Mehmet Özay 08.10.2022
İslam tarihinde, “farklı coğrafyalardaki toplumların İslamlaşma süreçlerinin birbirine benzerliğinden bahsetmek mümkün mü?” sorusu önemlidir. Bir din olarak İslam’ın, Arap Yarımadası’nda ortaya çıkışı ve yayılış serüveni temelde bize bazı ipuçları veriyor.
İslamiyetle tanışma ‘süreci’
Öncelikle, İslamlaşma’dan ne kastedildiğini ortaya koymak gerekir. Bir din olarak
İslam’ın Müslümanlar vasıtasıyla, Müslüman olmayan toplumlara ulaştırılması
sürecine ‘İslamlaşma’ deniyor.
Bu yaklaşım, bireyin ve toplumun Müslüman/İslam olmasının, anlık ve/ya
tesadüfi gerçekleşen bir hadise değil, aksine sürece yayılan bir bağlamı
olduğunu ortaya koyuyor. Bu durumda, İslamlaşmanın gayet dinamik ve gelişimci
bir nitelik arz ettiği görüşünü yabana atmamak gerekir.
Bu noktada, kelimenin Arapça kökleri ve temel anlamı bize, “s-l-m”
yani, teslim olmayı gösterdiğini hatırlatmakta yarar var. Öyle ki, teolojik
derinliğine girmeden, insanın tekinin/bireyin ‘teslim olmakla’ kendini bulmak
arasında doğrudan bir ilişkisi olduğunu da gündeme getirmek gerekir.
Temelde İslamlaşma bağlamında, “bu süreç olgusunu tanışık olduğumuz,
diyelim ki, Ortadoğu coğrafyasından farklı okumalara tabi tutmak mümkün müdür?
sorusu, bu kısa yazının konusunu teşkil ediyor.
Bu yaklaşımın, bize alışık olduğumuz ve bu alışkanlığın getirdiği
genellemeci formları ve/ya hatta bir tür hakikatmiş algısının yerinden
edilmesini sağlamasıyla vurucu bir yönü bulunuyor.
Bu noktada, din olarak İslam’ın yayılma sürecine yani, çeşitli toplumların
İslamla buluşmasına; söz konusu bu toplumların yeni bir dini-sosyolojik gerçeğe
eklemlenmesine; ona adapte olup, özgün kültürel yapılarıyla karşılıklı
etkileşimlerin doğurduğu bir genişlemenin ortaya çıkmasına tanık olunur.
Tüm bu ve benzeri süreçlerde, İslamlaşmaya konu olan toplumların içinde
yaşadıkları coğrafya/lar, onların
İslamla ilişkilerinde ve/ya İslam’ı onlara taşıyan toplumlarla ilişkilerinde
farklılaşmaların olabileceğini akla getiriyor.
‘Teslim olma’ya hazırlık durumu
Burada iki temel husus bulunuyor... İlki, yukarıdaki ‘s-l-m’
kavramından hareketle, ‘teslim olmaya’ hazır olanlar ile olmayanlar arasında
var olduğu ileri sürülebilecek ayrımdır.
İslamlaşma sürecinde, her iki durumun, bize coğrafyalar üzerinden -bir
başka ifadeyle söylemek gerekirse-, farklı coğrafyalarda yaşayan insan
toplumlarının sahip oldukları özelliklerle, birbirinden farklılaşabileceklerini
ve ‘teslim olma’ durumuna farklı karşılık verebilecekleri tezini gündeme
getirmemize olanak tanıyor.
İslamiyetin Arap Yarımadası’ndan başlayan yayılma sürecinde, bugünün
jeo-politik anlatısı bağlamında Yakın Doğu, Orta Doğu, Batı Asya, Kuzey Afrika
denilen bölgelerin doğal hedef coğrafyalar olduğu görülür. Buna, bir tür
‘İslamlaşma rotası’ diyebiliriz...
İslamiyetin, Dört Halife dönemiyle ve bunun ardından gelen Emeviler ve
Abbasiler hanedanlıkları dönemlerindeki İslamlaşma süreçleri, yukarıda dikkat
çekilen söz konusu coğrafyaların toplumsal ve siyasal ‘doğasına’ içkin ya da bu
doğanın akışı ve hatta zorlayıcılığı ile kendini ortaya koyuyor.
Bu coğrafyalardaki mücadeleci niteliğe hazırlık bağlamında, bizatihi Arab
Yarımadası’nın İslam öncesi dönemde belirleyici olduğu görülen, bedevi (kırsal)
ve şehirli nitelikleriyle öz toplumlarının sahip oldukları mücadeleci/çatışmacı-savaşcı
niteliklerinin de, bir tür yön verdiği görüşünü yabana atmamak gerekir.
Adına tebliğ, irşad, propaganda denilen bu sürecin zorlayıcı yanı, ‘s-l-m’
kavramını unutmadan, savaş olgusu ile ortaya çıkan mücadeleci yönüdür.
İslam’ın bir din olarak Mekke ve Medine toplumlarına tanıtılması sürecinde,
yukarıda dikkat çekilen coğrafyalara dair Kur’an-ı Kerim’de geçen bazı atıflar
aslında, İslamiyetin yayılması sürecinde karşılaşılabilecek olası gelişmelere
dair bir ipucu niteliği taşımaktadır.
Örneğin, Rum Suresi’nin hemen başında (ayet: 2-5) dikkat çekilen
Yakın/Orta Doğu, Batı Asya coğrafyasının iki önemli siyasal gücünü teşkil eden
Bizans (Rum) İmparatorluğu ile Sasani Krallığı arasındaki mücadele yani,
savaş boyutu dikkat çekicidir.
Ayetin vurgusu, tarihsel bir gerçeklik olduğu ve bu gerçekliği dönemin
Müslüman toplumuna veya olası/gelecek Müslüman toplumuna tanıtma imkânı sağladığına
kuşku yok. Bu söylemin, müjde içeren bir boyutunun yanı sıra, Müslümanların
benzer bir sürece konu olabilecekleri yönünde, sosyolojik bir vakıaya da
gönderme yaptığı da anlaşılmaktadır.
Mücadele/savaşçı bağlam genelleştirmeye açık mı?
Bununla birlikte, mücadelenin savaşçı boyutunun, insan doğasının
genelleştirilmeye matuf bir yönü olup olmadığını farklı coğrafyalara bakarak
ele almak gerekir. Bu durum, bize aynı zamanda konunun İslamlaşma çerçevesinde
değerlendirilmesine de imkân tanımaktadır.
Öyle ki, İslam’ı yayma, tanıtma çabasında tebliğ’in/irşad’ın/propaganda’nın
savaşla eşgüdümlü tekilliğe ve genellemeye dayandırılabileceği söylemine
eleştirel yaklaşmak gerekir.
Böylesi bir yaklaşımı ortaya koymak, spekülatif bir düşünce geliştiriliyormuş
ve/ya bir anlamda, apolojetik bir yönü öne çıkarıyormuş imajı oluşturmak
yerine, -aşağıda değinileceği üzere- tarihsel gerçekliklere dayalı olarak,
verili-empirik bağlamına oturtmak gayet rasyonel bir tutum olacaktır.
Coğrafi farklılaşma: “deniz-aşırı toplumlar”
Bu noktada, İslamiyetin Yakın Doğu-Orta Doğu, Batı Asya süreçlerinde
yayılışının ardından, deniz-aşırı toplumlara ulaşmasındaki süreç, farklılaşan
boyutuyla önem taşıyor.
Aslında, bu kısa yazının girişinden itibaren geliştirilmeye çalışılan
düşünce, tam da bu farklı süreci anlamaya yönelik bir hazırlıktır.
Deniz-aşırı kavramıyla kastettiğimiz husus, İslamiyetin ulaştığı temelde İran
ve Batı Hindistan ile Uzak Doğu’da Çin coğrafyaları üzerinden, çeşitli uluslara
mensup alimlerin/hocaların, denizci ve tüccarların rolü ve işleviyle geniş
Malay Takımadaları coğrafyasına bir yandan, Batı’dan öte yandan, Doğu’dan
geçişi ve/ya yayılışıdır.
İslamiyetin deniz-aşırı toplumlara ulaşmasının dikkat çekici boyutu, pek
çok çalışmada birincil hatta salt aktör rolü verilen dışarlıklı nitelikleriyle
dikkat çeken ‘tebliğci-mübelliğ’ rolündeki Müslüman kişiler ve gruplar değildir
ve/ya bunlarla sınırlı değildir.
İslam’a hazırlıklı oluş
Burada aktörlüğün, en azından eşit rol ve sorumluluk bağlamında dikkate
alındığında, yeni bir tez olarak ortaya konulması gereken husus, deniz-aşırı
coğrafyalardaki yani, geniş Malay dünyasındaki toplumların dine yani, İslam’a
hazırlıklarıdır.
Bu durum, bize söz konusu bu toplumların yeni bir dini yani İslam’ı anlama,
algılama, kabul etme, benimseme vb. süreçlerdeki aktif rollerinin
İslamlaşmalarının önünü açmada kaçınılmaz bir önemi olduğunu gösteriyor.
Bu hazırlık durumunun, neden ve niçin ortaya çıktığı konusu bu yazının
sınırlarını aşmaktadır. Ancak, kanımca coğrafi farklılaşma ve/ya toplumların
coğrafyalar üzerindeki dağılımlarının kendinde değeri, ilgili toplumlara
kattığı kültürel ve bilişsel anlam ve nitelik, İslamlaşma süreçlerinde de
kendini ortaya koymaktadır.
Adalar toplumu olmaklığıyla dikkat çeken geniş Malay dünyasındaki egemen
toplumların İslamlaşma süreçlerinin, yazının girişinde bahsi geçen
coğrafyalardaki toplumların tecrübe ettikleri süreçlerden farklılaşmasının
gayet anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Bir diğer ifadeyle, İslamlaşma sürecinin
öznesi olan Malay toplumlarının aktörlükleri (protagonist) gayet
önemlidir.
Bu aktörlükte, Malay dünyası toplumlarının, örneğin Ada toplumu özelliği
taşımaları, doğa ile ilişkileri, spiritüel hazırlıkları, ‘İbrahimi/hanif’ ve
‘fıtrat’ niteliklerini güçlü bir şekilde taşımaları gibi hususlarla ortaya
koymak mümkündür.
Yukarıda dikkat çekilen husus, farklı coğrafyalardaki farklı toplumların
özellikle de, geniş Malay toplumlarının İslamlaşma süreçlerine dair bugüne
kadar gündeme getirilen teorilerin sınırlarını aşmaya matuf bir yönü
bulunmaktadır.
Bu noktada, var olan teorileri coğrafi merkez ve aktörlük önceliklerinde
dışarlıklı aktörler yerine, Malay toplumlarının aktörlüklerinin yeni bir dini
yani, İslam’ı benimsemedeki rolü üzerinde durulmaya değerdir.