bıraktığı olumsuz etkinin bir anda ortadan kalkması mümkün değil. Bu anlamda, orta vadede ülkenin kendine gelmesini sağlayacak bir sosyal-ekonomik ve kültürel rehabilitasyondan bahsedebiliriz. Peki bu süreçte Myanmar’ın yanında kimler yer alacak? Aslında bu soruya cevap yetiştirme çabası içerisinde olan pek çok ülkenin varlığından söz edebiliriz. Hemen yanı başındaki Çin ve Hindistan; Pasifiğin bu yanında Japonya ve öte yanında ABD; uluslararası arenada genişleme siyaseti izleyen Rusya; Hint-Çin’inde yüzyıllarca varlık sürmüş ve bölgeyi neredeyse her yönüyle oldukça iyi okuyabilen İngiltere, Fransa gibi ülkelerin yanı sıra, sadece hammadde arayışlarında değil, kendi ürettikleri mamülleri bölgenin genç nüfus zengini ülkelerine aktarma uğraşıyla bölge ülkelerinde varlık göstermelerine neden olan İskandinav ülkeleri ilk sırada geliyor. Tabii ASEAN içerisinde Singapur ve Malezya’nın bazı yatırımları olduğu da biliniyor. Az değil, ortada yetmiş milyonluk bir ülkeden bahsediyoruz. Ve bu ülke dışa kapalılığına rağmen, öyle sıradan bir ülke de değil. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen akabinde Güneydoğu Asya bölgesinin ‘parlayan yıldızı’ olmaya aday bir ülkeydi. Tabii o dönemleri bilen ülkeler kadar, yakın ve orta vade geleceğini okuyabilen bazı ülkeler, şimdi Myanmarın düzlüğe çıkmaya çalıştığı bu yıllarda da yanı başından ayrılmıyor.


8 Ekim 2015 Perşembe

TPPA’da İmzalar Tamam / TPPA: Signatures Done

Mehmet Özay                                                                                                            8 Eylül 2015
ABD’nin son beş yıldır üzerinde önemli çalışmalar yürüttüğü Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması (TPPA) nihayet geçtiğimiz Pazartesi (5 Ekim) günü imzalandı. Bu anlaşma Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan ülkelerden on ikisini içinde barındırmasıyla yeni bir küresel ekonomik blok anlamı taşıyor. Ülkelere tek tek bakacak olursa, aslında kadar farklılıkların da ortaya çıktığı görülür. Bu anlamda, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri gibi Anglo-Sakson dünyasının temsilcileri; Malezya, Vietnam, Singapur, Brunei gibi ASEAN bloğu içerisinde yer alan grup; öte yandan Peru, Şili, Meksika gibi Latin ülkelerinin varlığı ile ABD ile güvenlik ittifakını yenileyen Japonya’nın varlığı yeni bir küresel algının ortaya çıkmasını da güçlendiriyor.

Anlaşma ile ilgili ülkelerde gümrük vergileri düşürülür ve kimi emtialarda sıfırlanırken, ortak bir ticaret birliği gündeme taşınıyor. Tabii Anlaşma’nın yürürlüğe girmesi için, ilgili ülke parlamentolarının onayı gibi sarf edilmesi gereken ciddi bir süreç de var. Aralarında ABD de olmak üzere bazı ülkelerde, 29 bölümden ve yüzlerce sayfadan oluşan bu anlaşmaya önemli itirazların yükseldiği biliniyor. Tartışmaların ağırlık nokasını tıbbi ürünler/hizmetler ve ilâç sektörü, otomobil vergileri, süt ve süt mamülleri ile entellektüel haklar gibi alanlar oluşturuyordu. Her ülke, doğal olarak güçlü olduğu alanlarda bir kayba uğramak istememekle birlikte, Pasifik gibi geniş bir coğrafyanın ve %40’lık gibi büyükçe bir ekonominin varlığı karşısında da kazançlar ile kayıpların ince bir hesaba tabi tutulduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, emtia üretim ve maliyetleri kadar, iş gücü dolaşımında da önemli değişimlere yol açacağı beklenen anlaşmanın mevcut ekonomik kazanımlarına dair iyimser görüşler sarf edilirken, ne gibi sosyal ve siyasal çalkantılara yol açıp açmayacağı da henüz bilinmiyor.

ABD için bu anlaşma, aslında soluk soluğa geçen bir uzun maratondu. Öyle ki, son görüşmelerin başladığı 26 Eylül’den itibaren yoğun bir çaba sarf edildi. Ve anlaşma için verilen 5 Ekim sabahı saat dokuzda yapılacağı bildirilen basın açıklamasına sadece dört saat kala imzalar atılabildi. İmzaların atılmasıyla birlikte, Barack Obama yönetimi, İran’la nükleer anlaşma imzalanmasının ardından en önemli projelerinden birini daha gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyordu. Hatırlanacağı üzere Hillary Clinton’ın 2007 yılında kaleme aldığı ve ‘Asya yüzyılı’na güçlü atfın olduğu “21. Yüzyıl’da Güvenlik ve Fırsatlar” makalesinden ve de 2011 yılında APEC toplantısı öncesinde, ‘Amerikan’ın Pasifik Yüzyılı’ olacağını ifade eden açıklamasından bu yana, özellikle Doğu ve Güneydoğu Asya üzerinde hem teritoryal, hem ekonomik ilişkilerde yoğun bir süreç göze çarpıyor. TPPA’nın imzalanmasıyla, her ne kadar Asya Yüzyılı dense de, öne çıkan bölgelerin Doğu ve Güneydoğu Asya olduğu dikkat çekiyor.

Bu bağlamda, ABD’nin küresel ekonomi politikalarınca da bu bölgeler desteklenmeye devam ediyor. Üye ülkelerin, dünya ticaret hacminin %40’ından fazlasına -ki bu oran 28 trilyon Dolara tekabül ediyor- sahip olmaları nedeniyle  kuşkusuz ki, TPPA diğer açılımları şimdilik tabiri caizse sollamış durumda. Aslında çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz üzere, söz konusu bölge önemini hiçbir zaman yitirmedi. Sadece ABD’nin küresel hakimiyet süreçlerindeki tercihleri dolayısıyla göz ardı edildiği veya böyle bir intiba uyandırıldığını söyleyebiliriz. İngilizlerin 18. yüzyıl başlarında (1717) Bengal/Hindistan hakimiyeti ile Çin arasında kurdukları ticaret ilişkilerinden bu yana bölge zaten her daim küresel üretim-tüketim ilişkilerinde başat bir rol oynuyor. Girişte belirttiğim üzere, her ne kadar içinde somut bir unsur olarak İngiltere’yi göremesek de, TPPA’nın dominant unsuru Anglo-Sakson ülkeleri olduğuna kuşku yok.

Anlaşma üzerindeki çalışmaların uzamasında birkaç yıldır, özellikle Malezya ve Vietnamlı yetkililerin bazı maddeler üzerindeki çekinceleri önemli rol oynadı. Bu bağlamda, Asya Kaplanları bağlamına oturtulabilecek olan her iki ülke benzer bir ekonomik gelişmişlik düzeyi sergilemekle birlikte, görece küçük nüfus yapıları kadar, yapısal olarak küresel ticaret formasyonlarının dışındaki bazı uygulamalarıyla da çekincelerini ortaya koyuyorlardı. Örneğin, Malezya’nın çok etnikli toplumsal yapısının politik yansımaları nedeniyle ‘Malay ırkından’ olanların ticaret ve ekonomi dünyasındaki ‘ayrıcalıklı’ yerini belirlemede ve de bununla elbette ki ilintili ‘Devlet Teşekkülleri’nin ülke ekonomisindeki ağırlığı gibi bağlamlarda var olan yasalar ve uygulamalar, özellikle ABD tarafından dikkat çekilen hususlardan biriydi. Malezya’lı yetkililerin “bizim özel durumumuz anlaşılmalı “ diyerek sergiledikleri bir tür direniş hali, Barack Obama’nın 2014 yılı Mart ayında Malezya ziyaretinde en çok üzerinde konuşulan konunun TPPA olmasını sağlamıştı.

Hatırlanacağı üzere o günlerde Malezya iç politikasında yaşananlar -ki, o günkü sorunlar bugün katlanarak devam ediyor- karşısında muhalefetin Barack Obama’dan bazı ‘müdahalelerde’ bulunması yönündeki talebine de karşılık geldiğini görmemiştik. Malezya hükümetinin bu noktada TPPA’yı bir tür ‘kalkan olarak kullandığı da ifade edilebilir. Tabii, görüşmelere Malezya tarafından katılan Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanı Mustafa Muhammed ilk yaptığı açıklamada söz konusu bu çekincelerin Malezya’nın geri adım atmadığı, aksine -ülke adı zikretmese de,- ABD tarafından Malezya’nın ‘özel şartının’ kabul edildiği yönünde bir açıklamada bulundu. Bununla birlikte, ülkede kimi çevrelerin bu anlaşmanın detayları konusunda tatmin olmadığının bir göstergesi olarak, muhalefet bu anlaşmaya dair metinlerin bugüne kadar kendileriyle paylaşılmadığını ileri sürerek, TPPA konusunun acilen mecliste tartışılmasını talep ediyor. Bunun gerekçesi de hazır, kapı kapılar ardında neler konuşulduğunu öğrenmek kadar, Başbakan Necib bin Razak’ın APEC toplantısı öncesinde “TPPA görüşmeleri ve neticelerinin Parlamento’da paylaşılacağı” konusunda verdiği söze dayanıyor.

Küresel ticaret ilişkilerinde yeni bir boyut anlamı taşıyan TPPA’nın binlerce emtianın dolaşımını ilgilendirmesiyle Pasifik’in iki kıyısında önümüzdeki dönemde kayda değer bir ticaret hacminin geliştirilebileceğini düşünmek olası. Bunun APEC ve ASEAN’a ne gibi katkıları veya engellemeleri olacağı da bir başka konu. Kimi ülkeler bu birlik içerisinde yer almak isterken, herhalde doğacak büyük imkânların ve kazanımların öngörüsünde bulunmuş olmalılar. Bu minvalde, ASEAN’ın en büyük ekonomisi konumundaki Endonezya’nın ve özellikle de Çin’in birlik içerisine katılma arzusunu şu veya bu şekilde dile getirdiği biliniyor. Ancak öte yandan, TPPA’nın salt bir ekonomik ve ticari ilişkiler ağını geliştirmek değil, aynı zamanda Çin’in daha çok bölgesel ve giderek küresel derinleşmeci ekonomi yapılaşmasının önünü alma kadar politik olarak da Çin’in çevresine tabiri caizse bir tür duvar örülmesi anlamını içerdiği söyleyebiliriz. TPPA çerçevesinde ticaretin Pasifik Okyanusu’nda gerçekleştirilecek olması, bu okyanusun birleşik suları mahiyetindeki Doğu ve Güney Çin Denizleri’ni de kapsaması kuşku yok ki, bu bölgede son dönemdeki teritoryal haklar meselesine ve de güvenlik inşasına da bir etkisi olacaktır.


6 Ekim 2015 Salı

Çin-Singapur İlişkilerinde 25. Yıl /25th Anniversary of Relations Between China - Singapore

Mehmet Özay                                                                                                            5 Eylül 2015
Çin ve Singapur devletleri arasında resmi ilişkilerin yirmi beşinci yılı. Kutlamalar, eğlence tarzından ziyade toplantılar ve çeşitli ziyaretler bağlamında gerçekleştiriliyor. Bu ziyaretlerin ilkinde, Singapur Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tony Tan, Temmuz ayı başlarında Çin’i ziyaret ederek Xi Jinping’le görüşmüştü. Akabinde iki taraf yetkililerinin ülke ziyaretleri karşılıklı şekilde devam ediyor.
İlk etapta Çin gibi 'dev’ bir ülke, diğer yanda Singapur gibi, sadece yedi yüz on dört kilometre kare genişliğinde bir ada şehri özelliğine ‘takınıldığında’, “Çin’in Singapur’la ‘ne işi olur?” türünden sorular gündeme getirilebilir. Bunun biraz ötesine geçip, Çin’in siyasal sistemi anlamında komünizmine karşılık, ekonomide liberal açılımlarıyla gündeme geldiği hatırlandığında, Singapur’un bu dev ülke için kayda değer bir partner olmaması için bir neden gözükmüyor. Bununla birlikte, hiç kuşku yok ki, iki ülkeyi birleştiren en önemli hususiyet, halklarının özelliklerinin başında “Hakka, Teochew, Han, Hokkien” gibi etnik Çinlilerin çoğunluğu oluşturması geliyor. Singapur özelinde düşünecek olursak, 1990’lardan itibaren Çin’le etkileşiminin dayanak noktalarından biri, belki de ilkini bu demografik özellik oluşturuyordu.
Öte yandan, bu hususiyetin, Çin’deki siyasi yapılaşmanın Singapur üzerine etkisinin ortaya çıkmasında da başat bir rolü olduğu görülür. Tabii tarihi derinliğine girmeden, 1940’lardan 70’li yıllara kadar Ada’da şu veya bu şekilde varlığını sürdüren komünist hareketin kendine rol aldığı, kısmen lojistik ve kültürel destek bulduğu ülke Çin’di. Buna rağmen, Singapur’un kurucu babası ve uzun yıllar başbakanlığı ve ‘danışmanlığı’nı yapmış olan Lee Kuan Yew’ın tespitine göre, bu ilişki temel itibarıyla romantik bir etkileşimin ötesine geçebilmiş değildi. Bundan çok daha önemlisi, belki de Konfüçyuscu eğitimin sosyal ve hatta siyasal sistemi şekillendiren etik yapılaştırmasıdır. Singapur, tüm ultra modern gelişmişliğine rağmen, ebeveyn-çocuk(lar), devlet-halk etkileşimi gibi alanlarda desteği bu eğitim felsefesinden tedarik ediyor. Ve bunun da, hayatının sonuna kadar LKY’un söylemlerinin ve de pratiğinin başat noktası oluşturduğu gözlemleniyor.
Tam da bu noktada, Singapur’un ekonomide ilerlemeci politikalarının ve de buna dayanak oluşturan istikrarlı ve sürdürülebilir bir yönetim çerçevesi oluşturmasında, ana kıtadaki yani, Çin’de ortaya çıkan “Mandarin sistemi” adı verilen ve devlet içerisinde üst düzey rekabete olanak tanıyan yapı olduğuna kuşku yok. Bu bağlamda, benzer yapılaşmanın izlerini Çin yönetiminde de takip edebiliriz. Tek parti iktidarının yol açtığı yanlışlar örneğin, sürekli gündeme taşınan yolsuzluklar bağlamında görmek mümkün. Bununla birlikte, şu anki devlet başkanı Xi Jinping’in eğitimi, siyasi kariyeri, kişiliği ve de başkanlığı sürecinde bugüne kadar parti içerisinde ‘yolsuzluklar‘ konusundaki yaklaşımları ile Mandarin sisteminin belki de en iyi temsilcisi olarak kabul edilebilir.
İki ülke ilişkilerinin salt Singapur-Çin bağlamında gelişmediğini, aksine çeyrek yüzyılda ortaya konan ilişkilerin bölgesel yani, ASEAN ve de küresel yani, Çin-ABD ilişkilerine de yansıyacak yönelimleri olduğunu gözlemleniyor. Son dönemde gerçekleştirilen ilişkiler silsilesinin, tarihsel olarak Singapur ve Çin toplumlarının kültürel benzerliğine rağmen, ideolojik ayrışmanın doğurduğu kopmanın tamiri yönünde bir evre gündeme geldi. Bu çerçevede, iki ülke jeo-politikleri kendi sınırlarının ötesine taşarak anlamlı bir ilişki bütününe doğru yol aldı ve almaya devam ediyor. Singapur’un küresel bir güç unsuru olabileceğini ileri sürmemekle birlikte, ülkenin kurucu babası sıfatını taşıyan LKY’ın siyasi hayatı boyunca sergilediği duruş ve ilişkileri küresel bağlamında okuma yaklaşımı, Singapur’u dikkate alınır bir ülke konumuna getirdiğini ileri sürebiliriz. Bunun en açık göstergelerinden biri, Çin üst düzey yetkililerinin Singapur kalkınmacılığının ardından yatan ‘iş ahlâkı’ ve ‘teknolojik yatırımlar’ kadar, LKY’nın ABD ile ilişkilerin nasıl onarılabileceği ve geliştirilebileceği konusundaki düşüncelerine dikkat kesilmelerinde de ortaya çıkar.
Bu çerçevede, Çin’in gerek ekonomik yatırımlar ve kalkınma hamleleri, gerekse küresel boyutta açılım sergilemesinde Singapur’un kayda değer bir yeri ve önemi olduğuna kuşku yok. Bu önem, LKY’ın Doğu-Batı küresel ilişkilerinde geliştirdiği ‘Dış Politika’ evrelerinin bir sonucu. Öyle ki, Lee, bir siyasi beyin olarak salt bir politikacı bağlamıyla meselelere bakmayan, aksine belki daha doğru bir ifadeyle entellektüel çaba içerisinde, meseleleri geniş perspektiften ve yüzyıllar bağlamında, kültürel birikimleri ve etkileşimleriyle ele alma gayretinde olan bir kişiydi. Çin’i kimileri korku ile karışık gözünde büyütürken LKY, Çin’in eksikliklerini, yanlışlıklarını cesaretle gündeme taşıyan kişiydi. Daha iki ülke ilişkilerin resmi olarak başlamasından çok önce, yani 1976 yılından itibaren neredeyse her yıl Çin’i ziyaret eden LKY -ki bu ziyaretlerin toplamı 30’u bulur-, bu ziyaretleri sırasında değişik düzeylerdeki Çinli yetkililerle görüşmesinin neticesinde Çin’in siyasi ve de özellikle kalkınmacı hamlelerindeki rolü incelenmeye değer. Örneğin, Mao Zedong’la görüşen ve onu Çin’in son iki yüz yılda yetiştirdiği en büyük siyasetçi ve de devrimci olarak tanımlayan LKY, aynı zamanda Mao’nun “Kültür Devrimi”yle nasıl Çin toplumunun önünü kestiğini de açık yüreklilikle dile getirebiliyordu.
Tabii LKY bu ziyaretlerinin karşılığında, Çin’in önde gelen siyasetçilerinin ve bürokratlarının Singapur modelini alabildiğine inceleme, tanıma, anlama fırsatı bulabilecekleri ziyaretleri de peşi sıra gerçekleşti. Hem de Mao’nun ardından pek fazla süre geçmeden... Bu çerçevede Çin’in gözünü açmasına vesile olan, devlet başkanı Deng Xiaoping’in 1978’de yaptığı ziyarettir. “Deng’in bu ziyaretinden arta kalan ve hatta bugüne kadar taşınan nedir?” sorusuna Deng’in Singapur’un gelişmişliğine karşı sarf ettiği iltifatlarla sınırlı değil. Bu iltifatlar karşısında, LKY’un verdiği şu cevap belki çok daha anlamlıdır: “Biz Güney Çin’in topraksız köylülerinin çocukları olarak Singapur’u bu hale getirdik. Siz daha iyisini yapabilirsiniz.” Çin devletinini bu cevaba verdiği pratik karşılık 15 yıl sonra 1992 yılında geldi. Deng, manidardır başkanlığının son yılında, Güneybatı sahil şeridindeki Guangdong Eyaleti’ni, “Dünyadan, özellikle de Singapur’dan öğrenin kalkınmayı. Biz onlardan daha iyisini yapabiliriz.” der. Ve bugün Guangdong, Hong Kong Adası’nı çevreleyen kalkınmış Çin’in en önemli eyaletlerinden birini oluşturuyor.
Bu sürecin somut olarak hayata geçirilmesinde de Singapur’un rolü var. LKY’un ‘Tiannanmen’ sonrası yani, 1990’lardaki zor dönemlerinde dünyaya açılmayla yüzleşmek zorunda kalan Çin’e yaptığı ziyaretler, iki ülke arasında bugüne taşınacak ‘dostluğun’ örneğini ortaya koyuyordu. Singapur’un insan ve bilgi kaynaklarını Çin’e aktarmasının örneğini oluşturan “Suzhou Endüstri Parkı” bu ziyaretin bir ürünüdür. Bu projede yer almış olan teknokratlar, o günden bugüne Çin-Singapur ilişkilerinin şekillenmesinde bu projenin önemine dikkat çekiyor.
Tabii, Çin’in 1949 Kültür Devrimi sonrasında dışa açılımının ilk örneğini, 1955 yılında Bandung Konferansı’na davet edilerek uluslararası görünürlük kazanması oluşturduğunu unutmuyoruz. Ardından, Soğuk Savaş yıllarında, Doğu ve Güneydoğu Asya güvenlik kuşağının oluşturulmasının bir parçası olarak ASEAN kurulurken, aynı zamanda Çin de, bu birlik sayesinde bölgesel bir açılıma konu oluyordu. ASEAN-Çin ilişkilerinde bugüne kadar ortaya konduğu üzere, yatırımlar ve ticarete konu olan ekonomik ilişkiler bağlamında Çin’in gelişimini  şekillendirebilme, onun gelişimine ortak olabilme gibi ekonomi alanında bir simbiosis’den bahsedebiliriz.
Singapur nüfusunun %76’sını Çin etnik çoğunluğunun teşkil etmesi, salt ticari ilişkileri kolaylaştırma, işbirliklerini geliştirme şeklinde ortaya çıkmakla kalmıyor. Singapur siyasi elitinin, akademyasının, entellektüel çevrelerinin ortaya koydukları çabaların, Çin ‘kültür ve medeniyetinin’ şu veya bu şekilde uzantıları olması hasebiyle Çin’le doğrudan temas kurabilecek bir sosyo-pisikolojik rahatlık ve kolaylığa da sahip. Örneğin, bu noktada, Malezya mı yoksa Singapur mu Çin’in ASEAN ile ilişkilerinde politika geliştirme evrelerinde daha etkin ve verimli sonuçlar alır sorumuza herhalde Malezya cevabını vermemiz mümkün değil. Aynı yaklaşımı, iş çevreleri özelinde de gündeme getirebiliriz. Bugün Çin’in sadece eğitim, alt yapı, teknoloji ve araştırma-geliştirme alanlarında değil, bunları sağlıklı bir üniteye dönüştürecek sürdürülebilirlik ve yönetebilirlik olguları bağlamında da Singapur’la işbirliğini öncellediği görülür. Dolayısıyla Singapur’un bu özellikleriyle Çin’e bir tür rehberlik edebileceği aşikâr. Zaten geçen yirmi yıl zarfında ve bugün gelişmekte olan ilişkilere bakıldığında da bu yönde bir gerçeklik olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla Çin’in Güneydoğu Asya toprakları ve bu topraklar üzerinde hakim ulusaşırı şirketlerle işbirliklerinin yolu hiç kuşku yok ki, Singapur ‘köprüsünden’ geçiyor.
Tabii ASEAN bağlamında, Çin’i anlayabilecek ülkelerin başında ve belki de birincisi Singapur’dur. Bu noktada, Singapur’ Çin’in bölgedeki ‘dengesi’ konumundadır. Singapur bir yandan ABD ile sadece ekonomik değil, kültürel, bilimsel ve askeri işbirliklerine de açıkken, benzer bir yapıyı Çin’le kurmaması için önünde bir engel görmüyor. Ancak bunu yaparken de, yukarıda ifade ettiğimiz üzere, Çin’in siyasal sisteminin sınırlılıklarının tereddütlerini de açıkça gündeme taşıyor. İki ülke ilişkilerinin yapılaştırılmasında büyük katkısı olduğuna kuşku olmayan Lee Kuan Yew artık yok. Onun yerine Başbakan koltuğunda oğlu Lee Hsien Loong var. Loong’un, Çin’le ilişkiler bağlamında babasının izinden gidip gitmeyeceği veya değişen koşullar çerçevesinde yeni açılımlarla gündeme gelip gelmeyeceeğini ve böylece kendine özgü bir yer edinip edinmeyeceğini zaman gösterecek. 

2 Ekim 2015 Cuma

Endonezya: 30 Eylül 1965 / Indonesia: 30 September 1965

Mehmet Özay                                                                                                            1 Ekim 2015

Bugün, modern Endonezya Cumhuriyeti tarihinin dönüm noktalarından birinin yani 30 Eylül darbesinin 50. yıldönümü. 1965 yılı, 30 Eylül’ünü 1 Ekim’e bağlayan gece yarısı, aralarında altı generalin bulunduğu toplam 7 üst düzey ordu mensubunun hayatını kaybettiği girişimin, bir darbe mi, yoksa bir darbeler silsilesininin ürünü mü olduğu konusu halen tartışılmaya devam ediyor. Bu bağlamda, söz konusu bu darbenin sır perdesinin tam olarak aydınlanabildiğini söylemek mümkün değilse de, o gece yarısı yaşananlardan bugüne kalan en belirgin husus, dönemin askeri istihbaratının başındaki ‘Suharto’ adlı subayın başını çektiği ordu mensuplarının gelişmeleri yönlendirdiği ve akabinde ülke yönetimine el koyduğudur.

Bu askeri darbenin, ordu içindeki rakip gruplar arasındaki güç mücadelesinin bir ürünü saymak mümkün. Veya dönemin devlet başkanı Sukarno’nun bağımsızlıktan (1945) itibaren devlet başkanı olarak sürdürdüğü uzun bir dönemde, özellikle 1955 yılından itibaren siyasi yönelimini, dönemin Sovyet Rusyası ve Çin komünizmine doğru bir eğilim sergilemesine tepkinin ürünü sayıp cümleyi burada sonlandırmak da mümkün değil. Aksine, darbenin ardından kısa bir süre içerisinde Endonezya toplumunun klasik ifadeyle “Sabang’dan Merauke”ye kadar, şu veya bu ölçüde ancak daha çok Cava ve Bali Adaları’nda, olmak üzere tüm Endonezya topraklarında etkisini hissettiren bir toplumsal histeri ve yıkım sürecinin de adı olduğunu söylemek, yaşanan yıkımın boyutlarını ortaya koyar. “Bu histerinin en görünür yüzündeki gerçek nedir? diye sorulacak olursa, bunun cevabı ‘ordu’ gibi resmi, ‘milis’ gibi resmi-gayri resmi arasında bir geçiş alanını temsil eden sosyo-siyasi gruplarla, bu iki yapılaşmanın harekete geçirdiği geniş bir toplum kitlesi marifetiyle, aynı toplum içerisinde ‘komünist partisi üyesi/yandaşı’ olmakla suçlanan çok sayıda kitlenin hayatına kastedilmesidir diyebiliriz. Bu sürecin bir yanında, vatandaşlıktan çıkartılanlar, yıllarca sürgüne gönderilenler, anne babalarının söz konusu siyasi hareketi üye olmaları ileri sürülerek eğitim ve memurluk gibi olanaklardan mahrum bırakılan çocukları da eklemek gerekir.

Yukarıda değindiğim, toplumsal histerinin siyasi, sosyal ve de dini hareketler ve yapılanmalar nezdinde değişim süreçlerine yol açacak bir etkisi var. İşin siyasal vechesinde Sukarno’lu yıllar ‘Eski Rejim’ (Orde Lama), Suharto’lu rejim ise ‘Yeni Rejim’ (Orde Baru) olarak adlandırılır. Bu ‘eski’ ve ‘yeni’ rejimin, salt Endonezya devleti sınırlarına hapsedilecek bir siyasal gösterge değil, geniş Müslüman kesimleri, çok çeşitli etnik yapıları, yer altı ve üstü zenginlikleri ve kaynaklarının potansiyeliyle bölgesel ve de küresel güç bağlamlarının da içinde olduğu bir vecheyi içinde barındırır. Bu saydığımız ve saymadığımız özellikler, gerektiğinde bir sosyal-dini/kültürel-ekonomik-siyasi hareketlere kaynaklık teşkil edecek yönlendirici ve yapılaştırıcı kuvve-i içinde barındırmaktadır. Bu nedenledir ki, bu girişimin, ülke modern tarihinde 30 Eylül 1965 öncesi ve sonrası diye iki farklı siyasi dönem olarak ayrılmasını gerektiren bir dönem özelliği taşır.
ABD arşivlerinde, dönemin yazışmaları ve kayıtlarının ele alındığı ve gizlilik notunun üzerinden kaldırıldığı notlardan anlaşıldığı kadarıyla “onlar bizi kesmeden biz onları kestik” vb. cümlelerle söz konusu histeri kendini ortaya koyar. Ordu içi kliklerin çekişmesi; Endonezya Komünist Partisi’nin dönemin dünya genelinde üçüncü büyük komünist partisi olması; Sukarno’nun bu partinin güdümüne girmesi vb. yaklaşımların gelişmelerin çeşitli safhalarında yer aldığı görülür. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken husus, şehirden köylere kadar uzanan geniş yerleşimlerde, birarada yaşayan kitlelerin bir anda birbirine düşman olmalarıdır. Bu sıfatın yerleş/tiril/mesiyle, sayısı yarım milyon ilâ bir milyonu bulduğu ifade edilen bir kitlenin hayatına son verilmesidir. Aslında tam da burada, pek çok kişi ve çevre tarafından antropolojik bir duyarlılıkla, ‘halim-selim’ insanlar olarak bilinen Güneydoğu Asya’nın bu ülkesinde, histerinin ulaşabileceği boyutu göstermesiyle de ilginç bir duruma tanık olunur.

Suharto liderliğindeki askeri konseyin ülke yönetimine el koyduktan sonra, ‘adalet’ kurumu aracılığıyla ülke siyasal yaşamını tehdit ettiği gerekçesini doğuran yapıları ele alması beklenir bir durumdu. Ancak bu ‘yasal’ mekanizmaya müraccat edilmediği gibi, özellikle ülkenin önde gelen sosyo-dini oluşumlarına mensup kişilerin harekete geçirilmesiyle toplumsal bir parçalanmaya ve etkisi bugüne kadar süren bir yıkıma neden olundu.  Darbenin ardından geçen on yıllar boyunca, bu histerinin neden olduğu acılar ‘sansüre’ tabii tutulmak suretiyle kapatılmak istense de, toplumun değişik alanlarında kendini içten içe hissettirmeye devam etti. Ekonomik kalkınma yılları olarak kabul edilen Suhartolu yıllarda, ‘adaletin’ kalkıldırılmasının önü açılmazken, ülkede 20. yüzyıl ikinci yarısının büyük bir bölümüne damgasını vurmuş bu gelişme karşısında ‘suskunluk’ genel bir yaklaşım olarak ortaya çıktı. Suharto, otuz iki yıllık iktidarını, 1998 yılında istifa etmesiyle sonuçlandırmasıyla, tıpkı diğer sosyo-siyasal ve dini ‘özgürlükler’ kanalı açılırken, 30 Eylül 1965 sonrası mağdur kitlelerin ve de varislerinin hak arayışına kapı aralanması gündeme geldi. Bu süreç, tabii ki, bir günde sonuç alınabilecek bir inisiyatif değildi. Nihayetinde ortada Suharto’nun toplumsal ve siyasal kurumları yukarıdan aşağıya şekillendirdiği bir devlet sistemi mevcudiyeti karşısında, kültürel- siyasal-etnik ve de hukuki haklar aranması süreçleri umutla umutsuzluk beklentilerine konu oluyordu.


Örneğin, Susilo Bambang Yudhoyono’nun (SBY) o dönem hayatını kaybeden yüz binlerce insanın hakkını araştırmaya matuf olmak üzere kurulmasına ön ayak olduğu “Ulusal İnsan Hakları Konseyi”, özellikle ordu ve orduyla yakın temas içerisinde olduğu bilinen sivil çevrelerin tepkileriyle karşılaşarak hayata geçirilmesine bugüne kadar olanak tanınmadı. Bu iniyisatife ön ayak olsa da, SBY’i bir ikilemde bırakan husus ise, kayın babası General Sarwo Edhie’nin, dönemin “Ordu Özel Kuvvetler Komutanı” sıfatıyla komünist kitlelere yönelik askeri girişimin kilit isimlerinden biri olmasıdır. SBY'nin en azından bir ‘aile bağı’ ilintisiyle Edhie’yi ulusal kahraman kabul edilmesi önerisini gündeme getirmesi de, çelişkiler zincirinin bir devamıdır. Suharto sonrası siyaset dünyasının en popüler siyasetçisi olarak tarihe geçen SBY döneminde ülkenin bu en acı dönemlerinden birini oluşturan sürece dair açıklayıcı, anlayıcı, adaleti tesis edici bir girişime olanak tanınamadı. Bugün, Joko Widodo (Jokowi) devlet başkanlığında. Başkan Jokowi de, geniş toplum kesimlerinin desteğini almasıyla dikkat çekiyor. Kimi toplum kesimlerinde geçmişin yaralarını sarmaya dair siyasilerden inisiyatif beklense de, Jokowi’nin bir yıllık iktidarı döneminde ne kendisinden ne de hükümet üyelerinden bir açılım bugüne kadar vuku bulmadı. Ancak konunun Papa Francis tarafından Birleşmiş Milletler toplantıları sırasında ‘trajedinin 50. yılı’ bağlamıyla gündeme taşınması, konunun hiç de öyle ulusal bir boyutla sınırlı olmadığını da açıkça ortaya koyuyor.