Mehmet Özay 21 Aralık 2014
Tsunaminin 10. yılı... Yazının hemen başında, 26 Aralık 2004 tarihinde
Açe’de hayatını kaybeden binlerce insanı Rahmetle anmak istiyorum. Bu kitle
içerisinde sıradan halktan siyasetçisine, Açe Özgürlük Hareketi’nin hapisteki
önemli isimlerinden üniversite profesörlerine kadar pek çok kişi hayatını kaybetti.
Tsunaminin onuncu yılı vesilesiyle adına anma toplantısı düzenleyeceğimiz
merhum Dr. M. İsa Süleyman’ı ayrıca Rahmetle anıyorum. Onun, Açe konulu
çalışmalarının unutulmak bir yana, Açe’nin geleceğinde önemli referans
noktaları oluşturacağına olan inancımı yinelemek istiyorum. Bu vesileyle
yapacağımız toplantıda Dr. Saiful Mahdi onun akademisyenliğini; Juanda Jamal
ile aktivist yönünü ele alırken, eşi Halimatun
Sakdiah ise bir eş ve baba olarak İsa Süleyman'ı gündeme
getirecek.
Evet şimdi gelelim bizim meselemize...
Doğal afetin getirdiği tüm yıkımlara rağmen, mevcut durumun Açe’nin
silkinmesine vesile olacağını varsayılıyordu. Bir anlamda, Açe’nin ‘küllerinden
dirilmesine’ vesile olacağı konusunda neredeyse ortak bir inanç söz konusuydu.15
Ağustos 2005 tarihinde Endonezya Cumhuriyeti ile Açe Özgürlük Hareketi arasında
imzalanan Barış Anlaşması bunun sembolik bir ifadesi, en azından Açelilerin
büyük beklentilerine bir ‘giriş kapısı’ niteliğindeydi. Barışla umutlar
yeşermiş, 2006 yılında Valilik seçimlerine konu olan ‘demokratik süreç’,
kendilerini on yıllardır Açe mücadelesine adamış insanların zaferiyle sonuçlanmıştı. Bu zafere, Açe
Parlamento binasında ulusal televizyon kanallarının canlı verdiği ve onlarca
yabancı misyon şefinin katılımıyla gerçekleştirildiğine ve ardından, ‘Taman
Safiatuddin’ meydanında binlerce Açelinin ‘kendi’ liderlerini kucaklamak için
toplandıkları coşkulu güne tanıklık etmiştim. Umutlar için bu ‘giriş’ kafi.
Daha fazlasına gerek yok...
Tsunaminin hemen sonrasında Açe bir bakir toprak parçası gibi dünyaya
açılırken, dünya da ona karşılık vermeye çalışıyordu. Bu karşılığın bir
parçasını oluşturan Türkler de orada yerini alıyordu. Bu yer alışın, ‘insani
yardım’ denilen olgunun kendi halinde gündeme gelişiyle Açe’de bir karşılığı
vardı elbette. Bu noktada, sayısı dört yüzü bulan ulusal ve uluslararası yardım
çevrelerinin birbirinden farkı olmadığını da dürüstçe ifade etmek gerekir.
Avustralyasından, Kanadasına, Japonyasından Maltasına kadar Açe’ye gelen
çalışanı ve gönüllüsü ile yardım olgusunu gündeme getiren tüm oluşumların bir
yeri olsa gerek. Bu nedenledir ki, Açe tecrübesi dünyanın o güne kadar gördüğü
en büyük yardım organizasyonu anlamına geliyordu.
O günlerde basında çıkan haberlere baktığımızda ortak dil şuydu, “Tsunami
Açe’yi vurdu”. Ancak Tsunami’nin sadece Açelileri vurmadığını, aslında yukarıda
kısmen dile getirdiğim ulusal ve uluslararası unsurların Açe’ye akın etmesinin
doğurduğu ve küresel ortamda kendini hissettiren yep yeni bir dönemin başlamasından
görebiliyorduk. Bu, yardım bilincinin teoriden pratiğe aktarımında, adına Açe
denilen toprak parçasının ‘neresi’, Açeliler denilen topluluğun ‘neye’ tekabül
ettiğine kadar pek çok soru üzerinde kafa patlatan bireyler ve kesimler olduğunu
zamanla görecektik. Bu süreçte Açe, Açe toplumu, Açe kültürü ve tarihi, Açe
İslam anlayışı, Açe siyaseti, Endonezya merkezi hükümeti, Endonezyalılar vs.
türünden pek çok husus hem sivil kesimlerde, hem siyasi çevrelerde geniş bir
şekilde ele alınırken, akademya da -özellikle de uluslararası çevrelerden
katılımlarla- üstüne düşen görevi yerine getirmeye çalışacaktı. Tüm bu hususlar, “tsunami çarpmasının”
doğurduğu travmadan çıkışın da bir yoluydu aynı zamanda. Bu “çarpma” ile
pozitif bir sürece girilebileceği gibi, şu veya bu şekilde negatif süreçlere
doğru da gidilebiliyordu. Burada ‘İşte Batılılar bunu yaptı’ diyerek içerden
oryantalist bir çıkış da yapacak değilim. Vakıa o ki, Batılılar bu toprakları,
yani Açe’yi ve Açe’yi çevreleyen tüm kültür ve medeniyet bağlamını anlamak için
-ister adına pür bilgi edinimi veya keşfi deyin, isterseniz sömürgecilik
süreçlerine eklemlenmek için deyin bu noktada fark görmüyorum- çok önceden
başlamışlardı. Temelde bu sorunu görmek ve sorunun çözümüne katkı sağlamak için
akademi dünyasının içinde olmaya da gerek yok. Bildiğim bir şey varsa, ortada
bir sorun var ise, bunu herkes kendi bulunduğu cepheden ele almakla yükümlü
olduğudur.
Bu noktada, birşeyler yapıyor olmak ile, bu ‘eylemin’ niçin, neden gibi
sorular eşliğinde yapılması arasında farka da dikkat çekmek gerekir. İşte bu
nedenledir ki, “Tsunami Türkleri’de vurdu” diyerek bundan beş yıl önce dile
getirmiştim. Bunun hiç de son dönemde Türkiye’de yaşanan kargaşayla bir ilgisi de
yok. Aksine ortada çok daha vahim bir durum var. Zaten yukarıdaki ifadeyi,
yıllar önce, bugün karşı karşıya kalınan mevcut sorunun ötesinde, köklerde ne
büyük sorunların olduğunu ortaya koymak için dile getirmiştim.
Yakın geçmişe dönüp baktığımda, yukarıda dile getirdiğim, “Tsunami’nin
Türkleri de vurduğu” ifademin belli belirsiz veya yavaştan nasıl ortaya
çıkmakta olduğunu fark ettiğim bir iki hadise aklıma geliyor. Tsunaminin daha
bir yılı dolmamışken, Leung Bata’da bir ortamda -şeytan nereden aklıma
getirdiyse- “Açe-Türk ilişkilerini ele alacak uluslararası bir konferans tertip
edilse ne kadar iyi olur. Bu konferans, bu ilişkileri bir eseriyle Türkiye’de
gündeme taşımış bir kişinin öncülüğünde de yapılabilir” dediğimi hatırlıyorum.
Karşımda oturmuş iri cüsseli bir bey, “Sen ne diyorsun, Başbakan duyarsa ne
olur biliyor musun?” minvalli bir çıkışından sonra, bana da nazikçe cenemi
kapatmaktan başka bir şey düşmedi. Yukarıda kastettiğim ve Açe’yi Türkiye’de gündeme
taşıyan kişi, o dönem bir muhalefet partisinin başkanıydı. Bugünse o kişi, o
dönem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekibine kattığı bir Bakan... Bu kısa
anekdotun ve de diğerlerinin, aradan geçen yılların ardından bugün bana
öğrettiği bir şey var. Cüsseli beyin ortaya koyduğu yaklaşım, bir tür siyasi
yalâkalık değil, haddi zatında bunun çok daha ötesinde problemli bir duruma
işaret ediyor. Bu onur ve haysiyetle alâkalı, bir insan tekinin önce kendisinde
sahip olabileceği, ardından yakın ve uzak çevresine verebileceği bir anlamlar
dizgesiyle ilgilidir. Yukarıda sözü eden kişinin adı, kimliği, hangi yardım
veya devlet kuruluşundan geldiği de önemli değil. Çünkü burada kastedilen ‘o’
söz konusu kişi de değil. Aksine kastım, bir algı ve anlama iflasının nasıl
kendini öncü konumda gören kurum ve kuruluşların ‘listesinin’ baş yerinde
bulunabildiğidir. Temelde bu ‘öncülük’ işi de, bu algı ve anlama iflasının ne
denli zararlı olabildiğine de ortaya koyuyor.
Ancak bu süreçte çenesini kapatmayanlar da vardı... 2007 yılından itibaren
“Açe-Hint Okyanusu Çalışmaları Merkezi-ICAIOS” adlı kurumu hayata geçiren ve her
iki yılda bir bu kurum marifetiyle sadece ‘Açe-Türk ilişkileri’ni değil, yukarıda
zikredilen gürûhun halen anlayamadığı, anlama konusunda bir çaba sergilemediği
veya anlamak istemediği, Açe’nin tam da odağında yer aldığı Hint Okyanusu ve
çevresindeki -ki bu çevre en yakınında Malay Yarımadası, orta uzaklıkta Arap
Yarımadası, en uzağında ise Çin ve Avrupa’nın bulunduğu tüm bir ilişkiler ağını
ele alacak kadar kapsamlı ve donanımlı konferanslarla bugüne kadar sürdü ve
sürecek. Yeri değil, ama hatırlatma babında olsun diye dile getirmek istiyorum.
Tüm çerçevesiyle Açe, dünüyle yani tarihiyle ele alınmakla kalmıyor. Açe bugün
içinde yer aldığı Endonezya Cumhuriyeti’ni her yönüyle etkileyebilme
kapasitesiyle de gözler önünde.
İlk Açe ziyaretimin ardından, İstanbul’da hasbel kader bildiğim -ki pek çok
STK’nın birliğini üstlenmekle hiç de azımsanmayacak bir işin içine girdiği
belli olan- kurumlardan birinde Açe gözlemlerim çerçevesinde paylaştığım
hususlar karşısında, ilgili kurumu temsil kabiliyetindeki bireylerin “Evet, çok
haklısınız. Sizler gibi insanların bu tespitlerine ihtiyacımız var. Bunları
yetkililere ulaştıracağız.” minvalindeki söylemlerinin ne kadar olgunluk
taşıdığını ve gerçekliğe tekabül ettiğini tecrübe etmek de gene bize düşecekti.
Açe’ye gelmeden veya geldikten sonra, ‘Açe’ adının hakkını verecek bilgiyle
donanmadan; Açe mecraında akıp giden siyaseti, kültürü, dini, toplum yapısını,
çatışmayı ve çatışmaları kendi gündemine taşıyacak, bu gündemden Açelilerin de büyük
katkılarıyla yeni bir gelecek üretecek yapılanmayı akla getirmek bir yana, Açe
topraklarında bir ‘beyaz efendi’den farksız bir edaya bürünerek sözde kimi
‘insani’ icraatlara girişenlerin vereceği bir hesap olmalı. Bu eleştiriye verilecek
savunmacı cevabı ben size söyleyeyim: “Bizim faaliyet alanımız bunları
içermiyor.” Peki o zaman sizin çalıştığınız alan üzerinden konuşalım.
Açe, hiç abartmadan söylemek gerekirse, dünya çapında yetimlerin, ‘dışarlıklıların’ parasına ve
korumasına ihtiyacı olmadığı belki de ender bölgelerden biridir. Açe
yetimlerine, yoksullarına ulaşma konusundaki ‘bilinç’ veya ‘bilinçsizlik’ bağlamında
ortadaki temel sorun, bu kitlenin hangi evrelerden geçip hangi evrelere doğru
evrilmekte olduğu konusunda kafa yorulmamış; bu kitlenin sorunlarına ‘içerden’
cevaplar bulma konusunda hiçbir süreci işletme konusunda bir çaba içine girilmemiş
olmasıdır. Cengâverliğe gerek yok... Siz Filistin’de böyle mi yapıyorsunuz? Siz
Bosna’da böyle mi yaptınız? Siz ‘pilot’ proje olarak değerlendirdiğiniz Açe
Yetim Projesi’nden örnekle Bangladeş’te, Pakistan’da, Arakan’da, Mindanao’da,
Patani’de, Somali’de, Sudan’da, Irak’da, Suriye’de, Mısır’da velhasıl adına
İslam coğrafyası denilen ve bazılarının Açe’de meydana gelen tsunamiden sadece
birkaç yıl sonra bozguna uğramış bir ‘yurd’ izlenimi veren topraklarda da
aynısını mı yapacaksınız?
Burada çok basit ‘bir’ soru sorayım. Varsayın ki, öz ve öz çocuğunuz yetim
kaldı. Çocuğunuzu yetimlerin psikolojisinden, sosyolojisinden anlamayan; bu bir
yana yetimin anlam dünyasına, hayallerine dair ‘empatisi’ olmayan bir kişiye,
kişilere veya kuruma, kurumlara teslim eder misiniz? Siz, yetim çocuğunuzun
‘başını okşamayı’ cafcaflı ziyaretlerde gösterişli fotoğraf karelerinde yer
almakla eş tutan bir kişiye emanet eder misiniz? Siz yetiminizi, kendisine ayda
verilen üç beş kuruşla geçinirken, yetkilendirdiğiniz kişi ve kişilerin aylık
‘Marlboro ve coco cola’ parasından daha azına tekabül eden bu miktarın,
orasından burasından kırpılmasına razı mısınız? Siz yetim çocuğunuzu,
çocukluğun ve gençliğin verdiği hallerin dışında ‘yetimlik’ olgusunun pek de
bilinmeyen hallerinden neşet eden psikolojiyle yaptığı ‘yanlışlardan ötürü’
‘başının okşandığı’ kurumundan atılmasına razı olur musunuz? Siz yetim
çocuğunuzu, ‘yetim işinden’ parsayı vuranlara teslim etmeye evet der misiniz? Siz
yetim çocuğunuzu, sözde yetimlere sahip çıkma projesine başlayıp ardından ‘Aaa,
kusura bakmayın, yetimlerin izini bulamıyoruz, kaybetmişiz’ diyerek onulmaz
hatalara düşenlere teslim eder misiniz? Siz yetiminizi, babası fıkıhçı diye ‘ahlâksızlığı
dibe vurmuş’ birine on beş yıl boyunca teslim eder misiniz? Siz yetiminizi,
“Yetimler umurumda değil” diyen birinin himayesine bıraka bilir misiniz? Siz
yetiminizi, ‘yetimler için’ diyerek para toplayarak yaptırdığınız kurumları para
basma makinesine olacak özel kurumlara dönüştürenlere emanet eder misiniz? Siz
yetiminizi, ‘Kutsal Toprakların Hamisi’ sıfatının yerleştirildiği ve ‘sadece ve
sadece’ yetimlere hasredilmiş kurumları özelleştirip yetiminizi ‘kodlayanlara’
emanet eder misiniz? Siz yetiminizin kaldığı yurda gönderilen ‘yetim paralarından’
kesip, kurumuna arsa edinip, yakın gelecekte doğacak ‘fırsatları’ en iyi
değerlendirme hesapları yapanlara emanet eder misiniz? Siz yetiminizi, içinde
doğup büyüdüğü sosyo-kültürel gerçeklik dünyasından uzaklaştırılmasına evet der
misiniz? Siz yetiminizi, onu en iyi anlayacak bizatihi kendi toplumunun
büyüklerinden dinini geleneğini öğrenmesi yerine, ‘Müslüman misyonerliği’ne
soyunmuş ‘dışarlıklıların’ ellerine teslim eder misiniz? Siz STKcı olarak tüm bunlara ‘EVET’ der
misiniz?
Tüm bunlara evet diyorsanız, söylenecek bir söz yok. Ancak ‘hayır’
diyorsanız, o zaman 27 Aralık 2004’den bugüne kadar ‘Bizler’ Açe’de ne yaptığımızı
insanlık, ahlâk, edeb-haya namına çokça düşünüp kafa yormalıyız. Zaten bu
nedenle ‘tsunami Türkleri de vurdu’ demiyor muyuz? Açe toplumunda, gizli kalmış
bir umut ışığının kendini göstermeye başladığı tsunamiden bir gün sonra, yani 27
Aralık 2004’den bu güne aradan geçen on yılın hesabını herkes vermek zorunda. Hayat
kadınlarının da kendine göre bir ‘ahlâkı’ vardır beyler. Kimse içinde bulunduğu
koşullarda ‘ahlâk’tan ferâgat edemez. Ediyorsa bu kişilerin ve kurumların başta
Açe olmak üzere tarumâr olmuş İslam coğrafyasında yeri yoktur. Çünkü bu
edimlerinizle bu ‘tarümârlığa’ şu veya bu şekilde çanak tutmakta olduğunuzu
fark edemiyorsunuz. Hele hele bu yaklaşımı, dünyaya öncülük yapıyor
iddiasındaki kişi ve kurumların gündemlerinden hiç düşürmemesi de şaşırtıcı. Bu
hesap, sadece kendimizi sigaya çekmemiz anlamında olmamalı. Bunun çok daha
ötesinde, Açe gibi bir coğrafyada aradan geçen on yıla rağmen, siyasi ve
toplumsal sıkıntılardan neşet eden ve hâlâ ‘insanca’ bir yaşama ulaşma
noktasında yaşanan sıkıntılarda ‘payım var mı?’ sorusununda eşliğinde gerçekleşmeli. Bu yazının elbette ki, ‘iyiliği gündeme
getirme, kötülüğü ortadan kaldırma’ bağlamında ele alındığına kuşku yok. Açe’de
tsunami ilk defa olmuyor. Geçmişte olduğu gibi, önümüzdeki yıllarda da olacak.
En azından yapılanlardan ders alınabilirse, en azından yüz yıl sonraki
tsunamide benzer hatalar yapılmamış olur.
Durum sepetteki çürük elmalarla ilgili değil. Sorun sepeti oluşturan
hammaddede. Önce meseleye buradan başlamak lazım. Şeyh efendisinin veya
başkanının veya abisinin önünde el pençe durarak Açe yetimlerinin ahvalinden ahkâm
kesenler, sadece kendilerini, şeyhlerini, başkanlarını ve abilerini kandırmıyorlar,
en büyük hatayı yapıp Açelileri kandırıyorlar. Bu sorumluluğun altında kalkmak için
de görev Şeyhlere, başkanlara, abilere düşüyor kuşkusuz ki. Sorunun sistem sorunu
mu, birey sorunu mu olduğunu işte ancak o zaman anlamaya başlayacağız demektir.
Buyrun ferasetinizi gösterin!
Bugüne kadar bu ve benzeri konuları gündeme getirdiğimde karşımdakiler, ya
‘bu eleştirilerden sıyrılmanın yolunu arıyor’ veya samimi ancak kimsenin
duymayacağı bir şekilde ‘doğru söylüyorsun, biz zaten diğer coğrafyalarda da
benzer yanlışları yaptık/yapıyoruz’ diyerek sözde gönül almaya çalışıyorlardı.
Yaklaşık iki yıl önce Sayın Büyükelçimiz Zekeriya Akçam’a makamında söylediğim
bir şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum: “Açe’de kim varsa gelsin. Şu masa
etrafında toplansın. Kimler neler yapmış bir bir ortaya çıkşın.” Sayın
Büyükelçimizden bugüne kadar bir cevap alamadım. Belki siz bunu açık bir davet
olarak da kabul edebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder