Mehmet
Özay 13.07.2019
foto:15thjuly.setav.org |
Bugün içinde bulunduğumuz
şartlarda, 15 Temmuz 2016 darbesinin bir tek grubun kendinde bir teşebbüsü
olduğunu düşünmek, vakıanın sosyolojik mahiyetini kavramamakla eşdeğerdir.
Bu anlamda, söz konusu
teşebbüsün gelişiminin bir sürpriz olmadığı ve bu girişimin köklerinin birkaç
on yıl öncesine dayansa da, kendini en azından bir on yıl öncesinde aşikâr
kıldığını söylemek mümkün. Sosyal hadiselerin birdenbire neşet eden olgular
olmak yerine, birikimsel olarak gelişme kaydettiğini ve çeşitli toplumsal
unsurların bileşiminin ürünü olarak ortaya çıktığını unutmamak gerekir.
Öte yandan, bugünden
bakıldığında, belki de giderek artan sayıda kişinin artık gördüğü zannedilebilecek
bu sürecin, artık hakkıyla anlaşıldığını düşünmek bile bir tür yanılsama
olacaktır.
Aktif ve pasif darbe
taraftarlarının sadece yurt içinde değil, yurt dışındaki varlıklarının ve
hazırlıklarının bu yöne doğru bir gidişata tekabül ettiği bir on yıl öncesinden
izlerini ortaya koymaya başlamıştı.
Bu noktada, aktif ve
pasif taraftarlar ifadesinden anlaşılması gereken iki husus vardır. İlki,
kendini, darbeye tevessül eden grubun içinde, sivil ve devlete bağlı kurumlar
içerisindeki mevcudiyetleriyle aktif olarak tanımlayanlardır. Bu grup
içerisinde yer alanlardan bir bölümünün, örneğin pişmanlık duyanlar bağlamında
olduğu üzere, sözde masumiyeti dikkate alınabileceklerden bahsedenler
olabilir.
İkincisi ise, bu grupla organik
ve/ya ideolojik bağı olmadığı görülen sivil kişiler ile yine devletin çeşitli
birimleri içerisindeki kişi ve grupların, bu ana yapıyla girdikleri ilişkiler
boyutu üzerinden oluşan bağdır.
Bu gruba mensup olanlardan bir bölümü -ki, zaman
zaman bu yönde dile getirilen söylemlerden hareketle-, kendilerinin ‘ilişkiye
zorlanmış’ oldukları iddiasındadırlar. ‘İlişkiye zorlanmışlık’ bağlamına oturan
çevrelerin ülke içindeki karşılıklarını, farklı aktörlerin bunların yerini
alabileceğinden hareketle, bir an için göz ardı etmek mümkün olabilir.
Ancak bu bağlam
içerisinde yer alan ve yurt dışında ülkeyi resmi olarak temsil etme makamında
olan kurum/lar mensuplarından gelmesi göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir
duruma işaret eder.
Varsayalım ki, bu kitle “Kapılarınızı bu insanlara açın”
türünden bir emre muhatap olmuş olsunlar…
Ortaya çıkan durum, salt kapıların açılmasıyla
kalınmadığı, bu kurumun -bilerek ve/ya bilmeyerek- neredeyse karşı tarafa teslim
edildiği haline gönderme yapmaktadır.
Bu yöndeki düşünüş
tarzında bir tür haklılık payı olduğu, zamanında kurum üzerinde tasarrufta
bulunma hakkına sahip olanların, kadroların kahir ekseriyetini darbeye tevessül
eden yapıdan devşirmiş olmalarıyla daha bir netlik kazandığı konusunu da
hatırlamak vicdani ve de ahlâki bir sorumluluktan bağımsız değildir.
Sürecin ikinci aşaması
olarak, yani darbeden hemen sonra, ‘işleri hâl yoluna koymada’ ilk sırada yer
alması beklenen, hatta bu noktada resmi sorumluluk taşıdığı açık seçik ortada
olan yukarıda dikkat çekilen bu “ilişkiye zorlanmış olanların”, o dönem ve
sonrasında ne yapıp ettiklerinin dikkatle üzerinde durulması gerekmektedir.
Açık Medeniyet, Temmuz, 2019, Yıl 2, S. 25, s. 45.
(Publication of Ibn Haldun
University)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder