24 Ocak 2017 Salı

Trump’ın Eko-Politik Politikalarına Giriş ve Bölgesel Tepkiler / Introduction of Trump’s Eco-Politics and Reactions in the Asia Pacific Region

Mehmet Özay                                                                                                                         23.01.2017

ABD’de Donald Trump’lı dönemin başlamasıyla Asya-Pasifik ülkelerinde hükümetler yeni dönemdeki tüm süprizlere hazırlıklı oldukları yönlü açıklamalarıyla ilk tepkileri vermeye başladılar. Bu tepkiler, bölge ülkelerinin içinde bulundukları siyasi, sosyal ve ekonomik koşullara göre çeşitlilik arz ediyor. ABD’deki yönetim değişikliğiyle birlikte gündeme gelecek yeni politikalar bazı ülkelerde sadece siyasi alanda öne çıkarken, diğerlerinde birden fazla alanda etkisini göstermeye matuf olduğu gözleniyor. Bu anlamda ABD başkentinden gelecek haberlerin seyrine göre bölge ülkelerinini tepkileri de ekonomik, askeri ve sosyal olarak çeşitli kategorilerde ortaya çıkacağı düşünülebilir.

Çin ve Tayvan ile siyasi, Japonya ve Güney Kore ile askeri ve güvenlik boyutu, bölgedeki on bir ülkeyle ticari ilişkiler noktasında önem arz ediyor. Trump’ın İslamifobia konusundaki duruşunun Asya-Pasifik bölgesinin kayda değer bir bölümünü oluşturan Müslüman Malay dünyasında henüz bir açıklama sadır olmuş değil. ‘Bugüne kadar unutulduğu’ ifade edilen orta sınıf Amerikalıların yeniden güçlü orta sınıf değerleriyle buluşmasını sağlama noktasında ekonomi boyutuyla sıkı sıkıya ilişkili olan alanların dışında İslamifobia gibi dini-kültürel etkenin ne yönde bir gelişme göstereceği ise şimdilik belirsiz.

ABD’de başkanlık devri öncesinde Trump’ın yukarıda zikredilen alanlarla ilgili twitter açıklamalarıyla yürüttüğü bir yaklaşıma tanık olundu. Bu bağlamda hazırlıkların başında ekonomi hayatını yakından ilgilendiren ticari işbirlikleri ve bu bağlamda alınan tedbirleri geliyor. 20 Ocak’taki başkanlık töreninde Trump’ın ABD ile ticarette anlaşmaları ihlâl eden ve Amerikan işçilerinin mağduriyetine neden olan ülkelerle ticari anlaşmalara karşı sıkı önlemler alacağı açıklaması beklenen bir açıklamaydı. Trump’un uzunca bir süredir söylem düzeyinde gündeme getirdiği korumacı politikalarının pratiğe geçirilme aşamasına gelinmesi ve bunun ilk ifadesi olarak 1994 yılında imzalanan Kuzey Amerika serbest ticaret anlaşmasını (NAFTA) gözden geçireceğini açıklaması oldu. Bu hiç kuşku yok ki, taraflara verilen ilk mesaj niteliği taşıyordu.

Değişime dair sözlü açıklamalar, 20 Ocak sonrasında tek tek kurumsal bir nitelik kazanmaya başladı. Bu bağlamda ilk birkaç gün Trump ve ekibinin çalışmaları çeşitli ticari anlaşmalarını gözden geçirme veya tamamıyla anlaşmalardan çekilme şeklinde zuhur etti. Ve Trump, Asya-Pasifik’i birbirine daha da yakınlaştırmakla kalmayacak, küresel ticaretin yüzde 40’ına ulaşan bir boyutuyla küresel ilişkileri de etkileyebilecek Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’ndan (TPPA) çekilme konusunda alınan karara imza attı. Beş yıl gibi görece uzun bir süre tarafların yoğun çalışmaları sonrasında varılan bu ticaret anlaşmasından ABD yönetiminin çekilme kararı alması, bölge ülkeleri nezdinde ticaret ve ekonomi alanlarını ilgilendirecek şekilde salt bir güven kaybına neden olmakla kalmayacaktır. Trump yönetimi, bu açıklamalarıyla 1990’lı yıllarda yapılandırılan ve bugüne kadar uzanan küreselleşme süreci dolayısıyla ABD’li yatırımcıların ucuz iş gücü ve hammedde kaynaklarının bulunduğu coğrafyalara yönelmesinin doğurduğu sonuçları içten içe eleştiriyor.

Amerikan ekonomisinde korumacı politikalara adım attığı anlamı taşıyan yukarıdaki gelişmeler, hiç kuşku yok ki, bölge ekonomilerinin yeni ticari ilişkilerine kapı aralamasını zorunlu kılıyor. ABD yönetiminin özellikle TPPA konusunda aldığı karar, başta anlaşmaya taraf olan ülkeler olmak üzere, neredeyse bölgedeki tüm ülkelerce hissedilirken, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin bu gelişmelerde elde ettiği avantajı pratiğe nasıl dönüştürebileceğinin hesabını yapıyor. Dünyanın iki ekonomi devi ABD ve Çin arasında denge ilişkilerini gütmeleriyle dikkat çeken bölge ülkeleri, Trump yönetiminin Amerikalı işletmelerin önünü açmaya matuf olarak bölge ülkeleri metalarına uygulanacak yüksek vergi sonucu içe kapanma, korumacılık, ABD küçük ve orta ölçekli işletmeleri öncellemesi gibi ekonomi politikaları karşısında hem ikili hem de bölgesel ticaret anlaşmalarını güncelleme kararı alma yönünde inisiyatif geliştireceklerdir. Bu süreçte, pazarlık süreci büyük ölçüde Çin’in bölgenin önemli aktörleri arasında gerçekleşecektir. Bu gelişmeler, kuşkusuz ki, Güney Çin Denizi özelinde Çin’in bir süredir güçlü izlenimler verdiği teritoryal yayılmacılık politikalarının ticaret boyutuna evrilebileceğinin de kapısını aralamaya matuf bir yönü içeriyor.

Bu gelişmelerin siyasi vechesine de kısaca bakmakta fayda var. ABD ile bölge ülkeleri arasında siyasi ilişkilerin yeni bir döneme girilmesine dair en önem alan, Trump yönetiminin ‘Tek Çin Politikası’na yönelik eleştirel söylemiyle gündeme geldi. Bu bağlamda, ABD’deki bu çıkış, konunun iki farklı tarafı olan Çin ve Tayvan tarafından farklı şekillerde değerlendiriliyor. ABD yönetimi’nin 1971 yılında BM’de Tayvan yerine Çin’i temsilci olarak tanıması bir anlamda Çin’in tek çin politikasının kabulü anlamı taşıyordu. Bununla birlikte, 1979 yılında ‘Tayvan’la İlişkiler Anlaşması’ ile Tayvan’la ticari ilişkiler ve silah satışı ABD yönetiminin ada ülkesini Çin’e bırakmayacağının da ifadesiydi. Bugüne kadar ABD yönetiminin, hem Tek Çin Politikası’nı tanıma hem de Tayvan’la ilişkileri stratejik bir düzeyde tutmaya devam etmesinin doğurduğu tezat taraflarca kabul edilmiş, yani belirlermiş statükonun devamını isteyen bir intiba veriyordu.

Bugün ise, Trump’ın tek Çin politikasını eleştiren yaklaşımı ise yeni dönemde ABD-Çin ilişkilerinde anlaşmazlık alanlarının genişlemesi anlamı taşıyor. Kaldı ki, bunun ilk işaretleri de Tayvan devlet başkanı Tsai Ing-wen’in Latin Amerika ziyareti öncesinde ABD’yi ‘transit’ ziyareti geliyor. Çin’in ABD’de yaşanan geçiş dönemindeki bu gelişmeye verdiği tepki ABD tarafından dikkate alınmadı. Öte yandan, bu gelişme Tayvan’da ise genel bir iyimserlik havasına yol açtı. Ancak bu sürecin ABD’nin genel geçer politikalarında kapsamlı bir değişikliğin işareti mi, yoksa yeni yönetimin siyasi güç temsiliyetini salt sembolik bir ifadesi mi olduğunu zaman gösterecek.

Bununla birlikte, Trump yönetiminin, Tek Çin Politikası’nda taşları yerinden oynatacak bir politika kararı, sadece iki ‘süper’ gücü değil, bölge ülkeleri tarafından da hissedilecek gelişmelere yol açacaktır. Tabii bununla birikte, Trump’ın Tayvan’ı Çin’le ilişkilerde bir ‘koz’ olarak kullanacağının sinyalini de vermiş olması ABD yönetiminin samimiyeti, Tayvan halkının ABD yönetimine güvenini sorgular bir nitelik taşıyor. Trump’ın aklında, iki ülke ilişkilerinde Çin’in tek taraflı olarak aldığı kararlar, özellikle de kur üzerindeki oynamasına getirdiği eleştiriler hatırlığında Tayvan ‘sorunu’ oldukça kullanışlı bir araç olduğuna kuşku yok.

Başta Çin olmak üzere Asya-Pasifik bölgesinin kahir ekseriyetinde milyarlarca dolarlık ABD yatırımlarının bölge ülkelerini küresel kapitalizme eklemlerken ve halklarını da tüketimci kültürün öznesi haline getirmekle aslında kapitalist sistemin dinamiklerine katkı yaptığını unutmamak gerekir. Singapur’un eski başbakanı Lee Kuan Yew’ın dile getirdiği üzere yenilikçilik ve müteşebbislik noktasında ABD’yi geçecek bir güç henüz vaki değil. Bu bağlamda, ABD’de yeni yönetimin tepkisinin, en azından şimdilik, sistemik değil, aksine pragmatik bir bağlamı olduğu görülür. Bununla birlikte, bu sürecin ne denli geri döndürülebilir olduğu tartışma konusu olmakla birlikte, ABD’de yeni yönetim, bunun önünü almaya yönelik icraatlara başlama konusunda da kararlı olduğu anlaşılıyor.

Trump, Amerika orta sınıfını ‘eski günlere’ taşımanın yanı sıra bu sürecin küresel ticaret dünyasını da şekillendireceğini iddiasına rağmen, içe kapanan bir ABD’nin hangi şartlarda dünya ticaretine yön vereceği ve bunun diğer ülkelerce benimsenebileceği ise şimdilik bekle-gör sürecinden başka bir alanla açıklanamıyor. Yerleşik siyasi ve ekonomik anlayışlara meydan okuyan bu yaklaşımın ABD’yi dışarda bırakmayacak şekilde küresel bir belirsizlikler dönemine girdiği konusunda neredeyse bir konsensüs oluşmuş durumda. Beyaz Saray’a daha ilk adımını atarken bugüne kadarki başkanlar arasında ABD halkının en düşük desteği ile Beyaz Saray’a adımını atan Trump’a yukarıda dile getirilen alanlarda karşı karşıya geleceği ülkeler halklarının sempatiyle bakmasını beklemek ve bunun şu veya bu şekide devam eden Amerikan rüyasına olumlu bir destek olmasını beklemek oldukça güç. Bu süreç, Trump’u Beyaz Saray’da yalnızlığa sürüklerken, ABD’yi de belki de hiç olmadığı kadar küresel olarak yalnızlığa itebilir.


20 Ocak 2017 Cuma

İİT Arakan için harekete geçecek / OIC Act upon the Rohingya Issue

Mehmet Özay                                                                                                                        20.01.2017

İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Dışişleri bakanları Arakan konusunu görüşmek üzere dün Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’da biraraya geldi. Toplantı, 9 Ekim 2016’da başlayan ve yaklaşık iki ay süreyle Myanmar’ın Arakan Eyaleti’nin kuzeyinde, Bangladeş sınırında yaşam süren Arakanlı siviller üzerinde uygulanan şiddete bir tepkidir. İİT’nin bu süreçte dışişleri bakanları düzeyinde bir toplantı kararı almasında ise, 4 Aralık 2016 tarihinde Kuala Lumpur’da Başbakan Necib bin Rezak’ın da katılımıyla yapılan “Arakan’a Destek” mitinginin payını dikkate almak gerekir.

Azınlıklı Dışişleri Bakanları toplantısı
Bu miting sonrasında Malezya dışişleri bakanı Anifah Aman’ın girişimiyle İİT Dışişleri bakanlarının Arakan özel gündemiyle toplantısı gündeme geldi. Kısa sürede plânlanarak dün gerçekleştirilen toplantının ‘Dışişleri Bakanları’ düzeyinde olduğu ifade edilse de, İİT’ye üye 57 ülkeden sadece sekizi yani Malezya, Endonezya, Afganistan, Pakisan, Azerbaycan, Filistin, İran, Maldivler bakan düzeyinde temsil edildi. Aşağıda değinileceği üzere artık insani boyutunu aşmış olduğu açıkça ilân edilen böylesi bir toplantının Malezya kamuoyuna ilk sayfalardan yansıtılmamış olması garipsenecek bir durum olduğuna kuşku yok. Kuala Lumpur’daki bu toplantı 9 Ekim 2016 tarihindeki gelişmeler üzerine yeniden nükseden Arakan Müslümanları sorunu çerçevesinde Myanmar Dışişleri Bakanı Su Çi’nin çağrısıyla düzenlenen ASEAN Dışişleri Bakanları’nı gayri resmi toplantısından sonraki ikinci önemli inisiyatif olma özelliği taşıyor.

Sonuç bildirgesi “Eylem Odaklı”
Bununla birlikte toplantı sonrasında ilân edilen sonuç bildirgesinin bazı ilklere sahne olduğu gözlemleniyor. Genel itibarıyla bakıldığında, Malezya Dışişleri Bakanı Anifah Aman tarafından basın toplantısında da ifade ettiği üzere, genel itibarıyla bakıldığında ‘eylem odaklı’ bir sonuç bildirgesi ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda, şu hususların öne çıktığını söyleyebiliriz.

Gerek Başbakan Necib bin Rezak’ın açılış konuşmasında gerekse basına kapalı gerçekleştirilen ‘Dışişleri Bakanları’ toplantısı sonrasında açıklanan sonuç bildirgesinde Arakan Müslümanlarının karşı karşıya maruz kaldıkları sorunun bir insani yardım sorunu olmadığının altı çizilirken, belki de en dikkat çeken husus bu gelişmenin çeşitli açılardan bölgesel bir tehdit unsuru haline geldiği ve bazı açılardan da gelme ihtimali olduğuna yapılan atıflardı.

Yeni göç dalgaları istenmiyor
Resmi rakamlara göre yaklaşık 56 bin Arakanlı Müslüman Malezya’da geçici olarak kalma hakkı elde ederken, Başbakan Necib bin Rezak ve Dışişleri Bakanı Anifah Aman’ın konuşmalarında 2015 yılı Mayıs ayında yaşanan ‘tekne krizi’nin tekrarından duyulan endişe dile getirildi. Bu endişenin Malezya’yı ilgilendiren yönü, zaten ülkede mevcut on binlerce Arakanlı’ya ilâve olarak olası yeni göçmen akınının hükümeti yeni tedbirler almaya zorlayacak olmasıyla alâkalıdır.
Malezya tarafından BM göçmen yasasının halen imzalanmamış olması, ülkede yasa dışı statüyle bulunan Arakanlıların ancak bazı kurumların inisiyatifiyle varlık sürdürdüğü anlamı taşıyor. Bununla birlikte, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği bir yandan Arakanlıları kayıt altına alma çalışması yürütse de, bunun Malezya resmi makamları nezdinde bazı çatışmacı süreçlere konu olmadığı söylenemez. Öte yandan, Malezya yönetimi bu gelişmenin ülkenin toplum yapısı üzerinde sosyo-kültürel çatışmalara da kapı aralayacak bir yönü olduğunu artık açıkça söylemeye başlaması dikkat çekiciydi. Kaldı ki, sonuç bildirgesine de yansıtıldığı ve Myanmar hükümetine bir öneri olarak sunulduğu gibi, Malezya yönetimi, olgun şartlar hasıl olduğunda başta Malezya’da olmak üzere değişik ülkelerde yaşayan Arakanlı Müslümanların ülkelerine geri dönmesi konusunda ısrarlı.

DAEŞ bölgesel bir tehdit unsuru
Arakan Müslümanları sorununun bölgesel bir tehdit unsuru haline gelebileceği yolundaki haklı endişeler Myanmar hükümetine bir uyarı niteliğindebir mesaj olarak iletiliyor. Bunun alt yapısı Malezya ordu komutanı Zulkifli bin Muhammed Zin’in 5 Aralık 2016 tarihinde Myanmar’a yaptığı ziyarette mevkidaşıyla yaptığı görüşmede dile getirmesiyle atılmıştı. Güneydoğu Asya topraklarında Endonezya, Malezya ve Singapur yönetimlerinin Ortadoğu’daki gelişmelere paralel olarak, özellikle DAEŞ sonrası süreçte bölgeye dönecek ‘yerli teröristlerin’ yol açacabileceği anarşi ortamından duydukları endişe zaten bir süredir gündemde yer alıyor. Bu ve benzeri terör yapılarının Arakan gibi mağduriyetten kurtulma süreçleri sürekli ertelenmiş ve çaresesizliğe terk edilmiş topluluklar içinden çıkabilecek şiddet eğilimleri işte İİT toplantısı ve sonuç bildirgesinde önemli bir madde olarak yer aldı. Bazı ‘hususları’ şimdilik göz ardı ederek, 9 Ekim 2016 tarihinde Bangladeş’ten sınırı geçerek üç güvenlik noktasına saldırdığı ifade edilen silahlı grubun böylesi bir tehdidin ilk somut ifadesiydi. Myanmar hükümetinin ve ordu ve emniyet güçlerinin bölgede giriştiği operasyonu haklı gerekçesi olarak ortaya çıkan bu saldırı girişiminin farklı boyutlarda tezahür etmesi hiç kuşku yok ki, bölgede halen yaşam mücadelesi veren Arakanlı sivillerin çok daha vahim bir karşılık görmelerine yol açacaktır.

İİT Myanmar’la ilişkilere hazırlanıyor
İİT’nin Myanmar hükümeti nezdinde karşılıklı ilişkileri geliştirme çabası sergileneceği önemli bir husus. Buna zemin hazırlayacak şekilde sonuç bildirgesinin hemen ilk maddesinde Myanmar’da son dönemdeki ‘demokratikleşme’ çabaları takdirle karşılanması Myanmar yönetimiyle masaya oturulması öncesinde gönderilen sıcak bir mesaj niteliği olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, Myanmar gibi sadece bölge ülkeleriyle değil küresel toplumla henüz yeni yeni buluşmaya başlamış Budist geleneğin ağırlıklı olduğu bir yönetim ve toplum ile ilişkilerin İİT tarafından nasıl geliştirilebileceği meselesi başlı başına bir sorun. Bu noktada, karşıda zalim bir yönetim ve mazlum Müslümanlar karşısında “Müslümanlara zulmetmeyin” söyleminin dillendirilmesi öncesinde yapılması gereken ciddi çalışmalar olduğu bir gerçek. Ancak bugün ne tekil üye ülkeler ne de kurumsal olarak İİT’nin böyle bir çaba sergilemiş olduğunua dair ibareler ve kanıtlar ortada gözükmüyor. Bu nedenle bugün dahi Arakanlı Müslümanlarla ilgili gelişmeler dahil olmak üzere Myanmar hükümetinin Arakanlılar ve diğer etnik yapılarla ilgili siyasi etkileşimleriyle ilgili raporların Batılı unsurlarca hazırlanmış olduğu gözlemleniyor.

Myanmar’da diyalog bir çözüm yolu
İİT’nin önümüzdeki süreçte Myanmar toplumunda Arakanlılara yönelik resmi kurumlar ve aşırı Budist grupların baskıcı ve saldırgan tutumlarının önünü almaya matuf olarak ‘çok kültürlülük’ ve ‘diyalog’ gibi kavramların yeşertilmesi konusunda bir inisiyatif geliştirme arzusunda olduğu anlaşılıyor. Sonuç bildirgesinde bu çerçevede yer alan maddede İİT’nin bu noktada özellikle Birleşmiş Milletler ve ASEAN ile birlikte çalışmalar yürüterek Myanmar hükümetinin ülke genelinde çok kültürlü ve dinli toplum yapısı içerisinde toplum kesimleri arasında bir diyalog sürecinin başlatılmasını öngörüyor. Dün toplantılar sırasında kendisiyle görüşme fırsatı bulduğumuz Fortify Rights genel müdürü Matthew Smith’le yaptığımız kısa görüşmede, Myanmar’da çoğunluğu Müslüman olmayan ve farklı etnik yapılara mensup sivil yaklaşık 40 kadar sivil toplum kuruluşunun Arakan konusunda ilk defa bir girişimde bulundukları yönündeki açıklaması bu çerçevede bir başlangıç olarak kabul edilmeli. Myanmar gibi kapalı toplum özelliği sergileyen ve güven sorunun had safhada olduğu bir toplumsal yapı içerisinde yaşayan farklı dini, etnik yapıların birbirlerini anlama çabasının öncelik taşıması ve inisiyatif alması sürecin sağlıklı bir şekilde işlemesinin de anahtarı olacaktır.

Temel sorun vatandaşlık hakkı
Dünkü İİT Dışişleri bakanları toplantısı sonuç bildirgesinden bazı maddelere yer verdiğim yukarıdaki açıklamaların ötesinde sorunun en başında Myanmar hükümetinin Arakanlı Müslüman toplumu ülkedeki diğer etnik yapılar gibi yasal bir unsur olarak kabul etmemesi yer alıyor. 1982 yılına kadar vatandaşlık hakları olan ve bunun nimetlerinden yararlanan Arakanlıların niçin ve hangi gerekçelerle 1982 yılında kabul edilen anayasanın ilgili maddeleri gereğince artık ülkenin temel etnik yapıları arasında kabul edilmemeleri üzerinde hakkıyla durulmalı. Bu bağlamda, Başbakan Necib bin Rezak açış konuşmasında bu hususa değinmesi bir başlangıç olarak değerlendirilebilir. Özellikle 1946 yılında dönemin Myanmar siyasi lideri ve bugünkü dışişleri bakanı Su Çi’nin babası Aang San’ın bir siyasi vizyon olarak ileri sürdüğü, ülkedeki Arakanlı Müslümanlar dahil tüm etnik yapıları birleştirici bir siyasi yaklaşımına dönülmesi gerektiği düşüncesi, yapısal unsurlar içerisinde ele alacak şekilde daha yüksek sesle dile getirilmeyi bekliyor.

Arakanlılar arasında siyasi birlik mümkün mü?
Yukarıdaki paragrafda dile getirdiğim temel sorundan bağımsız ele alınamayacak bir diğer husus ise, ne Myanmar’da ne de diasporadaki Arakan toplumunun siyasi birlek tesisi veya en azından çoğunluğu temsil kabiliyetinde bir siyasi yapı ortaya koyamamış olmasıdır. Zulme maruz kalan bir toplumsal grubun kendini ifade edecek yapısal bütünlükten yoksun olması dışardan gelecek her türlü yaklaşımlara karşın nihai sonuç alınmasının önündeki belki de en önemli engeli teşkil edecektir. Bu hususun Arakan toplumunu yönelik çalışmaları gerçekleştirme konusunda bir çaba içerisinde olduğu gözlemlenen ülke ve sivil toplum kurumlarının dikkate alması gerekmektedir.

Myanmar’da ülke nüfusunun yüzde altmışını oluşturan ve aynı zamanda ülke yönetimi elinde tutan Burma etnik çoğunluğunun ülkenin dört bir yanındaki etnik yapılarla çatışması yeni bir olgu değil. Bu çerçevede ülkenin batısında Arakan Eyaleti’ndeki Arakanlı Müslümanlara yönelik dışlama ile etnik temizlik arasında değişik düzeylerdeki şiddet ve zulüm de 2012 yılında başlamış değil. Arakanlı Müslümanların etnik temizlik düzeyine çıkan karşı karşıya kaldıkları zulüm ve baskı ortamının sona erdirilmesi, Myanmar’ın tek başına rol alamayacağı denli komplike bir durumdur. Bununla birlikte, bölgesel ve küresel ülkelerin, organizasyonların konuyu ele alırken tarihi, etnik, dini ve ekonomik boyutları ile bütüncül bir perspektiften konuya yaklaşmaları zorunluluk taşıyor.


18 Ocak 2017 Çarşamba

Japonya-Endonezya ilişkilerinde yeni dönem / A New Era in the Relations Between Japan and Indonesia

Cihan Kurtaran                                                                                                                     18.01.2017

Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin Asya-Pasifik bölgesinde Filipinler, Avustralya ve Vietnam’ı kapsayan ziyaretlerinde Endonezya da yer aldı. Japonya başbakanının Endonezya’ya yaptığı bu ziyaret diğer ülkelerle ilişkilerden farklılıklarıyla üzerinde durulmayı hak ediyor. En başta ifade edilmesi gereken husus, hiç kuşku ku yok ki, bu ziyaretin Japonya ve Endonezya hükümetleri için 2017 yılına iyi bir başlangıç anlamı taşımasıdır. Bununla birlikte, Başbakan Abe’nin Cakarta ziyaretini salt iki ülke ilişkilerini geliştirmeye matuf bir hedefle sınırlandırmak mümkün değil. Bu ziyaret her iki ülkeyi de içine alacak şekilde geniş bir bölgesel yapılanmanın adımları olarak da değerlendirilmelidir.

Bu bağlamda Japonya açısından bu ziyaret Doğu Çin Denizi’nden başlayıp, Arab Denizi’ne kadar ulaşan devasa su yolları üzerinde ticari serbestiyet, enerji kaynaklarına erişim ve güvenlik ağı oluşturma gibi üst bir politika çalışmasına işaret ediyor. Bu çerçevede, söz konusu bu ziyaret şu alt başlıkları içerdiğini söylemek mümkün: a) Asya-Pasifik’in iki yakasını birbirine bağlamakla kalmayacak, küresel ticaretin yüzde 40’ına tekabül eden bir hacme ulaşacağı varsayılan Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) inkitâya uğraması karşısında Japonya’nın bölge ülkeleriyle alternatif açılımlar geliştirmesi; b) ASEAN gibi on ülkenin üye olduğu ve dünya genelinde yaşanan ekonomik daralmaya karşın büyümede görece istikrarlı bir seyir takip eden ülkelerle işbirliğini daha da ilerletilmesi; c) bu süreçte, ASEAN genel sekreterliğinin başkent Cakarta’da bulunması ve birliğin en büyük ekonomisinin Endonezya olmasının getirdiği avantajların kullanılması; d) Çin’in ekonomik ve teritoryal yayılmacılığının ardından gelmesi muhtemel siyasi nüfuz geliştirme çabalarının önüne geçilmesi.

Endonezya yönetimi için ise, Japonya’nın teknolojik gelişmişliği ve kalkınmışlığı cazibe merkezidir. Bu çerçevede, Endonezya devlet başkanı Joko Widodo’nun (Jokowi) 2014 yılında göreve başlamasının ardından yeni bir döneme giren iki ülke ilişkilerinde ‘deniz’ faktörünün başat bir rol oynayabileceğini söylemek gerekiyor. Başkan Jokowi’nin Pasifik ve Hint Okyanusunu çevreleyen adalar ülkesinin denizci rolünü öne çıkaran politikalara yönelmesi, aynı özellikleri taşıyan Japonya ile yakınlaşma girişimlerinin yapısal gerçekliğini oluşturuyor. Bu nedenle, Pasifik ve Hint Okyanusları’na komşu Endonezya’yı aynı özellikleri taşıyan Japonya’ya yakınlaştıran da bu hususiyettir. Jokowi’nin Başkanlığı devralmasından sonra Güneydoğu Asya toprakları dışına ilk ziyaretini 2015 yılında Japonya’ya yapmasının da bu anlamda tesadüf  olmadığı ortada. Bu ziyaret çerçevesinde ‘Endonezya-Japonya Denizcilik Forumu” oluşturulması kararına varılmıştı. İşte geçen hafta sonunda Abe’nin Cakarta ziyareti bu sürecin devamlılığının sağlanması konusunda atılan önemli bir adımdı.

Başkan Jokowi’nin Japonya ile ilişkileri geliştirmesi aralarında ordunun bulunduğu ülkedeki çeşitli kurumlar tarafından da olumlu değerlendirilecektir. Özellikle son dönemde ağızdan ağıza dolaşan ‘Çin’in çeşitli vasıtalarla ülkede siyasi egemenlik kurma çabası içinde olduğu’ yönündeki şayiası karşısında Japonya ile ilişkiler Endonezya-Çin ilişkilerinde bir denge unsuru kabul edilecektir.

Bir önceki devlet başkanı Susilo Bambang Yudhoyono döneminde başlayan ve son on yıldır ortalama %5’lik kalkınma hızını yakalayan Endonezya’nın bu büyüme hızında yapısal bir istikrardan değil, aksine küresel pazarın taleplerine matuf petrol ve doğal gaz talebi ile tarımsal ürün ihracatı ile giderek artış gösteren orta sınıf yapılaşmasının neden olduğu iç piyasadaki tüketim artışından bahsetmek mümkün. Bu nedenle sürdürülebilir bir imalât sanayiinin alt yapısını oluşturan güçlü kurumsal yapılara sahip küçük ve orta işletmelerden yoksun olan, enerji başta olmak üzere önemli alt yapı açığı bulunan, devasa deniz kıta sahanlığına rağmen, deniz altı ve üstü zenginlikleri üretime dönüştürmede önemli zaafiyetleri bulunan bir Endonezya ile karşı karşıyayız.

Yukarıda zikredilen ülke ekonomisindeki söz konusu bu büyümeye rağmen, ülkenin geniş toplum kesimlerinin de içinde yer alacağı istikrarlı bir ekonomik kalkınma yapılaşmasının olmaması nedeniyle Başkan Jokowi ve ekibi önümüzdeki süreçte istikrarlı kalkınma hedeflerinin gerçekleştirilmesine dönük politikaları ısrarla gündemde tutmaya devam ediyor. Bu bağlamda, söz konusu bu yapısal zaafiyetleri iyi gözlemleyen Başkan Jokowi, bir yandan yasal düzenlemeleri hayata geçirmeye çalışırken, aynı zamanda denizcilik sektörünü her vechesiyle ulusal kalkınma hamlesinin motoru yapma uğraşı içerisinde.

Her iki ülkeyi denizcilik bağlamında birbirine yakınlaştıran bir diğer önemli alan ise güvenlik konusu oluşturuyor. Bu çerçevede, neredeyde her gün rutin bir şekilde dünya medyasının gündeminde yer alan Güney Çin Denizi’nin yanı sıra, Malaka Boğazı ve Hint Okyanusu gibi önemli su yollarını şu veya bu şekilde her iki ülkenin yani Japonya ile Endonezya’nın ortak kullanımına konu olmasıdır. Tarihin değişik dönemlerinde de küresel güç ve siyasetin odağında yer alan yukarıda zikredilen su yolları belki de bugün hiç olmadığı kadar gündemde yer işgal ediyor. Çin’in 3.5 milyon km2 genişlikteki Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’lık bölümünde hakimiyet iddiası ve bunu pratiğe geçirme konusunda suni adalar üzerinde sivil ve askeri amaçlara matuf alt yapı çalışmaları, bu denize komşu ASEAN’a üye Filipinler, Vietnam, Malezya ve Bruney ile yaşanan krizle birlikte anılıyor.

Japonya için Güney Çin Denizi hem küresel ticaret, hem de Ortadoğu enerji kaynaklarına erişimindeki vazgeçilmez rolü nedeniyle jeo-stratejik önem taşıyor. Endonezya da benzer bir durumla karşı karşıya. İki ülkeyi deniz güvenliğinde buluşturacak bir diğer alan ise terör, korsancılık ve kaçak avlanma faaliyetlerine konu olan Sulu Denizi ve Malaka Boğazı başta olmak üzere Endonezya’yı çevreleyen sularda sahil güvenlik tedbirlerinin ve bu çerçevede teknolojik donanımın geliştirilmesi ve uygulamaya konulması konusunda olacaktır. Endonezya’nın sahil güvenlik konusunda yeniden yapılanmaya gittiği ve bu bağlamda ülke kara sularında kaçak avlanma yapan yabancı balıkçı teknelerinin ele geçirilerek deniz kuvvetleri marifetiyle imha edilmesi önemli bir örneği oluşturuyor.

Çin yönetimi bu devasa denizdeki hak iddiasından ötürü yukarıda zikredilen ülkelerle doğrudan bir anlaşmazlık yaşarken, aynı birliğe üye Endonezya ile kıta sahanlığını genişletme kararı nedeniyle yaşamaya aday gözüküyor. Bu bağlamda, Çin yönetiminin, Güney Çin Denizi hakimiyet iddiasının maddi karşılığının bu denizin güney bölümündeki Endonezya kara suları içinde yer alan Natuna Adaları’na kadar ulaşması Çin-Endonezya ilişkilerini potansiyel bir sorunla karşı karşıya bırakabilir. Kaldı ki, Başkan Jokowi, bu tehditi görmüş olmalı ki, geçen yıl bu Adalar’a yaptığı ziyaretlerle Adalar bölgesinin güvenlik boyutunu ortaya koyacak şekilde füze ve radar sistemlerinin geliştirilmesi emrini verirken, balıkçılık ve turizm sektörlerinin geliştirilmesi gerektiğine işaret ederek işin ekonomik boyutunu da göz ardı etmediğini göstermiş oldu.

Bu hususlar, iki ülke ilişkilerinin karşılıklı çıkarlarının denizcilik sektöründe buluştuğunu ortaya koyuyor. Bununla birlikte, iki ülkenin farklı düzeylerde karşılıklı çıkarlarını tatmin etmede süreç yönetiminin de önemli bir rolü olduğunu söylemek gerekiyor. Bu bağlamda, Endonezya’nın ‘zaafiyetlerinin’ iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi sürecine işlerlik kazandırılıp kazandırılamayacağında kilit bir rol oynayacaktır. Bu bağlamda, Endonezya bugün araştırma-geliştirme kurumları, yasal düzenlemeleri, yolsuzluklarla malûl olduğu kadar hantallığıyla da ün yapan bürokrasisi ile Japonya gibi teknoloji devi bir ülkeyle ilişkileri nasıl geliştirebilecek sorunu önem taşıyor. Maddi hususiyetlerin dışında, ‘çalışkanlık’, ‘zaman ve enerjinin optimum kullanımı’, ‘süreklilik’ gibi iş ve yönetim süreçlerinin vazgeçilmez hususiyetleri bürokrasi başta olmak üzere Endonezya iş kesimlerinin üzerinde hassasiyetle durması gereken alanlar olarak dikkat çekiyor. Bu da hiç kuşku yok ki, Başkan Jokowi’nin üstesinden gelmesi gereken bir sorun olarak halen ortada durmaktadır.


17 Ocak 2017 Salı

Asya-Pasifik’te Yağmur Ormanları Kıyımı / Degradation of Rainforests in the Asia-Pacific

Mehmet Özay                                                                                                                         19.01.2017

Dünyanın yeni bir döneme girdiği yönündeki tartışmalar bugünlerde akademi ve basın dünyasında önemli bir yer işgal ediyor. Siyaset kurumunun ise bundan azade olduğu düşünülemez. Söz konusu bu değişimin hemen bir anda ortaya çıktığını söylemek ise mümkün değil. Bununla birlikte, söz konusu değişimin giderek yüksek sesle dile getirilmesinde ABD başkanlığını birkaç gün sonra devralacak olan Donald Trump’ın söylemlerinin önemli bir katkısı olduğuna kuşku yok.

Trump ve değişimin ayak sesleri
Trump’ın, ticari ve ekonomik anlamda Amerika’yı ve Amerikan halkını öncelleyecek politikalara yöneleceği ve bu anlamda içe kapanmaya evrilebilecek bir sürece doğru gidildiğini ifade eden yaklaşımlarını salt ABD bağlamında değerlendirmek mümkün değil. ABD’deki yeni yönetimin dış politika, uluslararası ticaret, güvenlik gibi çeşitli alanlarda uluslararası işbirliklerini yeniden gözden geçirmesine yol açacak bu kapsamlı değişim paketinin küresel yansımaları olacağı tahmin etmek güç değil. Zaten seçimin hemen akabinde dünyanın çeşitli bölgeleri kadar Asya-Pasifik bölgesinde de borsa ve kur işlemlerinden başlayan tepkinin ardından, ekonomi ve ticaret dünyasının ABD ile ikili ve bölgesel ilişkilerde nasıl bir yön belirleneceği konusundaki endişeli bekleyiş bunun kanıtı.

ABD’nin iklim değişikliği politikası
Yukarıda ifade edilen bu alanlara ilâve olarak Trump’ın söylemleri arasında, ABD’nin taraf olduğu küresel iklim değişikliğiyle ilgili Obama yönetimi politikası hilafına addedilebilecek bir görüşü bulunuyor. 12 Aralık 2015 tarihinde imzalanan Paris Sözleşmesi’ne taraf olan ABD’nin yeni dönemde iklim değişikliğinin önünü almaya matuf tedbirleri uygulamayacak olmasının küresel etkileri beklenebilir. Bu noktada, dikkat çekilmesi gereken husus, ABD yönetiminin ülke çapında zehirli gaz üretimine konu olan çeşitli endüstri sektörlerine yönelik kısıtlamaları değil, belki de daha çok küresel faaliyetleriyle dikkat çeken kuruluşlarını kapsayan yaptırımların esnekleştirilmesi veya kaldırılması hususu olacaktır.

Bununla birlikte, endüstrileşmiş ülkelerin birincil aktör olarak yer aldığı üretim süreçlerinin atmosfere karbon gazı salınımının neden olduğu iklim değişikliğinin daha da vahim sonuçlara ulaşmadan belli bir sınırda tutulması için alınacak tedbirlere işaret eden Paris Sözleşmesi’ne uyum ve sözleşme şartlarının yerine getirilmesi diğer ülkeler kadar belki de en çok ABD için önem arz ediyor. Hem endüstrileşmenin motoru oluşu, hem de dünyaya liderlik profili çizdiği iddiasındaki ABD’nin bu alandaki rolü kuşkusuz ki diğer ülkeler için bir model olmaya aday.

Öyle ki, bu süreçte, atmosferdeki gaz dağılımındaki değişiklikler nedeniyle adına iklim değişikliği denilen ve sadece belli bir ülke veya bölgeyi değil, artık giderek dünyanın her yerinde etkisini hissettiren değişim kaçınılmaz olarak küresel aktörlerin gündeminde baş yer işgal etmeye devam edecek. Kabaca ifade etmek gerekirse, 19. yüzyıl ortalarından itibaren endüstrileşmenin ‘küreselleşmesi’ne paralel olarak, önceleri sadece yerel düzeyde etkisini gösteren doğanın kirletilmesiyle sınırlı olan sürecin, özellikle 20. yüzyıl ortalarına gelindiğinde  küresel bir sorun olarak nükseden iklim değişikliğine doğru evrilmesi artık dünyanın belli başlı konuları arasında yer almasına yol açtı.

Güneydoğu Asya’nın yağmur ormanları ve küresel politikalar
Bununla birlikte, sorunun teorik boyutu bir yana, küresel iklim değişikliğinin son dönemdeki tetikleyicilerinden biri ve bu anlamda alınan tedbirlerin hiçe sayıldığının göstergesi olarak Güneydoğu Asya’da tanık olunan ve sadece bütün bir bölgeyi değil, dünyayı da yakından ilgilendiren yağmur ormanları kıyımlarına ve bu bağlamda çeşitli yönleriyle orman yangınlarına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu anlamda, ABD yönetimi ekonomik, siyasi ve askeri bağlamlarıyla yüzyıla damgasını vuracak şekilde yeni bir vizyon belirleme ihtiyacıyla 21. yüzyıl “Asya Yüzyılı” projesini gündeme getirirken, Asya’nın diğer bölgelerinden ziyade nasıl ki Asya-Pasifik bölgesi öne çıkıyorsa, iklim değişikliğinin giderek daha vahim sonuçlara yol açması veya alınacak tedbirler hususunda da bu bölgenin kayda değer bir rol oynayabileceği görülüyor. Temelde Batılı ülkelerin endüstrileşme projelerine matuf gelişmelerle birlikte anılan ve dünyanın dört bir yanındaki doğal kaynakların sınırsız ve sorumsuz kullanımına işaret eden süreçte sıra öyle gözüküyor ki, Asya-Pasifik bölgesine gelmiş durumda.

Endonezya karbon üretiminde ABD’yi geçti
Çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz üzere 1980’lerden itibaren Asyavarî kapitalizmin küresel ekonomi pazarında edindiği ve bazı ülkelerce gıpta ile izlenen kalkınmacı politikaların yansıması bugün bölgenin iklim değişikliğinde oynamakta olduğu rolle bir başka vecheden ele alınmayı hak ediyor. Endüstrileşmiş ülkeler olmaları hasebiyle Japonya ve Çin gibi bölgenin iki önemli devletinin iklim değişikliğinde alınacak tedbirlerin hayata geçirilmesindeki rolleri tartışılmaz. Bununla birlikte, endüstrileşmenin izine pek de rastlanmayan, haddı zatında tarım toplumu özellikleriyle dikkat çeken Endonezya’nın karbon üretimindeki rolüne dikkat çekmek gerekir. Bu ülkenin özellikle karbon üretiminde geçen yılki performansıyla küresel endüstri devi ABD’nin önüne geçmesi dikkat çekiciydi.

Endonezya’da karbon gazı üretiminde böylesine büyük bir artışı gündeme getiren ise, bir çelişki gibi dursa da, tam da tarım toplumu olma özelliğidir. Palmiye yağının küresel pazarlarda çeşitli endüstrilerdeki talep artışına paralel olarak, ülkenin iki büyük adası olan Sumatra ve Kalimantan’daki yağmur ormanlarının palmiye plântasyonlarına dönüştürülmesi amacıyla yakılarak yok edilmesi sorunun temelini oluşturuyor.

Kalkınmaya feda edilen yağmur ormanları
Endonezya’nın topraklarında küresel iklim değişikliğini doğrudan etkilemeye yönelik icraatlara, sahip olduğu jeo-stratejik konumunun doğurduğu avantajlarla gelişmiş/endüstrileşmiş ülkelerin yatırımlarıyla endüstrileşmenin izlerine tanık olunan Malezya’yı da eklemek mümkün. Öyle ki, ülkeyi ziyaret edenlerin dikkatli bir bakışla ilk karşılaşacakları görüntü Malay Yarımadası’nın Malaka Boğazı’na paralel uzanan kuzey-güney doğrultusundaki geniş ormanlık alanların palmiye plântasyonlarına dönüştürülmüş olmasıdır. Ayrca, Endonezya ile paylaşılan ve dünyanın üçüncü büyük adası Borneo’nun kuzeyinde Sabah ve özellikle de Saravak Eyalet’indeki yağmur ormanları üzerinde geliştirilen ‘inisiyatiflerin’ Endonezya’daki benzeri çabaların bir devamı olarak da okumak mümkün. Bir yanda Malezya tarafında Sabah, Saravak ve Bruney’i birbirine bağlayan ‘Borneo Otoban’ını inşaatı, öte yanda Endonezya’da dünyanın altıncı büyük adası Sumatra’yı baştan başa geçecek ‘Sumatra Otoban’ı ulusal hükümetlerce bölge halklarına refah ve mutluluk getirmenin araçları olarak öne çıkartılırken, temelde ulusaşırı şirketlerin bölgedeki faaliyetlerinin alt yapısını oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Asya-Pasifik bölgesindeki konumları kadar, ASEAN gibi kayda değer bir bölgesel birliğin kurucuları olan bu iki ülkenin küresel iklim değişikliğinin önünü almada ne türden bir rol icra edecekleri ve bu yönde atılması beklenen adımlara ne türden katkı yapacaklarını şimdiden kestirmek güç. Bununla birlikte, sahip olduğu geniş toprakları ve denizci bir ülke oluşu, geniş nüfus yapısı içerisinde kahir ekseriyetini Müslümanların oluşturması, dünyanın dördüncü büyük ‘demokrasisi’ gibi kimilerinin iftiharla öne sürdüğü özellikleriyle zaman zaman gündeme gelen Endonezya ile, çok-kültürlü çok-dinli bir toplum olması, kalkınmacı politikalarıyla benzeri ülkelere modelliğine dikkat çekilen ve 2020 yılında kalkınmış ülke hedefine ulaşmayı arzulayan Malezya’nın küresel iklim değişikliği karşısındaki duruşları üzerinde durulmayı hak ediyor.

Tüketimci toplum yağmur ormanlarını istiyor
Bugüne kadar çeşitli plâtformlarda iklim değişikliği konusunda alınan ve uygulamada karşılığı bulması beklenen tedbirlere rağmen, yukarıda ifade edildiği üzere başta Endonezya ve ardından Malezya’nın yağmur ormanları üzerindeki ekonomi içerikli tasarruflarında tek başlarına hareket ettiklerini söylemek mümkün değil. Tıpkı 20. yüzyıl ikinci yarısında Latin Amerika’nın dev ülkesi Brezilya’nın yağmur ormanlarının Batılı endüstrileşmiş ülkelerin tüketim toplumlarının tarım başta olmak üzere çeşitli endüstrilerinin ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla yağmalanmasına benzer bir süreç neredeyse son yirmi yıldır tedrici bir artışla bölgedeki bu iki ülkede yaşanıyor.

Konunun uluslararası kamuoyuna taşınmasında ise bölgede kurak iklim özelliğinin yaşandığı Ağustos-Ekim aylarında meydana gelen yangınların oluşturduğu duman bulutları rol oynuyor. Oysa ki, konu bugünün bir eseri değil. Aksine, 1990’ların sonlarından itibaren Sumatra ve Kalimantan Adaları’nda devasa yağmur ormanları yerine palmiye plântasyonları oluşturmak amacıyla yakılarak yok edilmesine konu olan bir süreçle karşı karşıyayız. Öyle ki, oluşan yoğun duman bulutları Endonezya’nın yanı sıra, komşu ülkeler Singapur, Malezya, Bruney üzerinden zaman zaman Hong Kong’a kadar olan bölgeyi içine alacak ve bölgesel siyasi krize yol açacak boyutlara ulaşıyor. Yoğun duman bulutlarından etkilenen bölge devlet ve kamuoylarının sağlık, ulaşım, eğitim vb. gibi son derece gündelik alanlarına kadar nüfuz eden etkileri kadar, atmosfere salınan zehirli gazların neden olduğu iklim değişikliğinin küresel kamuoyunu etkileyen bir boyutu olduğunu da hatırlamak gerekir.

Yağmur ormanlarının yakılmasının neden olduğu hasara dair bir fikir vermesi amacıyla Endonezya’da 2000 ilâ 2012 yılları arasında toplam 6 milyon hektar ‘birincil’ ormanlık alanın yok edildiğini ve bunun dünya sıralamasında bu ülkeyi Brezilya’nın önüne taşıdığını söylemek kafidir. Yukarıda değinildiği şekilde, Endonezya’nın geçen yıl Amerika’nın karbon emisyonu üretiminin önüne geçtiği yönündeki gelişme ise, her yıl bu ülke ormanlarının  giderek daha çok yok edildiğini ortaya koyuyor. Öte yandan, 2015 yılına dair yapılan bir araştırmada ise Güneydoğu Asya’daki orman yangınlarının bölgedeki üç ülkede yüz bin kişinin hayatına mal olduğu yönündeki açıklama ise pek üzerinde durulmadan geçiştirilmesi de manidardı.

Son birkaç yıldır gündede giderek daha çok yer işgal ettiği gözlenen Endonezya’daki yağmur ormanlarının yakılmasının ardında sadece bu ülkede faaliyet gösteren sektörün önde gelen ulusal şirketleri bulunmuyor. Aksine, aralarında söz konusu bu şirketlere mali ve teknoloji desteği sağlayan Batılı ülkelerden uluslararası ortakları da bulunuyor. Dünyanın en çok palmiye yağı üretici ülkelerinden biri olan Endonezya’da yaşanan bu doğa katliamının küresel iklim değişikliğinin önüne geçilmesi için önemli inisiyatiflerin geliştirildiği bir dönemde giderek daha da ön plâna çıkması ortada kayda değer bir çelişki olduğuna işaret ediyor.

Tekil ülkelerin kendi ulusal yasalarında sadece endüstri şirketlerinin değil, aralarında banka ve finans kuruluşlarının da olduğu çeşitli sektörlerin doğayı korumaya matuf kurallar silsilesine taraf olmaları; ve konunun küresel bir tehdit içermesi nedeniyle Paris Sözleşmesi gibi oldukça bağlayıcı anlaşmalara imza atılmasına rağmen, Güneydoğu Asya’nın zengin yağmur ormanlarında ortaya çıkan dejenerasyonun hesabı sorulamıyor.


5 Ocak 2017 Perşembe

Asya-Pasifik’de 2016 yılı dinamikleri / Dynamics in Asia-Pasific Region in 2016

Cihan Kurtaran                                                                                                                      05.01.2017

Asya Pasifik bölgesi 2016 yılında dünyanın gözünün üzerinde olduğu bölgelerden biri  oldu. Yılın ilk gününden son gününe kadar oldukça dinamik ilişkilerin ve gelişmelerin gözlendiği bölgede öne çıkan başlıkları şu şekilde sıralamak mümkün.

Bölgenin adını verdiği dev ticaret anlaşmasının imzalanması; bölgenin on ülkesinin birliğinden oluşan ASEAN’ın ekonomi birliğini hayata geçirmesi; Güney  Çin Denizi anlaşmazlığında uluslararası tahkim mahkemesinin kararına rağmen Çin’in bölge üzerindeki nüfuzunda ısrarcı oluşu; Myanmar, Tayvan ve Filipinler’deki genel seçimler sonrasında biraz da süpriz sayılabilecek başkanların ve partilerin siyasi gücü eline geçirmesi; Arakanlı Müslümanların sorununun sadece Myanmar’ın Arakan Eyaleti ile sınırlı olmadığının bir kez daha ortaya çıktığı; çok etnikli ve çok dinli yapıya sahip Endonezya’da başkent Cakarta valisine yönelik sivil başkaldırı; Malezya’da ‘1 Malezya Kalkınma Fonu’ndaki (1MDB) usulsüzlüklerin uluslararası soruşturmalarla derinleşirken ülke iç siyasetinde ciddi yansımalara yol açması; tsunaminin 12. yılında Açe’de ölümcül ve ciddi maddi kayba neden olan depremin ortaya çıkış; Hong Kong’da meclis seçimlerinde bağımsızlık yanlısı milletvekillerinin çıkışının yol açtığı kaos; ABD Başkanlık seçimlerinin sonuçlanmasıyla ilgililerin yaptığı ve ABD-Çin ilişkileri başta olmak üzere ve ABD ile bölgedeki müttefikleri arasında belirsizliğe kapı aralayan tezat içeren açıklamalar; bölgenin kalkınmışlığı ve istikrarı ile dikkat çektiği bilinen Güney Kore’de devlet başkanı Park’ın da içinde bulunduğu ‘siyasal/etik’ skandal; ABD ve Japonya arasında 75 yıllık acıyı dindirmeye matuf ‘duygu’ yüklü ‘anıt’ ziyaretleri ilk anda zikredilebilecek hususlar olarak dikkat çekiyor.

Elbette bu hususlar ve benzerlerinin arka plânlarıyla, yakın ve orta vadedeki yansımaları bağlamında kapsamlı analizlere konu olacak öneme sahip olduğuna kuşku yok. Ancak burada dikkat çeken husus, ülke bazında veya görece dar/sınırlı bölgesel ilişkiler olarak görülebilecek bu gelişmelerin, sanıldığından çok daha geniş ve hatta zaman zaman küresel boyuta evrilen bir önem arz ettiğidir. Bu noktada yukarıda dile getirilen gelişmelerden bazılarını öne çıkarmakta fayda var.

Bu anlamda 5.3 trilyon dolarlık küresel ticarete konu olan devasa bir ekonomik etkileşime konu olan Güney Çin Denizi güzel bir örnek teşkil ediyor. Dünyanın önemli deniz ticaret yollarından biri olması, deniz altı potansiyel zenginliği ve 3.5 milyon kilometre kare genişliğindeki bu devasa deniz bu nedenle sadece Pasifik’in Asya kıyılarında, Çin ve ASEAN  ülkelerinin ilgi alanında bulunmuyor. Jeo-ekonomisi, geliştirilmeye matuf kaynaklarıyla küresel güçler için jeo-stratejik bir öneme sahip. Bunda, Obamalı yıllarda ABD yönetimince Asya Yüzyılı Projesi’nin öne çıkartılmasına dikkat çekmek gerekir. Bu politika, 20. yüzyılın son çeyreğinde Afganistan-Irak düzleminde geniş Ortadoğu’ya sıkışan ABD’nin yeni bir arayışı kadar, kapitalist üretim mekanizması ile Asyalılık denilen değerlerle ortaya koyduğu kalkınmacı politikalarla dünya pazarının üreticisi olmakla kalmayan, buna ilâve olarak tüketimci eğilimleriyle büyük bir Pazar haline gelen Pasifik bölgesi ülkelerinin kalkınmacı süreçlerinin de etkisi var.

Çin’in, Güney Çin Denizi’nin yüzde 90’ında egemenlik iddiasının Tayvan’ın yanı sıra, ASEAN’a üye Bruney, Malezya, Vietnam ve Filipinler ile aktif, Endonezya’yla ise ‘şimdilik’  dolaylı teritoryal haklar meselesindeki anlaşmazlığının çözüme kavuşturulması konusunda bir gelişmeden bahsetmek mümkün değil. Öyle ki, Filipinler devletinin 2013 yılında Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne açtığı davanın 12 Temmuz’da Çin aleyhine sonuçlanması bile Çin’ yönetimini geri adım atmaya sevk etmedi. Üstüne üstlük, Filipinler’de yaşanan başkan ve iktidar değişikliği sonrasında Filipinler devleti söz konusu tahkim mahkemesinin kararını sapihlenmemesi ve kararın uygulamaya geçirilmesinde ısrarcı olmadığı gibi, aksine geri çekilerek Çin’e alan açan bir siyaset ve pratik ortaya koydu.

Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte’nin ulusal bir politika olarak ülkedeki uyuşturucu sorunuyla mücadelesine yönelik eleştiriler nedeniyle ABD ile başlayan söz düellosu, bir anda ABD ile kopuşa evrilmekte olduğu izlenimi yarattı. Duterte, ABD’nin ne ekonomik yardımını ne de askeri desteğine ihtiyacı olduğunu dobra dorba söylerken, kullandığı dil ile uluslararası ilişkilere yeni ‘jargonlar’ getirdi. Duterte’nin her ne kadar birbirini yadsıyan tezat içerikli açıklamalarına ilgili bakanlar ve danışmanlar açıklama getirme gayreti içerisinde olsa da, bunlar Duterte’nin şu ana kadar ABD ile ilişkileri iyileştirme konusunda bir kılavuz olabilmiş değil. Üstüne üstlük Duterte ABD’yi ‘Filipinler sathında’ dışarda bırakma sürecine karşılık olarak “Çin’le ve Rusya ile yakınlaşacağı” yönündeki açıklaması ise, ‘düne kadar yerel siyasette kalmış’ ve başkanlık yarışında süpriz bir şekilde ulusal siyasette baş aktör konumuna gelmiş bir siyasetçinin küresel ilişkilerde şu veya bu şekilde, yön tayin edici olabileceğine örnek teşkil ediyor.

Duterte’nin başkanlık koltuğuna oturduğu 30 Haziran’dan itibaren ortaya koyduğu söylem ve icraatlar, Filipinler’de devlet politikasında aks değişimine gönderme yapıyor. Aradan geçen süre zarfında Duterte’nin halk nezdinde popülaritesinden bir şey kaybetmemiş olması, birkaç bireysel çıkış dışında muhalefetin varlığını da etkisiz kılıyor. Duterte’nin Güney Çin Denizi politikalarında Çin’i daha da ön plâna getiremeye olanak tanıyan çıkışlarını ne kadar bilinçli yapıp yapmadığı açıkçası belirsiz.

Yukarıdaki gelişmeyle yakından ilgili olduğuna kuşku olmayan bir diğer gelişme ise, Pasifik’e kıyısı olan 12 ülkenin taraf olduğu Trans Pasifik İşbirliği Anlaşması’nın (TPPA) 4 Ocak’ta Yeni Zelanda’da imzalanması oldu. Beş yıl gibi görece kısa ancak uzun tartışmalar sonunda karara varıldığı açıklanan ve imzanın ardından ilgili ülke parlamentolarından onay bekleyen anlaşma, birliğin oluşumunda büyük rolü olan ABD’de Obama yönetiminin senatodan onay alamamış olmasıyla inkita dönemine girildi. Anglo-Sakson dünyasına üye ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda’nın yanı sıra, sömürgecilik geçmişleri ve siyasi bağlamları dikkate alındığında bu dünyaya yabancı olmayan Singapur, Bruney Malezya ile  2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki konumundaki Japonya’nın ve Latin Amerika dünyasından Meksika, Peru ve Şili’nin yer aldığı birlik dünya ticaret hacminin yüzde 40’ını kapsayabilecek bir özelliğe sahip.

Son birkaç aydaki gelişmeler dikkate alındığında, bu anlaşmanın kaderinin büyük ölçüde ABD’de iktidarı ele alacak olan Trump yönetimine bağlı olduğuna kuşku yok. Trump’in ilk açıklamaları TPPA’nın hayata geçirelemeyeceği yönünde güçlü bir fikir verse de, ABD yönetiminin ne yönde karar vereceği yeni yılık ilk birkaç ayında netlik kazanacak. Bununla birlikte, ABD seçimlerinde kazananın belli olmasından hemen sonra Japonya başbakanı Şinzo Abe’nin Trump’la uzun bir görüşme yapması, anlaşmaya taraf olan ülkelerden Singapur ve Malezya’nın agresif bir şekilde anlaşmanın hayata geçirilmesi konusunda Japonya ile aynı kulvarda yer alması yukarıdaki dile getirildiği üzere, serbest piyasa ilkeleriyle şekillenmiş kalkınmacı politikaları ile öne çıkan Pasifik bölgesi ülkelerinin TPPA ile olmasa da, bunun yerine ikame ettirilebilecek alternatifler üzerinde kafa yormalarına neden oluyor.  

Açıkçası burada ilginç bir jeo-stratejik ve ekonomik çatışmalar zincirinin söz konusu olduğunu söylemek mümkün. TPPA görüşmeleri sırasında ve anlaşmanın imzalanmasından sonra başta Tayland ve Endonezya yönetimleri bu ‘ticari’ birlik içinde yer alma noktasında görüş beyanlarında bulunurken, kimi çevreler Çin’in de birlik içinde yer alması konusunda ‘Neden olmasın?’ yaklaşımını ortaya koyuyorlardı. Aralarında Hindistan’ı da dahil edecek şekilde genişletilmiş bir coğrafyayı dikkate alındığında, bölge ülkelerinin bağımsızlık öncesi yıllarına dönüp bakıldığında Pasifik bölgesinde ticari yapılaşmaya yön veren İngiltere’ydi. 2. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere yerini ABD’ye bırakırken, bugün Trumplı ABD yönetiminin kararına bağlı olarak bölgenin ticari ve ekonomi yapılanmasının yeni bir dönümle karşı karşıya kaldığı görülüyor. Çin yönetiminin hem Güney Çin Denizi, hem TPPA konularındaki gelişmelerden memnuniyet duymadığı söylenemez. Ancak bölge ülkelerine ‘tehdivari’ yaklaşımlarını devam ettirmesi, en azından böylesi bir izlenim vermesi, Çin’i ilgili ülkeler nezdinde mesafeli olunması gereken bir ‘güç’ kılıyor.

Bir yanda dünya ticaretine de yön verebilecek TPPA veya benzeri bir ticari birlik, öte yandan Güney Çin Denizi gibi devasa bir denizde jeo-stratejik ataklar arasında bölge ülkeleri tarafından orta bir yol bulunup bulunamayacağı önümüzdeki yılın en ilginç süreçlerinden biriyle karşı karşıya kalacağımızı gösteriyor.